Gülen Hocaefendi ilk kez konuştu

Fethullah Gülen, Türkiye'ye dönüp dönmeyeceğiyle ilgili bir soru üzerine, "Bir gün Türkiye'ye dönersem kendim gibi dönerim" dedi, izleyin...
Kendim Gibi Döneceğim!.. Sevgili Dostlar, Uluslararası ilişkiler alanında dünyanın en saygın yayın organları arasında yer alan Amerikan Foreign Policy dergisinin (İngiliz Prospect dergisi ile ortaklaşa belirlediği adaylarla alâkalı) düzenlediği “Yaşayan En Büyük 100 Entellektüel” anketinde Fethullah Gülen Hocaefendi birinci oldu. Bundan bir gün sonra da, Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği ve Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin onadığı M. Fethullah Gülen ile ilgili beraat kararını doğru buldu; Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya’nın itirazını oy çokluğu ile reddetti. Böylece, 9. Ceza Dairesi’nin onama kararı kesinleşmiş ve dava zamanaşımıyla değil beraat ile neticelenmiş oldu. Şimdi herkesin merak ettiği soru şu: Acaba Fethullah Gülen Hocaefendi Türkiye’ye ne zaman dönecek? İşte, bu soruyu ve daha başka sualleri sizin adınıza Muhterem Hocamıza tevcih ettik: -Foreign Policy’nin düzenlediği ankette dünyanın en büyük entellektüeli seçilmenizi nasıl karşıladınız? -Beraat kararının tasdiki ile alâkalı duygu ve düşüncelerinizi lutfeder misiniz? -Aleyhinizdeki davanın açıldığı o ilk günlerde hakkınızda idam cezası isteyenler ve sizi terörist başının yerine zindana atmayı talep edenler hakkında neler düşündünüz/düşünüyorsunuz? -Türkiye’ye dönecek misiniz; ne zaman? -“Humeyni gibi dönecek!..” şayiası hakkındaki mülahazalarınızı öğrenebilir miyiz? -Hem sevenlerinize hem de mahkeme sürecinde menfi ya da müspet dahli bulunanlara mesajınız nedir? M. Fethullah Gülen Hocamızın bu sorulara verdiği cevapları Bamteli sayfamızda görüntülü ve sesli, Kırık Testi bölümümüzde de yazılı olarak arz ediyoruz. Bu harika sohbeti bir an önce sizinle paylaşmak istediğimiz için acele etmemizden nâşi muhtemel imla hatalarından dolayı özür diler, bağışlamanızı istirham ederiz. Editör, Bahadır Berk *** Özel Röportajdan Satırbaşları: İnsan başkalarının “birinci, ikinci, üçüncü...” demesiyle birinci, ikinci, üçüncü olmaz; fakat, eğer bazı çevreler, bir insanı yerden yere vuruyor ve onu sürekli sıfırlıyorlarsa, işte o zaman onu belli numaralara yerleştirmeye kadirşinaslık nazarıyla bakılabilir. Ben, “Yaşayan En Büyük 100 Entellektüel” listesinin en üstünde yer almış olmamı, arkadaşların âsâr-ı bergüzîdelerine terettüp eden semeratın tek bir şahsa verilmesi olarak kabul ediyorum. Biz bir yerde gerçekten seviniriz; Allah’ın huzuruna çıktığımızda bize “Giriniz emn u eman içinde Cennet’e!..” denilirse, işte orada hakiki sevinci ve mutluluğu duyarız. Ben arkadaşlara “çok sevinmeyin” dedim. Bu basit ve dünyaya ait bir mesele; sevinilecek, öyle-böyle küstahça, şımarıkça, hoplanacak zıplanacak bir mesele değil. Cenâb-ı Hak rıdvanıyla sevindirirse bizi, Cennet’ine koyarsa, Cemaliyle gönlümüzü açarsa o zaman seviniriz. Elinizde olmayarak içinize bir inşirah akabilir. Tekdirler insanda sarsıntıya sebebiyet verdiği gibi, takdirler de bir yönüyle insanda inşirah ve sevinç meydana getirebilir; fakat üzerinde çok durmamalı -bağışlayın- halk ifadesiyle es geçmeli onu. Esas “Cenâb-ı Hak bizi öbür tarafta tastamam sevindirsin” demeli. Bununla