Hem hukukçu hem de gazeteci kimliğiyle bilinen ve cesaretinin bedelini ödeyen Gültekin Avcı'nın hikayesi...
Genç hakim Gültekin Avcı’nın mesleğindeki ilk yıllarıydı. Konya’nın Hadim ilçesinde çalışıyor, kılı kırk yararak görev yapıyordu. Yine öyle sıradan bir mesai gününde genç hakim savcılıktan sevk edilen dosyayı dikkatle inceledi. Dosya içeriğinde, yakalanan kişinin tutuklanmasını gerektirecek ifade ve deliller bulunuyordu. Buna rağmen şüpheli, böyle bir suçu kendisinin işlemediğini ısrarla ifade ediyordu. Gültekin Avcı dosyadaki delilleri göz önünde bulundurarak şüpheliyi tutukladı.
Akşam olup hava karardığında birkaç köylü adliyeye gelerek görevlilere hakimle görüşmek istediklerini söylediler. Konu kendisine bildirilince Gültekin Avcı hemen adliyeye intikal etti. Gelen kişiler, tutuklanan adamın, suçun işlendiği saatlerde kendileriyle beraber köyde olduğunu söyledi. Durum anlaşılmıştı, suçu işlemediğini ısrarla söyleyen adam haklıydı ve yanlış bir karar dolayısıyla hapse gönderilmişti.
Saat neredeyse gece yarısına gelmiş olmasına rağmen genç hakim sabahı bekleyemedi, hemen cezaevine gitti. Görevlilere kendini tanıttıktan sonra tutukladığı adamın getirilmesini istedi. Adam cezaevindeki ilk gecesinde karşısında kendisini tutuklayan hakimi görünce çok şaşırdı. Gültekin Avcı adama durumu izah etti ve masumiyetinin anlaşıldığını söyledi. “Bana hakkını helâl et seni haksız yere tutukladım” deyince adam, “Canın sağolsun hakim bey, senin gibi adam için bir gece içeride yatmışım çok mu!” dedi. O da ertesi gün mesai başlar başlamaz tahliye kararını imzalayarak adamı serbest bıraktırdı.
Gültekin Avcı meslek hayatı boyunca, yasa metinleri arasına sıkışıp kalmış bir hukuk adamı olmadı. Zaman zaman kendisini nezarethaneye kilitlettiriyor, saatlerce orada kalıyordu. Verdiği kararların insanlar üzerinde nasıl bir etki bıraktığını ve gözaltı psikolojisini yakinen hissetmeye çalışıyordu. Nezarethanedeki bu zamanlarda aklına, ileride bir gün kendisinin de oralara atılabileceği gelmiş miydi bilinmez ama O, hakkaniyet duygusunu her daim zihninde canlı tutmak için çabalıyordu. Kimi zaman hakim, çoğunlukla da savcı olarak memleketin dört bir yanında görev yaptı.
Hukukçu kimliğinin yanında aynı zamanda bir entelektüel olarak kitaplar yazdı. Bu kitaplarında hem deneyimlerini hem de düşüncelerini kitlelerle paylaştı. Ülkenin temel sorunlarını derinlemesine ve cesurca irdeledi. Siyasal alanda tabu olarak yer etmiş olan konulara değinmekten kaçınmadı. Derin devlet provokasyonlarını, siyasi cinayetlerin perde arkasını irdeledi. “Ordunun devleti mi devletin ordusu mu?” sorusunu sorarak, Türk demokratikleşmesinin önündeki en büyük engelin Genelkurmay askeri bürokrasisi olduğunu ifade etti. Generallerin sivil mahkemelerde yargılanmaları gerektiği yönündeki açıklamalarından dolayı hakkında soruşturma başlatıldı.
Gültekin Avcı yargı camiasında haksızlığa ve askeri vesayete ilk başkaldıran kişi oldu. Ancak bunu yapmak hiç de kolay olmadı. Kendisi iki kez silahlı saldırıya uğradı, kızının peşinde terörist yakalandı. Bu sıkıntılara HSYK baskıları ve görevde sürgünler de eklenince 2007 yılında savcılıktan istifa etti. Yaklaşık on dört sene yaptığı hakimlik ve savcılık görevini bıraktı.
