Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmet ile ilgili hatıraları Hocaefendi’nin hayatı etrafında anlatan Tarık Burak'ın yazı dizisinin 11'inci bölümünü yayımlıyoruz.
Gönülleri fetheden genç bir hoca / Âşık-ı sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi-11
TARIK BURAK
Kader, Hocaefendi’nin yolunu bir başka çiziyordu. Hayatının baharında, kara trenle Edirne'ye doğru elinde tahta bavuluyla çıktığı bu yolculuk durmadan devam edecekti. Hüzünler, gurbetler, hapisler, mayınlı tarlalar, kürsülerdeki gözyaşları, yokluk ve zorluklar onun kaderi olacaktı.
Hocaefendi’nin Hüseyin Top isimli akrabası Edirne’de hocalık yapıyordu. Aynı zamanda Osmanlı Devleti’ne uzun yıllar başkentlik yapan Edirne, annesinin akrabası olan Şükrü Paşa’nın ismiyle özdeşleşmişti. Tarihte Edirne’yi savunan komutan olarak geçiyordu. Hocaefendi’nin büyükannesi Hatice Hanım, Şükrü Paşa’nın yeğeniydi.
“Edirne'de Hüseyin Top Hoca vardı. Bizim akrabamızdı. Bana sahip çıkar diye oraya gitmem uygun görülmüştü. 'Seyahat Ya Resülallah!' dedik ve Edirne'ye doğru yola çıktık.”
Hocaefendi: “Erzurum’dan Edirne’ye giderken, ‘Mukaddes Göç’ yazısında anlattıklarımın heyecanı içindeydim.” der.
Fethullah Gülen Hocaefendi, Erzurum'dan yola çıktı ve Edirne'ye giderken, yol güzergahında bazı yerlere uğradı. Önce Ankara'da Hacıbayram'daki arkadaşlarını ziyaret etti. Burada üç gün kaldı. Diyanetin açacağı vaizlik imtihanı konusunda bilgi aldı. Türk Hava Kurumu Başkanlığı ve milletvekilliği yapmış baba dostu Mustafa Zeren'in Bahçelievler'deki evinde bir gece kaldı. Sonra İstanbul'a uğradı. Burada, birkaç gün Erzurum Oteli'nde kaldı. Hocaefendi seyahati boyunca en olumsuz şartlarda bile ibadetini asla ihmal etmedi. İstanbul’dayken vakit namazlarını daha ziyade Hocapaşa Camii’nde kıldı.
“İstanbul'da da birkaç gün kaldım. Sirkeci'de Erzurumlular’ın kaldığı meşhur Erzurum Oteli vardır. 3. Sınıf bir otel. Zaten şark halkı fakir; böyle bir otel onlar için ideal. Yatakları, çarşafları işte öyle bir oteldi ve beni sabaha kadar kaşındırırdı. Çok da gürültülü bir yerdi. Ama Erzurum'dan kalkıp İstanbul'a kim gitse ona bu otel tavsiye edilirdi. Daha sonraları da o otelde kaldım. Başkasına gittiğim az vakidir. Otelin yakınında Hocapaşa Camii var. O camide çok namaz kılmışımdır. Sami Efendi Hazretleri’nin müritleri bu camiye gelirlerdi. Tabii ki ben bunu daha sonra öğrenecektim.”
Hocaefendi, daha sonra Sirkeci Garı’nda trene binerek Edirne’ye hareket etti. Tren Edirne'ye gece yarısı vardı. Diğer yolcularla birlikte uyuyakalmıştı. Karaağaç İstasyonu'nda kondüktörler tarafından uyandırıldı. Yolcularla birlikte şehir merkezine kadar yarım saat yürüdü. O gece, daha sonra imamlık yapacağı Üç Şerefeli Camii’nin karşısında bulunan bir handa konakladı. Sabah erkenden babasının selamını ilettiği Hüseyin Top Hoca ile müftülüğe gittiler.
“Hüseyin Top Hoca beni İbrahim Efendi'ye (Edirne Müftü Vekili İbrahim Akın’a) götürdü. O beni biraz genç görmüş olacak ki imtihan etmesi gerektiğini söyledi. Ben kabul ettim. Şimdi hatırlayamayacağım bir kitabı rasgele açıp elime verdi ve 'Oku' dedi. Bu bir fıkıh kitabıydı. Çıkan yeri okuyup mana verdim. İbrahim Efendi dışarı çıkmamı söyledi.”