beraber, söz konusu anketi ve beraat kararını hafife almıyorum; bir yandan dünyanın kabulü, diğer taraftan da adaletin temsilcilerinin insafla verdikleri bir kararda dik durmaları ve karakterlerinin gereğini sergilemeleri çok önemli hadisedir. Hele böyle iki hadisenin üst üste gelmesi Cenab-ı Hakk’ın inayeti ve ihsanıdır. Bu beraat kararıyla, Türk Okullarını ziyaret etmenin suç sayılamayacağı da tescillenmiştir. İddianameyi hazırlayanlar, ne biliyorlarsa ve çoğu montajlanmış bantlardan ne bulmuşlarsa, “Geriye ihtiyat olarak elimizde bazı şeyler kalsın, belki onları da gelecekte kullanırız” demeden hepsini kullanmışlardı. Şimdi mahkemenin kararı “Bunların hepsi boş, havada şeyler” manasına geldi. Bir insan için denebilecek her şeyi sun’i olarak, montajlarla deyivermişlerdi. Böylece bütün sermayelerini birden kullandılar. Kullandıkları o sermaye ile de iflas ettiler. Artık mesele şahsi mesele olmaktan çıkmıştır; bir heyet meselesi, bir hareketin meselesi ya da Türk toplumunun meselesidir; yani milyonlarca insanın azmini, cehdini, kastını ortaya koyduğu, sürekli o niyetle oturup kalktığı mesele haline gelmiştir. Bu açıdan onların bütününü ferahlatmak, rahat hareket etmelerini sağlamak küçük bir hadise değildir. Şahsa bakan yönüyle önemsiz olsa bile, umuma bakan yönüyle küçük değildir. Biz etten kemikten varlıklarız; dolayısıyla haziran fırtınasından ve mahkeme sürecinden etkilenmediğimi söylersem hilaf-ı vaki bir beyan olur. Ama Allah’a imanımız var. Evet, iman teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül de saadet-i dareyni netice verir. O iman sayesinde “Allahım var, bugünümü bütün bütün karartabilirler ama yarın aydınlık!” diyebilir insan. Mutlaka moral bozucu şeyler olmuştur; şu olmuştur, bu olmuştur; belki bazı şeyleri Allah’a havale etme gibi şeyler de olmuştur; fakat, faydasız şeylere girilmemiştir, telaşa kapılma olmamıştır. Belki size saygılarından sevgilerinden dolayı telaş yaşayan insanların telaşı da ta’dil edilmeye çalışılmıştır. Fakat itiraf etmeliyim; bu dönem benim için çok sıkıntılı oldu. Ciddi bir şey yapamadım, kendi kitaplarımla meşgul olamadım, arkadaşlarımızla orada takip ettiğimiz gibi günde dört beş saat kitap müzakere edemedim. Bir yönüyle, dokuz on senem beyhude geçti, israf oldu. Dolayısıyla da, bunlar benim en acılı yıllarım oldu, ızdırap yıllarım oldu. Ben İranlı değilim ki Humeyni olayım; onun iddialarını hiçbir zaman taşımadım ki Türkiye’ye Humeyni gibi döneyim. Öyle tevazudan, mahviyetten, hacaletten dolayı değil, tabiatımda olan bir mahcubiyetten dolayı kendi evimize giderken bile, “falan talebe geldi” derler, pencerelerden bakarlar, beni görürler, diye düşünür ve bundan sıkılırdım. Onun için, beni kimse görmesin diye evimize hep gece giderdim. Rahmetli babam hakkımda derdi ki, “Bizim oğlan leylek, gece geliyor, gündüz onu kapının önünde görüyorsunuz.” Bu, tabiatımda olan bir şey. Hayatımda hiçbir yere öyle gürültülü, patırtılı gidip gelmedim. Hiç istikbal edilme isteğinde bulunmadım. Bu açıdan da ne karakter bakımından, ne mezhep bakımından, ne ülke bakımından Humeyni ile hiçbir zaman bir alâkam olmadı. Dünyanın dört bir yanına gitmiş arkadaşlarımızın hiçbirisi öyle bir alâyişe talip olmadı. Gelirken öyle bir istikbal beklemedi. Adlarından, namlarından