Gül Pembesi Başörtüsü

Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, Sümeyye'nin Meriç'in karanlık ve derin sularında son bulan acı dolu hicret hikayesini kaleme aldı. Yazı video formatıyla Hizmetten'in Youtube kanalında izlenebilir.




Gül Pembesi Başörtüsü
Mah-ı Muharremdeyiz…
Alvarlı Efe Hazretleri ne güzel söyler;
"Bugün mâh-ı Muharremdir, muhibb-i hanedan ağlar.
Bugün Eyyam-ı mâtemdir, bugün âb-ı revân ağlar."
Rahmetli babam hep ağlayarak anlatırdı bize Kerbelâ'yı…
O ateş hâlâ yanıyor…
O gözyaşı hâlâ akıyor…
O kan hâlâ damlıyor…
Kerbelâ çölünde İmam Hüseyin son veda konuşmasında kardeşi Seyyide Zeyneb’e, “Kardeşim, Ehl-i Beyt kadınları ve kızları sana emanet,” diyor.
Seyyide Zeyneb’den cesareti ödünç almış olan nice kadınlarımız ve kızlarımız bu süreçte zalimlere kahramanca direndiler. Emanete sahip çıktılar. Onlardan biri de çok eskilerden tanıdığım ve çok değer verdiğim, ruhunun ufkuna yürümüş bir hizmet gönüllüsünün kızı Zeynep Gülşen…
İyi bir yazar ve şair olan Zeynep Gülşen, ülkesinde hapis yatmış. Bu süreçte birçok kadın gibi o da büyük acılar yaşamış ve sonra bir yol bulup yurt dışına çıkarak özgürlüğüne kavuşmuş.
Geçenlerde bana hapishane günlerindeki koğuş arkadaşı Sümeyye’nin hikâyesini göndermiş.
Zeynep Gülşen, “Kampın ilk günlerinin burukluğunu, yalnızlığını iyi bilirim,” diye başlıyor Sümeyye’nin hikayesine:
 “Bu yüzden kampa yeni gelenleri yemeğe davet ediyor, onların yalnızlıklarına çare olmaya çalışıyordum. 
Bir gün kampa yeni gelen genç  Hatice ve Ahmet çiftini yemeğe davet etmiştim.
Kısa bir tanışmadan sonra hikâyelerini sordum. Meriç’i aşıp buralara nasıl geldiklerini ve yolda yaşadıklarını anlatmaya başladılar. Anlatımda Sümeyye ismi dikkatimi çekti. Heyecanla:
“Sümeyye nereliydi, çocukların isimleri neydi?” dedim. 
Aldığım cevap zamanın durmasına yetmişti. Duygularım beni koğuştaki ranzanın üzerinde masumiyet simgesi gibi duran Sümeyye’ye götürdü. 
Ranzanın köşesinde oturmuş, iki büklüm yakarırken görürdüm onu. Nurdan bir abide gibi parlardı yüzü. Pek konuşmazdı. “Ranzanın ruhu olur mu?” dense hiç düşünmeden “Olmaz.” derdim. Ancak onu tanıdıktan sonra ranzanın da ruhunun olabileceğine inandım. Kimlere dua ederdi de öyle derin derin bakardı görünmeyen gökyüzüne? Neler tahayyül ederdi de yüzünde nice billur gölgeler gezinirdi?     
Her namaz ayrı bir güzellikti koğuş için. Sümeyye’nin sesi çok güzeldi. 
Öyle samimi çıkardı ki ayetler dilinden kalplerimize dokunur, ruhlarımıza işlerdi. 
Koğuşun bahçe kapısının kapanmasına az kalmıştı. Duvarları sekiz-on metreyi bulan üstü jiletli tellerle çevrili kuyuda bir avuç gökyüzüne dualar salınırdı o vakitlerde.
Sümeyye yine ranzanın köşesinde dua ve zikirle meşguldü. Dudakları kıpır kıpır, gözlerini yummuş sanki başka alemlerde seyahat ediyordu. Ona bir şeyler demek istedim nedense. Usulca kalktım, yanına gittim.
“Sümeyyeciğim, Allah senden razı olsun. Kur’an okuyuşunla buranın ayaz iklimi bahara çevriliyor,” dedim.
“İnşallah öyle oluyordur,” dedi kısık ve mahzun bir sesle.
Sohbet etmeye başladık. 
“İki oğlum var. Selim dört, Semih altı yaşında. Onların hayalleri gitmiyor gözümün önünden.” Titreyen sesi gözyaşlarına yenilmişti. “Eşim başka bir cezaevinde…” 
Aylar karanlıklar içinden geçti. Günler engeller ve acılar içinde yoğruldu. Saatler dik yokuşlar gibi yordu.