Hüseyin Top Hoca o günkü hatıralarını şöyle anlatıyor: “Ben Hocaefendi'yi aldım ve beraberce müftülüğe geldik. Müftülüğe o zamanlar İstanbul'dan hafız talebeler gelirdi. Onları imtihan eder, Arapça ve dini bilgilerini ölçerdik. Başarılı olanların ellerine müftülükten bir yazı verilir ve köylere gönderilirdi. Köy muhtarları hemen kabul ederlerdi. Hatta bazı köyler ikişer kişi hafız talebe isterlerdi. Bunlar oralarda mukabele ve hatim okuyor, namaz kıldırıyorlardı.
Hocaefendi'yi müftülüğe getirdik. Müftü vekili İbrahim Akın Bey vardı. Ben İbrahim Bey'e 'Hocam bu kardeşimiz hafızdır ve Arapça okumuştur, Ramazan ayında görev almak istiyor' dedim. 'Maşallah! bu yaşta hem hafız, hem de Arapça okumuş' dedi.. Önünde bir fıkıh kitabı vardı, adı da 'Kuduri'. Kitaptan bir yer açtı. 'Gel bakalım evladım, madem Arapça okumuşsun, şuradan şuraya kadar bir oku, anlat bakalım' dedi. Hocaefendi geldi, müftünün sağ tarafına geçti, ben de sol tarafına geçtim. Ne dereceye kadar Arapça okuduğunu bilmediğimden korkmaya başladım. İbareler harekesiz normal Arapça. Kur'an gibi üstünde veya altında hareke yok. Arapça bilmeyen okuyamaz, kem küm eder bocalar. İçimden de 'eyvah şimdi bir de okuyamazsa' dedim.
Hocaefendi o ibareye şöyle bir baktı ve 'Bismillahirrahmanirrahim' diyerek başladı okumaya. Tam denilen yere kadar tastamam okudu. Hiçbir yerde tık diye durmadı. Ben öyle bir ferahladım ki tarif edemem. Bu sefer Hocaefendi başladı okuduğu Arapça metnin tercümesini yapmaya.. Birkaç kelime henüz okumuştu ki müftü: 'tamam evladım tamam' dedi ve kitabı kapattı. Sonra 'evladım sen bir dışarı çık da biz Hüseyin Efendi ile senin için iyi bir yer düşünelim' dedi.
Hocaefendi dışarı çıktı. İbrahim Bey 'Maşallah ne güzel ibare okudu öyle.. Döndü bir de tercüme etmeye başladı, ben onun Arapça okumasından korktum, hemen kitabı kapatıverdim' dedi. Ben de ‘neden öyle yaptınız hocam?’ deyince 'yahu sorma okuduğu yerden bize bir şey sorar diye çekindim, cevap veremeyebilirdim, mahçup oluruz diye onun için susturdum' dedi.”
Bu genç hoca Trakya Bölgesi’ne gelen diğer hafız öğrencilerden daha başkaydı. Müftü yardımcısına verdiği cevaplarla dolu; dolu olduğu kadar olgun, vakur ve vazifesine düşkün biri olduğunu gösteriyordu. 'Bunu köylere göndermeyelim, burada Edirne'nin içinde bir vazife verelim' denildi. Yıldırım Mahallesi muhtarlığına verilmek üzere hemen bir görev yazısı hazırlandı. Görev zarfı genç Hocaefendi’nin eline tutuşturuldu. Akmescit Camii'nde göreve başladığı kendisine orada söylendi.
Hocaefendi, tahta bavulunu alarak Yıldırım Mahallesi'ndeki Akmescit Camii'nin yolunu tuttu. Orada Şaban Hoca’yı buldu. Kendisine kalacak yer ayarlandı. Hocaefendi, Ramazan boyunca Akmescit'te imamlık yapıp vaaz verdi.
Hocaefendi, bir ay boyunca Ramazan imamlığı diye gittiği Edirne'de 1959'dan 1965'e kadar arada iki sene askerliği hariç tutulursa tam dört yıl kaldı.