bahsedilmesini istemedi. Onların hepsi birer meçhul kahraman olarak kaldılar oldukları yerde. Bu bizim genel ahlakımızdır. Allah’la münasebetimizin bir çeşit bizim hayatımıza aksedişinden ibarettir. Muhammedi ruhun (sallallahu aleyhi vesellem) gereğidir. Bu açıdan, o türlü iddialar fevkâlade sevimsiz. Beni Humeyni’ye benzetenler bir gün çok utanacaklar!.. Ülkemin elli yüz yerinden gelmiş toprak parçaları var odamda, ben onları koklayıp teselli buluyorum. Ben kendi ülkemin çocuğuyum; dıştan ithal edilmiş ve milletin başına musallat olmuş tufeylilerden değilim. O ülkenin çocuğuyum ben. Onun bir avuç toprağını dünyalara değiştirmem. Bütün Amerika’yı verseler, Korucuk Köyü, fakir bir köydür, ben o köyü vermem. Ruh haletim budur. Fakat bir şey var: Benim inandığım bir dava var, bir hizmet var, Din-i Mübin-i İslam’a hizmet var ve ülkemde huzursuzluğun çıkmaması, hele dine karşı bir tavır alınmaması.. bunlar benim gaye-i hayalim, düşüncem, mefkûrem. Şimdi, gidişiniz sizin orada bazı problemlere sebebiyet verecekse, her şeye rağmen orada hüsn-ü niyetle iş yapan insanların işlerini zorlaştıracaksa, altından kalkamayacakları problemlere sebebiyet verecekse.. bence dengeli hareket etmeniz, vaktini, gidiş keyfiyetini ve konjonktürü sizin belirlemeniz lazım.. veya işte o genel konjonktüre göre nasıl hareket edecekseniz onu sizin belirlemeniz lazım. Bunlar yine sizin ruh haletinize ve Allah’la münasebetinize göre yapacağınız şeylerdir. Yahya Kemal’in, bir şiirinde dediği gibi “Bizden olmayanlar bizi anlamazlar.” Esas tam o toprağın çocuğu olmak lazım ki, o toprağı koklaya koklaya yetişmiş olmak lazım ki, eğile eğile onun çaylarından su içmiş olmak lazım ki, onun kırlarında koşmuş olmak lazım ki, onun çiçeklerini koklayarak büyümüş olmak lazım ki, Anadolu’yu bilmek lazım ki sizin hissiyatınızı anlasınlar. Sizden olmayanlar sizi anlayamazlar. İşte öyle vahi vahi iddialarla efkarı bulandırmak ister ve millette paranoya duygusunu tetiklerler. O gidiş, bir gün, Cenâb-ı Hakk’ın muradı öyle ise, tahakkuk ettiği zaman, onlar sadece duyarlar; belki derler “Gelmiş mi gelmemiş mi; acaba gelmişse nerede duruyor, nasıl geldi de biz görmedik?!.” Evet, bir gün Türkiye’ye dönersem kendim gibi dönerim. Karakterimi namusum sayarım. Karakterime kıymayı namusuma karşı tecavüz sayarım. Konuşurken de, biriyle bir muhaverede veya bir muamelede bulunurken de onu korumaya fevkalâde hassasiyet göstermişimdir. Bazen irticalinin esnekliği içinde üslubuma riayet edememişsem inanın bana çok üzüntü duymuşumdur. “Şu sözler sana uygun değildi, karakterim sana kıydım.” demişimdir. Hazreti Pir’in dediği gibi, “Beni memleket memleket sürgüne gönderenlere hakkımı helal ediyorum, zindanlarda yer hazırlayanlara, idam sehpası hayal edenlere hakkımı helal ediyorum.” Hak iddia etmeyeceğim. Fakat bu işlerin içinde bir Allah hakkı varsa; ben zavallı, dinimden dolayı bunlara maruz kaldımsa, Efendimiz’in yolunda, düşe kalka yürümeye çalıştığımdan dolayı bunlara maruz kaldımsa, din dedimse, Din-i Mübin-i İslam’ı gerçek çehresiyle aksettirmeye çalıştımsa; bundan dolayı da onlar bana takıldılarsa, orada Allah hakkı, Peygamber hakkı var, o beni aşar. O mevzuda bir şey diyemem. Yoksa kırk seneden beri aleyhimde yazı yazan insanlar bile mahkeme-yi kübrada karşıma