Bu süreçte Gültekin Avcı bir taraftan avukatlık diğer taraftan da gazetecilik yapmaya başladı. Fikirlerini daha özgür bir şekilde dile getirme fırsatı buldu. Bugün Gazetesi’nde yazıyor, televizyonlarda yorumculuk yapıyordu.
2013 yılına gelindiğinde ülkede ‘çözüm süreci’ başlamıştı. Büyük hayallerle girişilen bu süreçte bazı hatalar yapıldığını fark eden Gültekin Avcı, yaz aylarında bir dizi yazı yazdı ve yapılan hataları dile getirdi. Güvenlik güçlerinin operasyon yapmasını engelleyen siyasi iradeyi eleştirdi. 2012 sonunda askeri olarak bitirilme noktasına gelen PKK’nın bu süreçle yeniden güç kazanmaya çalıştığını ifade etti. PKK’nın silah yığınakları yapmasına göz yuman hükümete “PKK o kanaslarla kimleri öldürecek” diye sordu. Bir kaç yıl sonra “PKK çözüm sürecinde silah yığınağı yaptı, şehirlere hendekler kazdı” itirafında bulunacak olan siyasi iktidar ve yandaş basın kuruluşları, Gültekin Avcı’yı o dönemde, ‘terörden beslenmek’ ve ‘çözüm sürecini sabote etmekle’ suçladı.
Aralık ayının sonunda siyasal iktidara yakın bazı kişilere yönelik olarak yapılan rüşvet ve yolsuzluk operasyonları ise Gültekin Avcı için tam bir dönüm noktası oldu. Operasyonu yapan polis ve yargı mensuplarının görevlerinden uzaklaştırılması ve yolsuzlukların üzerinin örtülmesi çabaları karşısında ülke adına yaşadığı hayal kırıklığını, “Türkiye hiç bir zaman demokratik bir ülke olamayacak!” diyerek dile getirdi.
Bu süreç Gültekin Avcı için bir kaç yıl sonra “Zamanında ben generalleri ne kadar eleştirdim. Özür diliyorum hepsinden. Çok erdemli, namuslu, ahlaklı insanlarmış. Çünkü adamların bir tutarlılığı vardı. Kanun neyse onun gereğini yerine getirdiler. Bunlarda kanun kitap hiçbir şey yok. İşleyen adli mekanizma AKP’nin menfaatlerine uygun mu değil mi, sadece bu.” diye ifade edeceği sürecin de başlangıcı oldu.
2014 yılı Aralık ayına gelindiğinde ülkede herkes, hükümetin medyaya yönelik bir sindirme operasyonuna girişmek üzere olduğunu biliyordu. Nitekim siyasal iktidara yakın isimler de bu planı gizlemiyorlardı. Başlatılan operasyonlarda dizi oyuncuları, senarist ve yapımcılar, gazete ve televizyon yöneticileri ile bazı polisler gözaltına alındı. 17/25 Aralık operasyonlarının yıl dönümünde konu, yolsuzlukla mücadeleye destek verenlerden intikam alma boyutuna gelince, Gültekin Avcı Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca’nın avukatlığını yapmaya başladı.
Tüm olumsuz koşullara rağmen müvekkilini mahkeme salonlarında saatlerce savundu. Tamamen siyasi saiklerle yapılan hukuksuz bir operasyonla Hidayet Karaca’nın tutuklanamayacağını düşünüyordu, ama öyle olmadı. Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca tutuklandı. Duruşma çıkışında Gültekin Avcı gazetecilere tarihi nitelik taşıyan bir açıklama yaptı, yaşadığı hayal kırıklığını bir kez daha dile getirdi;
“Nasıl geçmişte Sokrates’i yargılayan hakimler tarihin lanet sayfaları içindeyse, bugün de sarayın despotizmi ile hareket eden hakim ve savcılar, hukuk tarihinin ve vicdanlı insanların lanet sayfaları içerisinde yer alacaktır. Savcının elleri titriyordu, neden? Korkudan değil, vicdan azabından dolayı. Yanından ayrılırken, size vicdan azabıyla dolu bundan sonraki ömrünüzde kolaylıklar diliyorum dedim. Sınavlarla test edilmemiş bir hayat yaşamaya değer mi? Değmez der Sokrates. Hayatınızda belki bir kez böyle bir sınavı yaşarsınız. Bir kez ya adaletin tarafına düşersiniz, ya namussuzluğun tarafına düşersiniz. Sadece görevinizi yapmakla hukuk toplumunun ve demokratik toplumun kahramanı haline gelirsiniz.”