Kader, Hocaefendi’nin yolunu bir başka çiziyordu. Hayatının baharında, kara trenle Edirne'ye doğru elinde tahta bavuluyla çıktığı bu yolculuk durmadan devam edecekti. Hüzünler, gurbetler, hapisler, mayınlı tarlalar, kürsülerdeki gözyaşları, yokluk ve zorluklar onun kaderi olacaktı.
Hocaefendi, Akmescit Camii'nde (1959)
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bir iki eşyasını taşıdığı tahta bavulundan başka bir şeyi yoktu. Akmescit'te Fevzi Balnik adında yaşlı bir adamın evinde kalacağı yer ayarlanmıştı. Ramazan ayında tutulan imam veya hocanın yeme-içme, barınma ve temizlik gibi ihtiyaçları bütün mahalleliler tarafından sırayla giderilirdi. Yıldırım Hacı Sarraf Mahallesi muhtarlığında birinci aza olan Mehmet ve Muhip Çamlıöz'ün babası Halil Çavuş bu işlerle bizzat ilgileniyordu. Çünkü Hocaefendi'nin bir düzeni ve ev ortamı yoktu. Kaldığı yer yaşlı bir amcanın verdiği tek odalı yerdi. Ne yemek yapacak eşyası, ne de parası vardı. Zaten Hocaefendi de boğazına düşkün değildi. Biraz çorba ve tek çeşit yemekle hem iftarda hem sahurda yetiniyordu. Hatta onu da yemeği getiren arkadaşla yiyordu.
Hocaefendi, ilk vazife yaptığı Akmescit Camii'nde cemaatle hemen kaynaştı ve onlarla sohbetlere başladı. Orada Ramazan boyunca bir ay gibi kısa bir müddet kalmasına rağmen sözleri, davranışları ve temizliği çok dikkat çekti.
Mehmet Çamlıöz o günleri şöyle anlatıyor:
“1959 yılı Ramazan ayına tekabül eden günlerde askerden terhis olmuş ve artık Edirne'deydim. Hüseyin Top Hocamız, Fethullah Hocaefendi'yi mahallemize Ramazan hocası olarak getirdi. Önceki senelerde olduğu gibi her sene Ramazan hocası gelirdi.
Hocaefendi bizim Yıldırım mahallesine geldiğinde ilk akşam bizde misafirdi. Ben de evdeydim. O akşam Allah ne verdiyse yedik. Babam bana 'hoca seninle beraber kalsın' dedi. Fakat Hocaefendi kabul etmedi. 'Kesinlikle olmaz, biz ev tuttuk, ben o eve gideceğim' dedi. Önce teravih namazına gittik. Teravihten sonra kaldığı evine gitti.
O Ramazan ayında ilk defa Hocaefendi ile tanışmış olduk. Büyük insanlarda görebileceğimiz bir olgunluk vardı üzerinde. Askerden daha yeni gelmiştim. Kur'an ve dini bilgilerimiz yoktu. Kendisi askere gidinceye kadar iki sene boyunca ona talebelik yaptım. Kur'an okumayı ve alfabeyi o öğretti bize, Allah razı olsun. Babam Hocaefendi'yle çok iyi görüşürdü. Hüseyin Top hocamız babama 'Çavuş Ağa, bu getirdiğim arkadaş çok titiz, boğazını pek sevmez ama ne olur temiz olsun, bir kap olsun fazlaya kaçmasın' diye tembih ediyor. Babam bunu öğreniyor ve ona göre davranıyordu.
Ramazanda geceleri teravih namazından sonra odasında toplanırdık, sohbet ediyordu bize. Soru soranlara cevaplandırıyordu. Vakurdu, sinirlenmezdi, çok sakindi. Aynen bugünkü gibi gözlerimin önünde duruyor. Ramazan boyu hep aynı pantolonu, aynı ceketi giyerdi ama görsen sanki hiç giyilmemiş gibiydi. Artık gece mi temizlerdi, gündüz mü temizlerdi bilemem ama giyimi çok temizdi. Ona 'Hocam nasıl yapıyorsun, ceketin, gömleğin, pantolonun hep ütülü' derdik. ‘Siz ona karışmayın’ derdi bize.
