Süreyya yayınları Fethullah Gülen Hocaefendi'nin yeni bir kitabını yayınladı: Gönül Nağmeleri .Bu kitabın en dikkat çekici özelliği, 1970-80 yılları arası Hocaefendi’ nin çoğunlukla İzmir Bornova Merkez camii, Kestane pazarı camii ve Edremit Alemizade Sırönü camiinde verdiği hutbelerden meydana gelmesidir.
Bu kitabın yayınlanması o dönem hutbeleri bizzat dinleyerek büyüyen, iman, ibadet ve hizmet aşk ve heyecanını bu hutbelerle kazanmış olan belli yaştaki hizmet insanlarını oldukça duygulandırmış, bir o kadar da heyecanlandırmıştı. Bu heyecanı yaşama fırsatı bulmuş bir grup hizmet insanı ‘Hizmetten’ video kanalında değerli Mehmet Yıldız beyefendi ile beraber bir programa katılarak o hutbeleri dinledikleri esnada yaşadıklarını, hissiyatlarını izleyicilerle paylaşarak o günlere erişenlere tatlı bir hatıra sundular.
O günkü Hizmet gençliğinin heyecanı
Bizler de 70’li yılların sonunda İzmir İHL’ de talebe iken bu hutbelerin bazılarını canlı olarak dinleme imkânı bulmuştuk. Bazı Cumalar devamsızlık hakkımızı kullanır ve arkadaşlarla Bornova’ya Cuma vaazını dinlemeye giderdik. Camiye yaklaştığımız zaman vaaza gelenlerden dolayı o civarda bir kalabalık olduğu dikkat çekerdi. Bornova Merkez camii o zaman İzmir’in en büyük camilerinden biriydi. Öyle olduğu halde daha vaaz başlamadan camii lebalep dolduğu gibi cemaat avluya da taşar, hatta bazı yaz günleri avluyu da aşıp sokağa da taştığı olurdu. Vaaza kadınlar da gelirdi. Onlar için camiinin üst katı tahsis edilmişti. O günler için bir vaazdan dolayı caminin dolması hele daha vaaz başlamadan saatler önce bir caminin böylesine bir izdihama maruz kalması az görülen bir vakıaydı. Vaazı dinleyenler sadece o semtten, o ilden değil Türkiye’nin dört bir tarafından gelen cemaatten oluşuyordu. Fakat camide en çok dikkati çeken hususlardan biri cemaatin ekseriyetini üniversite gençliğinin oluşturmasıydı.
Hocaefendi vaazlarında -Cemal Türk hocamızın yerinde bir tespitine göre-, Cibril hadisini, yani İman, İslam ve İhsan’ı ve bu konuların blokajını oluşturan konular silsilesini anlatıyordu. Fakat biz liseli gençler olarak daha çok hutbeyi beklerdik. Hutbe bizler için tam bir merak konusuydu. Acaba Hoca Efendi hutbede hangi konuyu anlatacak? Anlatırken asr-ı saadetteki hangi olaydan hangi sahabeden bahsedecek? Hutbede cemaatin hissiyatı nasıl olacak? Acaba Hocaefendi duygulanacak mı? Cemaat içinde kendinden geçip coşan, ağlayan, feryat-ı figan eden ‘Allah’ diyen çıkacak mı? Evet gençlik heyecanlarımızla daha çok bunu merak ederdik? Gidemediğimiz cumalarda ise, akşam okuldan dönünce, cuma namazını Hoca Efendi’nin arkasında kılmış arkadaşları arar bulur, merakla cuma vaazı ve hutbesinin nasıl geçtiğini sorardık. ‘Nasıl oldu? Ne anlattı? Cemaat coştu mu?’ Hele coşku ve heyecanın zirve yaptığı bazı hutbelerde vaaza gidememenin hayıflanmasını yaşardık. Hemen en kısa zamanda bir kaset temin eder ve dinlerdik. O günlerde o haftanın hutbe ve konusu, bahsedilen sahabe ,anlatılan olay hizmet aktüalitesinin en önemli konusu olurdu.