Yıllar önce hakim olarak verdiği yanlış bir karardan dolayı gece yarısı hapishaneye giderek tutukladığı adamdan helallik isteyen Gültekin Avcı, Hidayet Karaca’nın hukuksuz bir şekilde tutuklanmasına isyan ediyordu. Bu korkusuz tavrı dolayısıyla kendisinin de tutuklanacağı söylentileri dile getirilmeye başladı. O bu dedikodulara “Vallahi benim hiç bir zaman yalancılara, sahtekarlara, şarlatanlara, saray soytarılarına eyvallah etmek şiarım olmadı. Tutuklanacakmışım, umrumda değil.” dedi.
Nihayet 16 Eylül 2015 tarihinde Cem Küçük Star Gazetesi’ndeki köşesinde onunla ilgili bir yazı yazdı. “Gültekin Avcı ve Faruk Mercan bu yazdıklarımı iyi okuyun. Türk devletine ihanet etmenin bedeli neymiş anlayacaksınız.” ifadelerini kullandı. İki defa silahlı saldırıya uğrayan, kızı teröristlerin elinden son anda kurtarılan adam, yandaş bir yazar tarafından ihanetle itham ediliyordu. O da bir cevap yazdı; “Bir gecede yirmi beş erkekle yatarak yarışma kazanan Roma imparatoru Claudius’un karısı Valeria Messalina bile bunlardan daha namusluydu. Bana bak kendi küçük ama yaltakçılığı ve müfteriliği büyük canlı, AKP bürokrasisini Türk Devleti sanmakla yanılıyorsunuz” şeklinde cevap verdi.
Değerlerin alt üst olduğu ülkede ne yazık ki yandaş tetikçinin söylediği oldu ve Gültekin Avcı 18 Eylül günü, oğluyla cuma namazına giderken İzmir’de gözaltına alındı. O yine geri adım atmadı, “Bedel ödemeyi göze alan herkes özgürdür. Özgürlük ve namus için bedel ödenen bir ülkede basından ve hukuktan bahsetmek fantazidir. Karl Jaspers’in dediği gibi, özgürlükler dünyaya gelişimizle birlikte bizlere verilen bağışlar değildir. Özgürlük mücadele gerektirir. Korkmayın ki despotizm gayesine ulaşamasın.” dedi.
Gültekin Avcı’ya 2013 yılında yazdığı mut’a nikahı ve İran’ın ülkemizdeki faaliyetlerine ilişkin altı yazısından dolayı ‘hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs, terör örgütü kurmak, yönetmek ve devletin gizli kalması gereken sırlarını siyasal ve askeri casusluk amacıyla temin etmek’ suçları isnat edildi. Halbu ki O, İran’ın ülkemizdeki bir kısım ajanlık faaliyetlerine ilk defa değiniyor da değildi. Yıllar önce yazdığı bir yazısında, “Şeytanın boynundaki madalyonun bir yüzü İsrail’i gösteriyorsa diğeri İran’ı gösterir.” ifadelerini kullanmıştı. Gültekin Avcı mahkeme tarafından tutuklandı ve Silivri Cezaevi’ne gönderildi.
Eşi Nurdan Avcı 21 Eylül tarihinde sosyal medyadan bir fotoğraf paylaştı. O fotoğrafta Gültekin Avcı’nın üç buçuk yaşındaki oğlu Asaf, televizyon ekranındaki babasının resmini öpüyordu. Nurdan Avcı fotoğrafın altına da şu notu yazdı. “Bedel ödemeyi göze alanlar özgürdür. Kimisi üç buçuk yaşında başlar bedel ödemeye, çok şükür.” Gültekin Avcı özgürlüğün bedelini yalnız ödemiyordu.