Burada, Yıldırım'da bir ay kalınca mahallenin ileri gelenleri Hocaefendi'yi kaçırmak istemediler. Konuşmalarıyla, davranışlarıyla çok beğenildi. Hatta onu evlendirmek bile istediler. Ama Hocaefendi kesinlikle kabul etmedi.
Hüseyin Top Hocam, Yıldırım'dan evlenmişti. O zaman kimin kızını isteseler Hocaefendi'ye verirlerdi burada. Babam, Hocaefendi'ye gidip 'böyle bir teklif var, ne diyorsun' diye fikrini soruyor. Fakat kabul etmiyor. ‘Öyle bir şeyi kesinlikle kabul etmiyorum ve öyle bir niyetim yok’ diyor.”
Muhip Çamlıöz Anlatıyor:
“… Bizler çiftçilikle geçiniyoruz. Elhamdülillah Risale-i Nurları ve Hocaefendi'yi tanıdıktan sonra kendimizi kurtardık. Yoksa namaz falan yoktu bizde. Babamlar Yunanistan'da hocalardan dualar falan öğrenmişler ama ibadet şuuru diye bir şey yoktu yani.
Hocaefendi bu mahalleye geldiğinde biz yeni yeni namaza başladık, Müslümanlığı ondan öğreniyorduk. Vaazları ve sohbetleri bizi camiye çekti. Ondan evvel hiçbir şey duymadık ve görmedik. Trakya halkı hep böyleydi, dinde çok zayıftı. Burası çok harp görmüş. Yunan Harbi, Bulgar Harbi, Alman Harbi ve hep savaş görmüş buranın halkı. Osmanlının medeniyet kurduğu yer burası. Buradaki gibi camiler Anadolu'da yok. Harplerde camiler boş kalmış, din görevlisi kalmamış. Şahsi düşüncem savaşlardan kaçmışlar din görevlileri. Kalsalardı camilerimiz boş kalmazdı. Baştakilerin de vazifesi camileri yıkıp kaldırmak olmuş.
Allah yardımcısı olsun. Zaten Allah hiçbir zaman Hocaefendi'ye yardımını esirgemedi. Öyle de oldu ve geçmişten bugüne geldi. Allah ondan razı olsun Risale-i Nur hizmetini Edirne'ye o getirdi. Cenabı Hakk onu cennetine koysun, Allah ondan ebediyen razı olsun.”
Vaizlik İmtihanı ve Menderes’in Düşen Uçağı
Hocaefendi, 1959 yılının Ramazan ayında zamanı gelen vaizlik imtihanı için Ankara'ya gitti. O günlerde yaşanan bir olay ülke gündeminde adeta bomba etkisi yaptı. İç siyasette muhalefet-iktidar gerilimi yaşanırken, dış politikada da Kıbrıs konusunda hareketlilik sürüyordu. 1955’te başlayan çatışmalar 1959 yılına kadar şiddetlenerek devam etmişti. Bu duruma BM el koydu ve Ada'da Türk ve Rum toplumları bulunduğunu teyid etti. Bu çerçevede Başbakan Adnan Menderes İngiltere, Türkiye ve Yunanistan arasındaki üçlü görüşmeler için Londra’ya hareket etti. Başbakan Menderes ve Türk heyetini taşıyan uçak Londra’da Gatwick Havaalanı yakınlarında 17 Şubat 1959’da düştü. 14 kişinin hayatını kaybettiği bu uçak kazasından Başbakan Menderes sağ kurtuldu.
Bediüzzaman, Demokrat Parti döneminde de çok büyük sıkıntılar yaşamasına rağmen Menderes'e dua ediyor ve talebeleri bunu açıkça biliyorlardı. Isparta'da bir sabah ders yaparken, 'Kardeşlerim, ben bu gece Menderes'e dua ettim' dedi. İşte o gün, Menderes İngiltere'de geçirmiş olduğu uçak kazasından sağ kurtulmuştu.