Hatice anlatmaya devam etti: 
“Sümeyye dışarı çıktıktan sonra çok durmamış. O da yollara düşmüş. Sırtında bir çanta, yanında oğulları Selim ve Semih. 
Sis olanca yoğunluğuyla örtmek istiyordu sessiz çığlıkları. Yedi kişi daha vardı bizimle özgürlük yollarına düşen. Biz de Allah için yola çıkanlar kafilesine dahil olmuştuk.
Titriyordu narin ve yorgun bedeni Sümeyye’nin. Endişeleri, korkuları birer çığlık gibi yüzüne çarpıyordu. Gözlerine vuran zemheri soğukları bakışlarını karartıyordu. Halini oğullarına belli etmemek için direniyordu. Sağında sessizce oturan küçük oğluna baktı. Sımsıcak duygularla bağrına bastı. ‘Heyecanlı bir oyun bizi bekliyor.  Yorulacağız ama çok eğleneceğiz’ diye fısıldadı. Semih annesine bakıyordu. Sümeyye diğer yana dönünce Semih’le göz göze geldi. Semih’in bakışlarındaki korkuyu hissetti. Az önce Selim’e söylediği teselli edici sözler büyük bir fırtınaya tutulmuş gibi savrulup gitti. O yine ruhundan sökün edip gelen rüzgarları tutmayı başardı ve Semih’in başını okşadı. ‘Merak etme, gideceğimiz yerde her şey çok güzel olacak’ dedi hafifçe. 
Bu arada şoför sürekli telefonla konuşuyordu:
‘Hacı temiz mi?’ gibi sorular soruyordu.
Rüya olmalıydı bu ya da bir filmin kaçış sahnesi. 
Umutlarımızı sığdırdığımız birer sırt çantası ve Sümeyye’nin yanında iki can pâresi. 
Hayatlar da hacim kaybetmişti belli ki. Daha dün geniş evlere sığmayan hayatlarımız küçücük sırt çantasına sığar hale gelmişti.
Meriç'in suyu soğuktu. Griydi kan kokan rengi. Anaların yakamadığı çığlık çığlık ağıtları duyuluyordu akışında.  Bebeklerin sütyaşları kokuyordu azgın nefesi.
Gözüm Sümeyye’nin üzerindeydi. Sümeyye, ‘’Oğlum değmesin gecenin kâbus renkleri göz bebeklerine, saçının bir tek teline…’ Ağlamaklıydı. 
‘Sesini çıkarma emi!’  Minik Selim, asker oyuncağını sımsıkı tuttu. ‘Anne!  Babamı özledim’ dedi. Sesi ağlıyordu. Yürekleri yakıyordu her nefes.  Sustu minik yavrucak.  Yumdu gözünü yollara inat.
Ahmet, Esat, Mesut, Bekir Aras, Nurefşan'ın ve nicelerinin acıları vuruyordu Ay'ın yüzüne. Ay boynunu eğmiş bulutların arasına gizlemişti mahcup yüzünü. 
Cehennemin zemherisi sarmıştı dört yanı. Mahşerin provası yaşanıyordu. Boynu bükük bir babanın haykırışları, mahzunlaştırmıştı ayçiçeklerinin güne bakan yüzlerini. Bir zulmün tarihi yazılıyor ve dramı sahneleniyordu can kokan yüzünde. Meriç'in kararmıştı teni. Bağrında çırpınışları bebeklerin, çaresiz annelerin kayboluşları bataklığında.
Şoför:
‘Az kaldı. Araç durunca hızlıca inin. Çantalarınızı şimdiden sırtınıza alın. İndiğiniz yerde sizi biri bekliyor olacak, onu takip edin’ dedi.
Şoför aracın ışıklarını kapattı. Zifiri karanlık. Yedi kişi şoförün komutuyla araçtan apar topar indik. Selim annesinin kucağında uyumuştu. Sümeyye onu uyandırmak istemedi. Çantasını aldı. Araçtan inerken Selim uyandı. Sümeyye’nin duymak istemediği soruyu tekrarladı:
‘Anne geldik mi? Babam nerede?’
‘Az kaldı oğlum, baban da gelecek.’