Bu duygu ve coşku selinin vaazlar esnasında da yaşandığı çok olurdu. O gün için gerek vaazlarda gerekse de hutbede, hatibi bu kadar ciddiyet, dikkat, iştiyak ve heyecan içinde dinleyen bir başka cemaat göstermek zordu. O camideki samimi sıcak atmosfer cemaatin fertleri arasındaki münasebetlere de tesir ederdi. Vaazdan sonra insanlar birbirleriyle sarmaş dolaş olur, sohbet eder ve hasret giderirlerdi. Cemaat sadece o günkü vaazı dinlemekle iktifa etmez, vaazdan sonra Safa Zemzem kitapevine giderek hem o günün vaazının hem de geçmiş haftaların vaaz ve hutbelerinin çoğaltılan kasetlerini alır, onları vaazlara gelemeyenlere dinletmek, hediye etmek üzere memleketlerine götürürlerdi. O günün hizmet insanları için ,ulaşabildikleri herkese bu vaaz ve hutbeleri dinletmek önemli bir hizmetti. Hutbeler gerçekten tesirli idi. Zira bu vaaz ve hutbeleri dinleyip de imanını kazanmış/korumuş, Allah karşısında bir abd (kul) olduğunu öğrenmiş yüzbinlerce insan vardı. Cuma günü vaazı dinleyen bilhassa şehir dışından gelen misafirler o gün İzmir ve civarındaki hizmet insanları tarafından ağırlanır , hemen geri dönmeyenler o akşam aynı camide yapılan, daha sonraları “Sorular ve Çıkış Yolları” ismiyle kasetler halinde piyasaya çıkan “soru-cevap” sohbetine katılırlardı.
Hutbenin hatibi
Bu hutbelerde hatip Fethullah Gülen Hocaefendi, muhatapları o günün Anadolu insanı ve gençliği, ele aldığı konular ise iman, Allah’a kulluk, ihsan altyapısı ile hizmet ve gaye-i hayal yörüngeli mevzulardı.
İzmir o dönemler dinsizliğin moda, komünizm hareketlerinin oldukça yaygın olduğu bir ildi. O zamanlarda lise ve üniversitelerde namaz kılmak şöyle dursun Allah demek bile kavga sebebiydi. Hocaefendi Edirne’de kısmen böyle bir kesime karşı tecrübe kazanmıştı. Onun için, üniversite talebelerinin bir hayli yoğun olduğu bu ilde vaaz ve hutbe verirken , dikkat çekici ,onlara hitap edecek bir üslup takip etmişti. O da ,alışılagelmiş klasik üslubun dışında yani sadece nakle ve kuru hamasete dayalı, ilmi ve aklı geri plana atan bir üslupla değil de ,nakille beraber kalp ve kafayı bir araya getiren, meseleleri hem ilmi hem de dini olarak ele alan bir üslup idi.
Fethullah Gülen Hoca Efendi, kürsü ile ilk defa, babası Ramiz Hoca Alvar ’da imam olduğu dönemde henüz on dört yaşında iken tanışmıştı. O henüz on dört yaşında Erzurum’da bir medrese talebesi iken Kazım ağa bir cuma namazı öncesi emr-i vaki ile eline aldığı sarığı genç Fethullah’ ın başına sarmış, elinden tutup, vaaz etmesi için Alvar camii kürsüsüne çıkarmıştı. O günden bu yana bir tarafta kendi gayret ve çabası diğer tarafta da büyüklerinin bilhassa merhum Alvar İmam’ının dualarıyla vaaz vermeye ,konuşmaya başlamıştı. Edirne’de imamlık vazifesine başlayıncaya kadar değişik zamanlarda ara sıra Erzurum’da da vaaz ve hutbe vermişti. Fakat düzenli hutbe vermeye başladığı dönem Edirne’de Üç Şerefeli camide vazifeli olduğu dönemdir.