Tutuklanmasının birkaç gün ardından Gültekin Avcı cezaevinden, eşi Nurdan Avcı’ya duygu yüklü bir mektup yazdı; “İstemezdim senden böyle ayrılmayı. Gözlerine bakmadan geçecek günlere uyanmayı. Sensiz ve sessiz eylüllerle buluşmayı. Asla istemezdim. Ama Vonnegut’un dediği gibi ‘hayat bu’ gülüm. Ayrılıkların ve ıstırapların bizi nerede beklediği meçhul. Ekranda ve gazetelerde beni gösterip, ‘Bu gazeteciyi çok seviyorum’ diyordun. Senin sevgi dolu çaylarını içerken yazdığı yazılar, o gazeteciyi terörist, darbeci ve casus yaptı. Bana zorla ve hileyle giydirdikleri kara pelerinin bedeli ağırlaştırılmış müebbet artı yirmi yıl ediyor. Olsun be Nora. İsterse idamı geri getirip darağacına çıkarsınlar. Asla boyun eğmedim bu faşizanlığa ve hukuksuzluğa. Sen de beni bu halimle sevmedin mi? Bizim sevgimiz bu dünyaya sığmaz, ötelerde de seveceğiz demedik mi? Juliet Hugo’ya hayatını verdi, sen de bana.
Geceleri yatmadan önce hücremin duvarlarına bakıyorum. Artık çayımı kendim yapıyorum, olduğu kadar. Bulaşıklarımı kendim yıkıyorum Nora. Tozlu ve kirli fayansları siliyorum, suçsuz yüzümü görünceye kadar. Soğuk yemekler yiyorum, buradaki herkes gibi. Ama kalbim hâlâ sımsıcak. Senin ve yavrularımın sıcaklığıyla dolu. Bebek kokulu Asaf’ıma iyi bak. Onu hiç yalnız bırakma. Polisler beni götürürken, kırık dökük çocuk lisanıyla, ‘Nereye götürüyorlar babamı’ diye ağladı. Hâlâ kor gibi kalbimde duruyor. Küçük metal arabaları paylaşmıştık Asaf’ımla. Benimkileri de kitaplarımın arasından al ona ver. Benim için Asaf’ımın burnunu kokla. Sonbahar benim mevsimim. Bu defa yakıcı bir hazan getirdi bize. Solgun ve kuru yapraklar gibi savrulduk faşizan rüzgârlarda. Bu ülkede gazeteci olmak avucunda kor tutmak gibi. Varsın avucum delinsin. Ama kalbimde nice kardelenler açıyor. Bu kardelenler bizim şarkımızı söylüyor Nora.
Bir gün belki biri hukuku mezardan çıkarır. Belki yazımı yazarken yine çay yaparsın bana. Belki yine sorarım, ‘Bugün ne yazayım’ diye sana. Islak gözlerle bakma dünyaya. Gazetecileri hizaya getirmeye çalışan zorbaların ve idraksiz yandaşlarının hepsini toplasan, senin bir damla gözyaşın etmez. Hoşçakal canım Nurdan. Sevgiyle, aşkla, hasretle, umutla…”
Gültekin Bey Silivri Cezaevi günlerini kitap okuyarak geçiriyor, bu okumalar çoğu kere sabahlara kadar sürüyordu. “Kitaplarla zorba duvarların gaddar yüzünü daha az hissediyorum” diyordu. A-1 Koridorundaki tek kişilik koğuşunda tam bir tecrit altındaydı. Konuşabileceği tek bir insan yoktu. Yan tarafındaki koğuşta Hakim Süleyman Karaçöl, diğer tarafında ise gazeteci Cevheri Güven bulunuyordu. Murat Çapan, Can Dündar ve Erdem Gül de aynı koridordaki hücrelerinde kalıyorlardı. Yan koğuştaki kişiyle biraz konuşabilmek için tek bir yol vardı. Yerde bulunan kanalizasyon mazgalına ağzını dayayıp, demir mazgaldan boşluğa bağırmak. Yan koğuştaki kişiyle üç beş kelime konuşabilmenin yolu buydu, üstelik mazgaldan kesif bir kanalizasyon kokusu geliyordu.