Fethullah Gülen Hocaefendi, 15 gün Ankara'da kalıp tekrar Edirne'ye döndü. Merakla sınav sonuçlarını bekliyordu. Bir müddet sonra Mustafa Zeren, Edirne Müftülüğü'ne telefon ederek imtihanı kazandığı notunu bıraktı. Bu müjdeyi Fethullah Gülen Hocaefendi’ye Hüseyin Top verdi.
Hocaefendi, bu sınavı kazanınca Diyanet’e bir dilekçeyle başvurup Edirne Müftülüğü görevine talip oldu. Ama yaşı ne vaizliğe ne de müftülüğe uygundu. Çünkü nüfus kaydına göre 1942 doğumlu olduğundan, devlet memuriyeti için gerekli olan 18 yaşını doldurmamıştı. Üstelik askerliğini de yapmamıştı.
O günleri şöyle anlatıyor Hocaefendi:
“Bir iki ay kadar Akmescit'te namaz kıldırdım, vaaz verdim. Zaten bu arada Ramazan ayı da gelmişti. O sıralarda vaizlik imtihanına girmek için Ankara'ya gittim. 15 gün kadar Ankara'da kalıp tekrar Edirne'ye döndüm. İmtihan neticeleri daha sonra belli olacaktı. Ve bir gün Edirne Müftülüğüne Ankara'dan bir telefon gelmiş. Arayan Mustafa Zeren'di. 'Yeğenimin gözlerinden öperim, imtihanı kazandı' diye bir mesaj bırakmış. Hüseyin Top yine çok sevinmiş. Çarşı pazar beni aramaya başlamış. Nihayet beni buldu, caddenin ortasında müjde verdi, boynuma sarıldı; 'İmtihanı kazandın' dedi. Bir dilekçe yazdım ve Edirne Müftülüğü’ne talip oldum. Diyanet'ten gelen cevap olumsuz oldu. 'Askerliğinizi yapmadığınız için sizi müftü tayin edemiyoruz' diyorlardı.”
Hüseyin Top Hoca, o günlerdeki sıkıntıyı şu şekilde ifade ediyor:
“Bilahare Hocaefendi'nin imtihanı kazandığına dair Ankara'ya gönderdiğimiz dosya Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan geri geldi. Baktık ki dosya onaylanmamış, ek yazıda Hocaefendi'nin henüz 18 yaşını doldurmadığı için vazifeye başlayamayacağı bildiriliyordu. O zaman nüfus sureti dolduruluyordu. Biz de ayı ve gününü dikkat etmediğimizden bilemedik 18 yaşını doldurup doldurmadığını. Nüfus kağıdının bir suretini dosyaya koyup göndermiştik. Görünüş itibariyle kalıplı idi Hocaefendi.
Dosya geri gelince biz üzüldük tabii. Diyanet görev vermeyince cemaat duydu bu olayı. Cemaatten bir avukat vardı, Hamdi Bey adında. Allah rahmet eylesin, Hocaefendi'yi çok severdi. Dosyanın Ankara'dan geldiği günlerde camiden çıkışta o eski avukat da avluda yanımızdaydı. Sohbet açıldı, Hocaefendi'nin vazifeye başlayamadığı falan konuşuluyordu. O, bizim Diyanet'e dosya gönderdiğimizi biliyordu. Ankara'dan cevap menfi gelince 'getirin bakayım şu yazıyı' dedi. Sonra Hocaefendi'nin nüfus cüzdanını istedi. Şöyle bir baktı: 'Daha 6 ay var 18 yaşını doldurmaya' dedi. Şöyle bir düşündü ve 'halledeceğiz bu işi' dedi. Bana dedi ki: 'Ben manevi babası olayım, sen de en yakın akrabası olarak bir muhakeme açalım, yaşını büyütüp bu işi halledelim.' Neyse aldı nüfus kağıdını gitti Hamdi Bey. Hemen savcılığa müracaat etmiş. Normalde muhakeme müracaattan 15 gün sonra olurdu. Hamdi Bey hemen gitmiş adliyede herkesle konuşmuş.
Üç dört gün ya geçti ya geçmedi Hamdi Bey elinde bir kağıtla geldi. 'Hocam biz muhakeme yaptık, Hocaefendi'nin yaşını büyüttük' dedi. Ne kadar büyüttüklerini bilmiyorum şimdi ama tasdikli kağıdı bana verdi. Aslında Hocaefendi 1938 doğumludur, ama babası 3 yaş geç yazdırdığından yaşı küçük görülüyordu. Fakat görünüşü olgundu, fidan gibi delikanlı idi.”