İrticali konuşması ve hitabeti
Hoca Efendi -bilindiği kadarıyla- hutbelerini hep irticalen vermiş, yazılı bir metinden okumamıştır. 1970-80 arası hutbelerin takriben yarım saat kadar sürdüğü düşünülecek olursa orta seviyede bir makale kadar uzun olan böyle bir hutbeyi irticalen arz etmek katiyen bir ezber meselesi değildir. Bu hutbeler ilim, hikmet, akıl, mantık, his alaşımlı içte pişirile pişirile hazmedilmiş ,gönülden dışa sunulmuş birer hitabet ziyafetidir. Hitabet derken de sadece sanat yönü olan kuru bir nutuk kastedilmemektedir. Hitabet sanatını bir araç olarak kullanmakla birlikte ilim ve hikmetle başlayan akıl ve mantıkla örgülenen, insandaki his ve heyecanı harekete geçiren ,sinedeki dert ve ıstırabın sesi soluğu olan bir hitabet. Erzurumluların ‘Dertli söylegen olur’ dedikleri gibi o günkü neslin imansızlığı karşısında dertten sinesi şak şak olan Fethullah Gülen Hoca Efendi ,meseleleri ilim-marifet, akıl-mantık ve his dengesi içinde ele alarak milletin bağrına bir tohum gibi serpmiş, insanımızda yeniden ‘diriliş’ adına bir bahar hazırlığı yapmıştır. Bu hutbeler bir dert bir ıstırab eseri olduğu kadar aynı zamanda içteki ihlas ve samimiyetinde bir göstergesidir. Zira bu hutbeleri dinleyen pek çok insan o konuşmalardaki samimiyetin tesiriyle imana, kulluğa ve insaniyete uyanmış, her birerleri ,içinde yaşadıkları topluma ekstra değer katan yararlı bir insan haline gelmişlerdir.
Cübbe ve sarığı
Hoca Efendi vaaz ve hutbeye çıkarken alışılagelen cübbe ve sarık yerine orijinal ,dikkat çekici ve göze hoş gelen, kenarları sarı sırmalı, yakasız, bazen siyah bazen deve tüyü rengi bazen bej bazen de beyaz renkli, daha çok Arapların yaygın olarak kullandıkları kolsuz cübbeden giyerek çıkardı. Sarığı ise taylasanlı idi. Keçe kavuğa özenle sarılmış bembeyaz sarık bezi, arka kısmından, bir şerit halinde omuzlara kadar uzayan bir vaziyette olurdu. Hoca Efendinin vaazlarda kullandığı bu alışılmışın dışındaki kostüm, vaaz, hutbe ve Hoca Efendinin farklılığının önemli bir remzi idi.
Cuma namazı ve hutbenin akışı
Cuma namazının sünneti bittiğinde müezzin iç ezanı okumaya başlar. Cuma’nın ilk sünnetini minberin hemen önünde kılan Hoca Efendi ezanla birlikte minbere doğru yönelir ve ağır ağır sağ ayakla minbere çıkarken içinden de dualar okurdu. En son yedinci merdivene gelince son duasını okur ve cemaate yönelerek minberde ezan bitinceye kadar otururdu. İç ezan bitince ayağa kalkar ve derin bir konsantrasyon içinde bazen gözlerini de kapatarak ağır ağır, tane tane kendine has bir eda ile hutbe dualarını okur. Sonra da ‘Muhterem Müslümanlar!’ diyerek hutbeye başlardı.
Hocaefendi her hutbesine bir ayeti serlevha yaparak başlar, o ayetin gölgesinde bazen vaazın devamı olan bir konuyu, bazen de müstakil bir mevzuyu ele alırdı. Hutbelerine başlarken hiçbir zaman ‘Hutbemizin konusu şudur’ demez böylelikle de, dinleyenlerin hutbeyi ilgi ve merakla takip etmelerini temin ederdi. Hutbe adeta bir çiçeğin katmer katmer açılması veya bir cerrahın ameliyatta, neşteriyle ,yavaş yavaş hastalıklı noktaya doğru ilerlemesi gibi , mevzuya aheste aheste girer ve her bir cümle ile mevzuya yeni bir derinlik kazandırarak konunun ana merkezine doğru ilerledi. Hutbede söylediği hususlar insanı insan yapan bütün noktalara; akla, mantığa, kalbe, ruha, vicdana, şuura, hisse, zihni fonksiyonlara ve iradeye hitap eder ve onları beslerdi. Bütün bu merkezleri doyurduktan sonra iş ,meseleyi realitede müşahhaslaştırma noktasına gelirdi. O işin olabilirliğini, olduğunu, tekrar olabileceğini göze göstermek, nefsi ikna etmek için ‘Müşahhaslaştırma’ prensibi gereği günümüzden, yakın tarihten, asr-ı saadetten birkaç misal