Kış günü kaloriferler odayı ısıtmaya çalışırken hücrenin bahçe kapısı görevliler tarafından açık bırakılıyor, Gültekin Avcı içeriye dolan soğuk ile üşüyerek uyanıyordu. Görevliler, O uyuyamasın diye, sabahın köründe ışıkları açık bırakıp gidiyorlardı.
Bu cezaevi günlerinde Gültekin Avcı sağlığını da epey kaybetti. Savcılık yıllarında yaşadığı sıkıntılardan dolayı ileri derecede sakinleştiriciler kullanmak zorunda kalmıştı ve dört kez de şuurunu kaybetmişti. Aynı rahatsızlıkları cezaevinde yeniden nüksetti. Buna rağmen O, “Unutulmak ölülerin ikinci kefenidir. Bir gün beni unutsalar bile, Hidayet Karaca, Cevheri Güven, Mehmet Baransu, Murat Çapan, Can Dündar ve Erdem Gül’ü unutmasınlar. Kalemleriyle faşizme meydan okuyanları unutmasınlar” diyordu.
Yedi ayın sonunda otuz üç sayfalık bir iddianame yazıldı. İddianamenin yarısı Gültekin Avcı’nın yazdığı makalelerden, diğer yarısı da Selam Tevhit Örgütü ile ilgili değerlendirmelerden oluşuyordu. Öylesine özensiz bir şekilde hazırlanmıştı ki, tek amacın O’nu hapiste olabildiğince uzun tutabilmek olduğu görülüyordu. Otuz üç sayfalık bir iddianameyle ona müebbet ve yetmiş beş yıl hapis isteniyordu.
Bir duruşmada Gültekin Avcı savunmasını yapıp iddianamenin hukuksuzluğunu anlattıktan sonra hakime “Gördüğünüz gibi ortada bir suç yok. Beni serbest bırakmanız gerekir.” deyince hakim, “Acelen ne, ileride suçun bulunur.” deyiverdi. Yapılanın bir yargılama değil, O’nu olabildiğince uzun bir süre içeride tutabilme çabası olduğu ortadaydı.
Dokuz ayın sonunda mahkemece serbest bırakıldı. Silivri Cezaevi çıkışında “Yer altından yer üstüne çıktık ama, esaretten özgürlüğe çıktığımızı söyleyemeyiz.Türkiye özgür bir ülke değil.” dedi. Altı makalesinden dolayı dokuz ayını kaybetmesine neden olanlara hakkını helal etmediğini ifade etti.
Gültekin Avcı serbest kaldıktan bir ay kadar sonra ülkede darbe girişimi gerçekleşti. 25 Ağustos günü, İzmir’de bir kez daha gözaltına alındı. Yargı camiasında askeri vesayete ilk başkaldıran adamdı. “Ülkenin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engel Genelkurmay bürokrasisidir, generaller sivil mahkemelerde yargılanmalıdır.” demişti. Bu söylem ve yazılarından dolayı mesleğinde sürgün edilmiş, hakkında soruşturma açılmıştı. Buna rağmen, darbecilik ithamıyla tutuklandı.
Üstelik bu kez, darbenin rüzgarını da arkalarına alan siyasal iktidara yakın kalemler, O’nun hakkında hakaret boyutunun çok ötesinde sözler söylüyorlardı. O’nun 2007 yılında verdiği bir röportajda, gerçekleşecek olan 15 Temmuz darbesinden bahsettiğini iddia ettiler. Halbuki o röportajda Gültekin Avcı ordu içerisindeki darbeci anlayışa vurgu yapıyor, muhtemel bir darbeden bahsediyordu. “Bu seferki ihtilal vatana en büyük ihanet olacak. Beklenen ihtilal (umarız olmaz) Türk milletine savaş ilan etmek manasını taşımaktadır.” diyordu.
Gültekin Avcı ikinci kez girdiği cezaevinde şimdi sekizinci ayını doldurdu. Sokrates’i idam edenler şimdi vicdanlı toplumların lanet sayfalarında anılıyor. Buna sessiz kalan Atinalılar da hala o utançla yaşıyor. Tarih herkesi bir şekilde anacak. Gültekin Avcı’yı cezaevinde unutmayın. Unutmayın ki, o utançla yaşamak zorunda kalmayalım.
Magduriyetler.com