çıksa “Ben bir şey istemiyorum” derim. İçimde hiç kimseye karşı hınç taşımıyorum. Beraat kararına sevinenlere gelince; onlar da bir mü’mine karşı tavırlarından dolayı, onun bir şeyden böyle rahat sıyrılmasına seviniyorlarsa, Allah (celle celâluhu) o sevinçlerini o sürurlarını devam ettirsin.. “Vucuhun yevmeizin nadiretun, İla rabbiha naziretun...”da, o behçetle şulefeşan olan çehrelerin Allah’a bakıp birbirine tebessüm ettiği o günde Allah hepsini sevindirsin ve Din-i Mübin-i İslam’ın dört bir yanda duyulmasıyla, tanınmasıyla, ona karşı insanların saygılı bir tavır almalarıyla Allah onları mesrur kılsın. Mahkemede olumlu karar verenler de hakkaniyetin ve adaletin gereğini yapmışlardır. Şu türlü, bu türlü söylentilere ve bir kısım olumsuzluk isnatlarına rağmen hak terazisinin hâlâ dümdüz durabileceğini ve doğru tartabileceğini göstererek Türkiye adına ümitlerimizi bir kere daha güçlendirmişlerdir. O kadar tahribata ve o kadar baskıya rağmen, en azından medya yoluyla yapılan baskılara rağmen, adaletin böyle tecelli etmesi Türkiye’de hâlâ hak ve adalet hesabına hüküm verecek hâkimlerin bulunduğunu gösteriyor ve bu da ülkemiz adına hepimizi ümitlendiriyor. *** Şimdi de, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin cevaplarının çözümünün tamamını okuyabilirsiniz. Soru: Muhterem efendim, dün uluslararası ilişkiler alanının seçkin dergilerinden Foreign Policy’nin düzenlediği ankette dünyanın en büyük entellektüeli seçildiniz. Bugün de dokuz senedir sürmekte olan mahkeme nihayet beraat kararının tasdiki ile neticelendi. Bu iki mevzuyla alâkalı duygu ve düşüncelerinizi lutfeder misiniz? Cevap: Bu derginin meselesi.. dergiler bazen alıyorlar insanları şişiriyorlar; bazılarını da alıp yerden yere vuruyorlar. Kayda değer bir şey değil onların birinci demeleri, ikinci demeleri, üçüncü demeleri. İnsan birinci, ikinci, üçüncü olmaz onların demeleriyle. Fakat, eğer bazı çevreler, bir insanı yerden yere vuruyorlarsa, sürekli sıfırlıyorlarsa, onun için sıfırın altında bir derece arıyorlarsa, tahtessıfır... işte o zaman onu belli numaralara yerleştirmeye ister kadirşinaslık deyin, ister bildikleri bazı şeyler var ondan dolayı sayın, isterseniz ehl-i dünyanın işi olan arkadaşların âsâr-ı bergüzîdelerine terettüp eden semeratı tek bir şahsa vermedeki galattan kaynaklanmış kabul edin, ne sayarsanız sayın, bir şeye dayandırıyorlar ve hep bu türlü sıralamalar yapıyorlar. İnşaallah, biz ötede gerçekten sevineceğiz!.. Öbürlerine karşı sizin dostlarınız ve arkadaşlarınıza “oh be” falan dedirtir biraz. Sürekli böyle inkisar, inkisar, inkisar.. insanda anguaz meydana getirir, insan sarsıntılar yaşar. Bunların da bir nefes almaya, az bir böyle oksijen yudumlamaya ihtiyacı vardır. Sizin ülkenizde sizi böyle cüzzamlı gibi görürlerse, son bazı hadiselerle -arkadaşlarımızla da konuştuk- böyle adı ağza almaya bile korkuyorlar, ürküyorlar aman bana da -ci -cu derler falan diye. Böyle bir şey var. Sizin açınızdan böyle “Alici, Velici” falan deseler ne olur, demeseler ne olur. Önemli olan burada -istidradi, belki baştan söylemem gerekli olan şey- Biz bir yerde seviniriz; Allah’ın huzuruna çıktığımızda bize “Giriniz emn u eman içinde Cennet’e!..” denilirse, işte orada seviniriz. Ben arkadaşlara “çok sevinmeyin” dedim. Evet, “önemli