anlatırdı. Bu misal adeta bir dantela gibi örgülenen mevzuya son bir noktanın konulması, muhatabın zihninde bir abide gibi inşa edilen düşüncenin en nadide yerine bir tacın yerleştirilmesi gibi olurdu. Hoca Efendi’nin mevzuyu sunuştaki (beyan) ali üslubu ,konuşmasındaki intizam, insicam ve akıcılığı, meseleleri sebep-sonuç ilişkisi içerisinde ele alışı, akıl-mantık ve realiteye uygun takdimi, ruha, vicdana ve kalbe hitap eden samimi ses tonu, döktüğü gözyaşları ,hadiseyi yaşayışı dinleyenleri adeta mest-ü mahmur hale getirir, cemaatten bazıları, o atmosferde sanki yağda kızaran bir mısır tanesi gibi ,içi içine sığmaz bir hal kazanırdı. His ve heyecan tufanıyla anlatılan bu misal ile adeta birden patlar ve yürekleri yarılırcasına “Allah, Allah!” der ,kendilerinden geçerlerdi. Onların bu hali sanki zincirleme reaksiyon gibi diğerlerine de tesir eder, herkes gözyaşlarına boğulur, camideki cemaatin duygu debisi bir anda yükselirdi. Cemaatin hissiyatı ne kadar yüksek olursa olsun ,en hisli olduğu zamanlarda bile Hocaefendi, Kur’an ve Sünnet’ in temel kriterlerinden asla ayrılmaz, söyleyeceği şeyleri hep bu iki önemli kaynağa bağlı kalarak , akıl, mantık, realite ve his dengesi içerisinde söylerdi. Hoca Efendi’nin Allah vergisi mikrofonik sesi, kelimeleri telaffuzundaki düzgünlüğü, ayet ve hadisleri tonlaması, konuya göre konuşmasında yaptığı vurgu, iniş ve çıkışlar, anlattığı meselelere hakimiyeti, seri ama tane tane ‘eee, ıııı’ sız düzgün ve akıcı konuşması, kelime haznesinin genişliği gibi faktörlerde sebepler planında hitabetine müessiriyet kazandıran önemli hususlardı.
Hutbelerdeki hissiyat ve gözyaşlarının hutbe sonrası dualara ve Cuma namazına taştığı da görülürdü. Bazen hutbe biter, Hocaefendi son duaları okur ,fakat, hala hem kendisi hem de cemaatin ağlamaya devam ettiği olurdu. Hoca Efendi hutbenin sonunda “Allah adaleti, hatta adaletten de fazla olarak ihsanı, en güzel davranışı ve muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder. Hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl, 90) ayetini kısa bir mealle iki üç cümle halinde açıklardı. Bu açıklama sanki ikinci kısa bir hutbe yerine geçerdi. Daha sonra ise müezzinin kameti eşliğinde yavaş yavaş minberden iner ve Cuma namazını kıldırmaya geçerdi. Hoca efendinin namaz kıldırması ve kıraati ise bir başka güzeldi. Kur’an’ı hafif tatlı bir makamla, hazinane okur bazen de ağlar ,ağlatırdı. O günlerdeki Cuma namazı Vaazları, hutbesi ve namazıyla ilim, irfan ve aksiyon ruhunun kol kola beraber yaşandığı manevi bir atmosfer olarak emsalsiz hizmetlere vesile oldu. Yıllar geçse de o hutbeleri dinleyen herkes onda o günkü aynı manevi atmosferi , aynı huzuru bulabilir, gözyaşları ile yunabilir.
Hitabet vardır kişiyi ,hitabet vardır orduları, hitabet vardır bütün bir milleti harekete geçirir. Bu hutbe ve hitabeler de hiç şüphesiz maneviyat ve fazilette ölmüş bir milleti, onların gönül ve vicdan dünyalarını harekete geçirmiştir. Onlarda, yeniden insan olma, gerçek manada Müslüman olma aşk ve heyecanını uyandırmıştır. Bu hutbelerle yetişen ,kendini imana ve insanlığa hizmete adamış bir nesil vardır. Bu hutbeler ümitsiz insanımıza ümit özgüvensiz insanımıza güven aşılamış, onlara, dünyaya yeni bir şeyler katabilecekleri inancını vermiştir.
Bu hutbeler hitabet tarihindeki yerini mutlaka alacaktır. Bizlere yetiştiğimiz o atmosferi hatırlatan bu güzel eseri hazırladıkları için Süreyya yayınevine, kitabı yayına hazırlayanlara minnettarız. Çoğu kere ıstıraptan iki büklüm olarak verdiği o güzel hutbeleri ile salih bir neslin yetişmesine zemin hazırlayan değerli hocamıza da Allah’ dan sağlık sıhhat ve afiyet diliyoruz.