Geçmişten toplum kesitleri 2

1950'lerin özetle toplumsal kesiti buydu. Var olduğu halde yok sayılan yoktu ve var olanlar yerli yerindeydi. Baskı dönemlerinde sağlıklı gözlemler ve analizler yapılamaz. Mesela 1950 öncesinde öyleydi. Toplumsal taleplerin sesi cesaretle çıkmazdı. Soru da sorsanız samimi cevaplar alamazdınız. 27 Mayıs'tan sonraki cuntalar ve anarşi dönemlerinde de ona benzer haller vardı. Ama 1950'lerde toplum, hiçbir dönemde olmadığı kadar kendini ifade etme özgürlüğüne sahipti. Babam Kürt kökenli vatandaşlarımız için derdi ki: "Bölücülük ideolojisine asla iltifat etmeyen mütedeyyin (dindar, inançlı) dürüst ve sadık insanlardır." Bütün gayrimüslimler bilirdi ki 6-7 Eylül olaylarını bu millet ve o iktidar yapmadı. O bir tertipti ve tertipçilerinin de amacını aşan çok talihsiz bir olaydı. Hepimiz çok yaralanmış ve şaşırmıştık. "Bunlar buralardan gitsin" diye bir eğilim hiçbirimizde yoktu. Ermeni meselesi diye bir meselenin esintisi bile mevcut değildi. Biz 10 tanesinde Ermenilerin yaşadığı 12 daireli bir apartmanın bir dairesinde iki yıl oturduk. Zaten o daireyi bize kiralayan da binanın Ermeni müteahhidi idi. Kapıcısı da Ermeni'ydi. Çoğu Türk isimleri taşıyordu, Türk müziği dinliyordu, çok güzel Türkçe konuşuyordu, bize büyük saygı ve dostluk gösteriyordu. Ayrıldığımız zaman hepsi çok üzüldüler. Kiracı mı bulamadılar da daireyi bize verdiler? Tehcir olayı bilinmiyor imiş, çünkü ders kitaplarında yazmıyormuş. Laf işte. Sadece okul kitaplarında yazılı olanlar mı bilinir? Öyle olsaydı, Kazım Karabekir de Rauf Orbay da bilinmezdi. Abdülhamid de bilinmezdi, Muğlalı olayı da bilinmezdi. Hepsini de pekâla biliyorduk. Sağduyulu insanlar güne tarihin acılarıyla ve öfkeleriyle bakmazlar. Biz de öyle bakmıyorduk, azınlıklar da. İnsanın ilk kimliği insan kimliğidir. Ermeni kapıcının çok sevimli bir oğlu vardı, Murat isminde. Çok sevimliydi ama çok da yaramazdı. Ha bire koşuyor ve sık sık düşüyordu. Bir gün elini tutup kalbine götürdüm. Tabii küt küt atıyor. "Bak" dedim. "İnsanın motoru var, çok yorma onu." Şaşırdı, hafiften telaşlandı. Ertesi gün Murat'ı gördüm. Çağırıp elini kendi kalbime koyarak "Bu motor herkeste var ve herkeste öyle atar. Bak benimki de nasıl atıyor" dedim. Neşesi yerine geldi! Annesi "düzeldi bizim çocuk" derken ben gülüyordum... Daha nice hoş hatıralarımız vardır. Geçenlerde Mehmet Gündem'in yaptığı bir röportajda Mario Levi şöyle diyordu özetle: "Ben bu ülkede bu dille yaşamak isterim. Ana dili konusunda da farklı düşünüyorum. Çok kızdığın veya sevindiğin zaman, mesela küfrettiğin zaman hangi dili kullanıyorsan o senin dilindir. Ben kendimi en iyi Türkçe ile ifade ederim. Birinci dilim de odur." Denilebilir ki bir toplumda yaşamak ve o toplumun diliyle yaşamaktır. Bir toplumda bulunmak ile bir toplumda yaşamak aynı şeyler değildir. Bergson "Hiç kimse bir yabancı dili, ana dili gibi öğrenemez" diyor. Burada kastettiği annenin dili değil, yaşadığı ailenin ve toplumun dilidir. Benim amcamın eşi Arap'tı. Ama çocuklarını Türkçe ninnilerle büyütmüştür ve çocukları tek kelime Arapça bilmez. Şimdi benim kuzenlerimin ana dili Arapça mı?! Ana dili aslen, ninnilerin dilidir, edebiyat duygularının ve heyecanlarının dilidir; evin, ailenin, sokağın içinde doğup yaşanılan toplumun dilidir. Kürt kökenli ünlü bir aydın diyor ki: "Benim çocuğum 4 yaşında, ana dilini bilmiyor!" Bilmiyor, çünkü siz evde Türkçe konuşuyorsunuz. Manen ana diliniz Türkçe. Türkçeyi gayet güzel konuşuyorsun, sen aynı şeyleri Kürtçe ifade edemezsin. Çünkü bu toplumun içinde yoğurulmuşsunuz. Fazıl Hüsnü Dağlarca o şiirleri, Yaşar Kemal o romanları Kürtçe yazabilirler miydi? Hiçbir propaganda hiçbir hakikati değiştiremez. Türkçe söylenen Urfa, Diyarbakır, Mardin türküleri ana diliyle değil de yabancı dille mi söyleniyor? Nuri Sesigüzel, İbrahim Tatlıses, Belkıs Akkale, Arif Sağ bugüne kadar söyledikleri Doğu-Güneydoğu türkülerini yabancı dille mi söylemiş oldular? ... Hakikat Sevgisi tam olmayınca bütün saygılar yaralı berelidir; ayrıca bütün rasyonel arayışlar bilimsel nesnellikten uzaktır.
21 Kasım 2010 08:35
DİĞER HABERLER