Araçtan inince yeni bir zorluk başladı. Yerler çamurdu. Çamurlara bata çıka yürüyorduk. Sümeyye, kucağında Selim, yanında Semih, görmediği yerlere basarak yürümeye çalıştı. Bir iki adım sonra ayağı kaydı ve düştü. Sümeyye’nin düştüğünü görünce geri döndüm. Üstü başı çamur içindeydi. Selim ağlamaya başladı. Semih önce ne yapacağını bilemedi sonra kardeşini susturmaya çalıştı.  Eşim, Selim’i kucağına aldı. Sümeyye Semih’in elinden tuttu, koşar adım devam ettik. Gecenin karanlığı, çamurlu yollar ve soğuk, bir olmuş umutlara baskı yapıyordu. Ben yürümekte zorlanan Sümeyye’ye ümit vermeye çalıştım:
‘Abla kendini bırakma, az sonra geçitteyiz. Sonrası selamet.’
Sümeyye, karanlıklar içinde yüzümü görmek ister gibi başını çevirdi. Sesinden korku akıyordu:
‘Bilmiyorum. Ben çok yoruldum. Yola çıkmasam daha iyiydi belki. Çocuklarım…’
‘Bir saat sonra bu karanlıklar yok olacak. Yalnız değilsin. Hadi biraz daha hızlı!’
Meriç, gece derin uykularda yüzen bir çift göz gibi sessizdi. Kürekler suya dalınca birden kendine geldi. Sağa sola dalgalar saldı. Rahatsız olmuştu. Alttan gelen kabartılar suyun üstüne vurmaya başladı. Kürekler hızlandıkça Meriç de huysuzlanmaya devam etti. Geceyi de yanına alan Meriç, direndikçe direniyordu. 
Bot, suyun ortasında dönmeye başladı. Sarsıntıya dayanamayan Sümeyye dengesini kaybetti, soğuk sulara düştü. Ahmet bir anlık refleksle suya atladı. Ancak karanlıkta Sümeyye’yi bulamadı.
Meriç, doymayan derinliğini sonuna kadar açmıştı. Sularla canların savaşı yaşanıyordu. Meriç, ister istemez canlar yakıyo, canlar alıyordu. Rengi can kokuyordu.
Sümeyye’nin soğuk sulara kapılmasına engel olamamıştık. Botta can pazarı yaşanıyordu. Selim ne olduğunu anlayamamış, Semih gözlerini suyun derinliklerine dikmiş, boş boş bakıyordu. ‘Anneeeeem!’ sesi yakıyordu gecenin ayaz karanlığını. Selim, abisine sarıldı. İki kardeş sarsıla sarsıla ağlıyorlardı. Botun biraz ilerisinde Sümeyye’yi bir iki defa suyun üstünde gördük, sonra Meriç’in kararan teninde kayboldu. Semih, botun kıyısından elini uzattı annesini kurtarmak istercesine.  Az sonra suyun üzerinde Sümeyye’nin gül pembesi başörtüsü belirdi. 
Sümeyye’nin kim olduğunu sorduğuma bin pişman olmuştum, gözyaşlarımı tutamıyordum. Gül pembesi başörtüsü canlandı yaşlı gözlerimde. 
Görüş günlerinde de takardı onu. Sonra özenle yerleştirirdi siyah çöp torbasına. Tahliye olduğu gün mahkemede, gül pembesi başörtüsü vardı başında. Yola çıkarken o örtüsünü takmış olmalı. Ve belki de geride bıraktığı annesine, “Anacığım, bu örtü beni size kavuşturdu, uğur getirdi. Yine bir vuslata vesile olacak inşallah.” demiş ve gözlerinden süzülen yaşları örtüsünün ucu ile silmişti. 
“Peki sonra? Sümeyye bulundu mu?”
“Günler süren aramalar sonuç vermedi. Sümeyye, zulümden kaçan garip bir muhacir olarak Meriç’in sularında kaldı. Onun gül pembesi başörtüsü kutsî bir vuslata vesile olmuş, fânî  dünyasını Firdevslere çevirmişti.” 
Nur yüzlüm, her daim dua sözlüm ve Kur’an bülbülüm şimdi Meriç’in sularında âsude bir dalgalanmadır. 
Zeynep Gülşen, “O nadide gönül şimdi Meriç’ten Firdevslere giden yoldadır.” diye tamamlıyor Sümeyye’nin yürek yakan hikâyesini.
Mah-ı Muharremdeyiz…
Alvarlı Efe Hazretleri ne güzel söyler:
"Bugün mâh-ı Muharremdir, muhibb-i hanedan ağlar.
Bugün Eyyâm-ı matemdir, bugün âb-ı revân ağlar."
 Dün Revan nehri bugün Meriç ağlıyor.
Biri yudum su vermiyor, diğeri suda boğuyor…
O ateş hâlâ yanıyor…
O gözyaşı hâlâ akıyor…
O kan hâlâ damlıyor…

06 Temmuz 2025 10:22
DİĞER HABERLER