Beşir Ayvazoğlu'nun yaptığı röportajlardan oluşan 'Gel Söyleşelim' adlı kitap, okuru Erol Akyavaş, Sezer Tansuğ, Cemal Kafadar, Cengiz Aytmatov gibi birçok usta yazar ve sanatçının düşünce iklimine davet ediyor.
Kitapta bu tanınmış simaların yanı sıra Nuri Arlasez gibi daha az bilinen isimlerin hikâyesine dair ilginç ayrıntılar da yer alıyor.
Başlık hakikaten güzel!.. Bunu Beşir Ayvazoğlu'ndan duyduğumda ilk tepkim böyle olmuştu. Kitabın önsözünde mısraın pek az tanınan bir divan şairi Sami'ye ait olduğunu yazmış. Ayvazoğlu'nun farklı türlerde yazdığı tüm eserleri iştiyakla takip eden benim gibi 'edebiyatsever bir okur' için nadir bulunan bir röportaj kitabıyla karşılaşmanın heyecanını tarif etmek zor. Öncelikle yıllarca soru soran ve nihayetinde bu alanda merakını yitirmiş bir gazetecinin kapanmış gözünü soru sormanın manasını usul usul genişleterek açtı, diyebilirim rahatlıkla. Sonra 'hatıra' denilen özel türün bugünün edebiyat dünyasında hâlâ ne kadar ihmal edilmekte olduğunu hatırlattı. Ve elbette tarih, edebiyat, mimari, resim, klasik sanatlar ve kültür tarihi gibi alanlarda özel bir konuma sahip sanatçıların, yazarların, araştırmacıların bilinmeyen yönlerini kendi bilgi ve tecrübelerinin süzgecinden geçirerek aktarması beni ziyadesiyle sevindirdi.
Bazı insanlardan geriye kalan boşluğun kolayına doldurulamayacağını bilirsiniz. O kendini nasıl tanımlıyor bilmiyorum; Beşir Ayvazoğlu, bana göre bu coğrafyanın kültür, estetik, sanat değerleri uğrunda ömrünü feda ederek gün ışığına çıkarmaya yemin etmiş bir düşünce ve kültür adamıdır. Yahya Kemal'i, Peyami Safa'yı, Ahmet Haşim'i, Şeyh Galip'i onun anlatımıyla okuduğunuzda, usta bir hikâyecinin kahramanını şefkatle seven, mesafeyle anlatan lirik, incelikli sesini de işitirsiniz. Kahve kültürünü öğrenmek, çiçek kokularıyla bahçelerin tarihinde dolaşmak, ney'in sırrına deruni bir bakışla vâkıf olmak, onunla başka alemlere bilginin ötesine geçerek gitmek, hülyalı bir uyanışa kapı açmak demektir. Hal böyleyken içtenlikle yaptığı söyleşilerinin kıymeti de kendiliğinden açığa çıkıyor.
Her ne kadar kendisi kitabının başında (Gel Söyleşelim, Timaş Yayınları), "Kendimi hiçbir zaman bir röportaj yazarı olarak görmedim; ama işiniz gazetecilik ve dergicilikse, ses alma cihazınızı yanınızdan eksik etmeyeceksiniz" diyorsa da bugün kendisini öyle tanımlayan pek çok röportajcıdan daha usta olduğu tartışılmaz. Bunun da çok basit ve anlaşılması kolay bir sebebi var aslında. O farklı alanlardaki isimlerle sohbet ederken, kendisini geride tutan mütevazı yaklaşımı ve engin birikimiyle doğru soruları sorarak öğrendiklerini, okuruna saf haliyle aktarabilme disiplini ve sezgisine sahip. Bu derlemede, Erol Akyavaş, Çelik Gülersoy, Cemal Kafadar, Cengiz Aytmatov gibi bilinen isimlerle yapılmış söyleşilerin yanı sıra daha az bilinen isimlere ait ancak konuşulan mevzu itibarıyla önemli olan söyleşiler de var.
Benim ilgimi çeken isimlerden biri Nuri Arlasez oldu. 1910 doğumlu Nuri Bey'in naif ve sıra dışı duruşu, onu bir roman kahramanı gibi algılamanıza yol açabilir. Nitekim vaktiyle İstanbul'a gelen pek çok yabancının tanışmak istediği bu 'koleksiyoncu'yu Joan Fleming, polisiye romanında Filozof Nuri Bey olarak anlatmış. İyi ki kitaba almışlar, diye mırıldandım okurken zira bu, onunla yapılan ilk ve son röportaj. Cumhuriyet döneminde çöpe atılmak istenen değerleri gelecek nesillere aktarmak isteyen, Hint felsefesine özel bir merakı olan bu sıra dışı şahsiyetin hikâyesi doğrusu beni derinden etkiledi. Ölmeden evvel elli yıl boyunca topladığı (parasız yaşamayı göze alarak) yazma kitapları, fermanları, vakfiyeler ve levhalardan oluşan koleksiyonunu Süleymaniye Kütüphanesi'ne, zengin işleme koleksiyonunu Topkapı Sarayı Müzesi'ne matbu kitaplarını, mektuplarını ve bizzat çektiği yedi bin civarındaki İstanbul fotoğraflarını IRCICA'ya bağışlamış. Nuri Arlasez'in hikâyesindeki zarif ayrıntılar bir yana, genellikle merak edilen bir döneme tanıklık etmesi de çarpıcı: "Harf inkılabı sırasında Galatasaray'da okuyordum. Girişte altı metre boyunda nefis bir kitabe vardı, ilk iş onu söktüler. İçim isyanla doldu. Ortalıkta bir dehşet havası kol geziyordu. Babadan, dededen kalma kitapları yakanları mı ararsın, gömenleri mi ararsın! Bugün paha biçilemeyecek kitaplar o zaman kaldırımlarda sürünüyordu."
Bu harikulade portre-röportajın hemen ardından Erol Akyavaş'la yapılan "Bir Ömür Boyu Miraçname" başlıklı sohbeti okuduğunuzda hem birbirini takip eden dönemlerin akrabalığını görüyor hem de Türk resminin Batı'da nasıl algılandığını ressamın kimseleri kırmaktan çekinmeyen dürüst cümleleriyle doğrudan öğreniyorsunuz. Daha da önemlisi, anlaşılmayı sevmeyen 'eleştirmen' tarifinin ironisiyle epey eğleniyorsunuz. Ayvazoğlu'nun "Eleştirmenler eleştiri mi yapıyorlar, başka bir şey mi?" sorusuna bugün hâlâ kısmen geçerli olan kuru ve ideolojik eleştiri ortamının ironik tasvirini yaparak cevap veriyor: "Okursun, yahu ne diyor bu adam? İyi mi kötü mü, beğendi mi, beğenmedi mi? Bir çeşit laf cambazlığı, lenguistik akrobasisi... Açık seçik yazmak neredeyse ayıp oldu. Bir soru: Acaba bu birikim ve genel kültür noksanını örten bir kamuflaj mı? Sis bombası mı?"
Bu söyleşileri okurken esas olanın bilgiden ziyade hakikatin ruhunu yansıtan konuşmalar olduğunu hatırladım. Kitabı bitirirken, keşke birileri de Beşir Ayvazoğlu'nun çalışmaları ve araştırmalarının süreci üzerine kapsamlı bir röportaj kitabı hazırlasa, dedim. Kim bilir, belki de yapılıyordur.