Hamdi Bey ve Edirne Başsavcısı Gani Bey’in yardımıyla Hocaefendi’nin nüfusta “1942” olan doğum tarihi mahkeme kararı ile “1941” olarak değiştirildi. Böylece yaşı bir yıl büyütülen Hocaefendi için imamlık yolu açılmış oldu.
Ülkenin Siyasetle Gerilen Ortamı
1959’da siyasi hayattaki söz düellosunun ve gerilimin etkileri, çeşitli yerlerde yavaş yavaş şiddetle kendini göstermeye başladı. Menderes’in geçirdiği uçak kazasıyla bir süre kesintiye uğrayan iç siyasetteki gerilim yeniden tırmanmaya başladı.
Muhalefet lideri İnönü, Uşak'a yaptığı ziyaret sırasında 1 Mayıs 1959'da kalabalık bir grubun saldırısına uğradı ve atılan bir taşla yaralandı. İnönü, 4 Mayıs’ta da İstanbul'da başka bir saldırıya maruz kaldı. CHP'lileri taşıyan otobüsler Çanakkale ve Denizli'de taşlandı.
Hocaefendi Edirne'de Nasıl Kaldı?
Hocaefendi, Ramazan ayı dolayısıyla geçici imamlık için gelmişti. Fakat Ramazan ayı bitiminde buradan onu göndermek istemediler. Ramazanın sonunda valizini hazırlamış Erzurum'a dönmek üzereyken esnaf ve mahalleli gitmemesi yönünde baskı yaptılar.
Hüseyin Efendi, o günleri şöyle anlatıyor:
“Ramazan sona ermek üzereydi. Tabii Hocaefendi Ramazan boyunca Edirne'de kalacak ve sonra Erzurum'a dönecekti. Biz de onun bavulunu hazırlıyoruz, oradaki akrabalarımıza, halamıza ve eniştemize, çoluk çocuğa hediyeler göndermek için bir şeyler temin ediyoruz. Bayram dolayısıyla dört gün tatil vermişlerdi. Bayramın üçüncü günü idi. Hocaefendi'nin görev yaptığı Akmescit Camii'ne gelip giden insanlardan 5-6 kişilik bir grup insan geldi bizim evimize. Adamlar yaşlı başlı insanlar. Grubun başında mahallenin ileri gelenlerinden Mehmet Salimoğlu diye bildiğimiz bir abimiz vardı. Buyur ettik onları, hep beraber bayramlaştık. Tabii ben ziyaretin iç yüzünü bilmiyorum, ben zannettim ki bayramlaşmaya gelmişler. Bana:'Hüseyin Efendi biz sana bir ricaya geldik' dediler. ‘Buyurun, Estağfirullah!’ dedim. Tabii onlar beni dört seneden beri tanıdıklarından, bir de orada cami yaptırma gayretlerimizden ötürü bana karşı bir yakınlık hissediyorlardı. Dediler ki: 'Biz bu kardeşimizi buradan salmayacağız, bu genç hoca bizi çok memnun etti ve tam Müslüman yaptı. Bak sen nasıl burada kaldın, o da böyle burada kalacak, biz onun gitmesini istemiyoruz' dediler.
Ben de 'Abiler, Hocaefendi henüz talebedir, annesi babası var, ben onun adına bir şey diyemem, kalırsa başımızın üstünde yeri var' dedim. Benden önce de Hocaefendi'ye söylemişler 'gitme, burada kal' diye. Ertesi gün müftülük açıldı. Aynı adamlar müftülüğe de geldiler. Müftü Efendi'ye de aynı isteklerini tekrarladılar ve 'biz bu genç hocayı mahallemizden bırakmak istemiyoruz, biz onun masrafını üstleniyoruz' dediler.
Hocaefendi Ramazan dolayısıyla geçici olarak orada kalacaktı. Ramazan bitince vazifesi de bitti.”
GELECEK BÖLÜM: Üç Şerefeli Camii’de ateşin bir genç...