değil” dedim. Basit bir mesele, dünyaya ait bir mesele, dünyanın bilmem kaç senede ne kadarına tekabül eden bir mesele. Bu sevinilecek, öyle-böyle küstahça, şımarıkça, hoplanacak zıplanacak bir mesele değil. Cenâb-ı Hak rıdvanıyla sevindirirse bizi, Cennet’ine koyarsa, Cemaliyle gönlümüzü açarsa o zaman biz seviniriz. Bizim sevinmemiz belki canımızı verdiğimiz andan başlayarak öbür aleme seyahatimizle, Allah’a yürümemizle başlar. Bu meselenin esası; bence sevinme hissimizi muvakkat böyle dünyaya ait şeylerde kullanmamalı. Bir inşirah yaşayabilirsiniz burada; kabuslardan uzak durabilirsiniz, karamsar olmazsınız -ayrı mesele- mesleğimizdeki şevki yaşabilirsiniz: O şevk de şudur; hadiseler ne kadar ters cereyan ederse etsin ümidinizi yitirmeden derin bir aşkla hep hizmet etme demektir, derin bir şevkle hizmet etme demektir. Yoksa gülme, oynama demek değildir. Vakıa o arkadaşlar da dediler ki “Biz şimdi şükür namazı kılıyoruz.” Bu iyi bir şey.. öyle bir namaz var mı yok mu; o ayrı bir mesele. Fakat “Allah’a hamdetmek için namaz kılıyoruz” dediler. Yani bu da bir temkinin ifadesidir, Allah’a karşı o esnada yapılması gerekli olan şey ne ise onu yapmanın ifadesidir. Şimdi bazı kimseler insanları alır, öyle bir numaraya koyabilirler. Bu, belki bizim açımızdan çok önemli değil; kimsenin de isteği olmamıştır öyle bir meselede, onlar kendilerinden çıkarmışlardır. Yarın kalkar derler “size şu ünvanı verelim”, “şu payeyi de verelim” diyebilirler, kendilerinin bileceği bir şeydir. Bazı meselelerde siz kabul edersiniz etmezsiniz, o da ayrı bir şey olur; mesela, o meselede “Böyle bir şey yapmayın benim hakkımda!” demek, o biraz kendinizi daha abartılı olarak öne sürme demek olur. Bu türlü şeyler karşısında, sahip çıkmadan böyle kenarda “Ne yaparlarsa yapsınlar, bana ne!..” demek belki daha uygundur. Ama tabii bir de arkadaş grubu var; sizinle aynı duyguyu paylaşan insanlar var, sizinle o recada, o ümitte, o say u gayrette ittifak eden arkadaşlarınız var. Onların da inşiraha ihtiyaçları var, onların da sürekli böyle işte baskı altında yaşamadan sıkılmaları söz konusudur, bir parça “oh be” demelerine ihtiyaç vardır. Bu yönüyle orada sükût edebilirsiniz, biri içtihat hatası yapar -onlarda içtihad hatası var mı yok mu onu bilmem- öbürleri de biraz sevinir, diğerleri de biraz homurdanırlar. Hep öyle oluyor, ahirette bile Kur’an-ı Kerim bildiğiniz gibi Kıyâmet Suresinde, “Vucuhun yevmeizin nadiretun, İla rabbiha naziretun. Ve vucuhun yevmeizin basire’un. - Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır; Rabbi’lerine bakacaklardır (O’nu göreceklerdir). Yüzler de vardır ki, o gün buruşacaktır” (Kıyâmet, 75/22-24) Bazı yüzler var ki Cenab-ı Hakk’a bakarlar ve nedret içindedirler, gökçek yüzlüdürler onlar; diğerlerine gelince abusturlar, ekşidirler onlar, somurtmuşlardır onlar, diyor. Fakat beri tarafta onca mü’minin yeniden kuvve-i maneviyelerini yenilemeleri, bir kere daha “vira bismillah” deyip işe koyulmaları çok önemli bir hadisedir. İşte bunun için Allah öyle yaptırtmış olabilir. Hakkında o türlü şeylerin söylendiği insanlar onunla ferih fahur hale gelmemeliler. Böyle övülmeden, takdir edilmeden dolayı hindiler gibi kabaranlar, bunlar münafıklardır. Evet, hatta bazıları hiç yapmadıkları şeylerle bile sena edilirlerdi, onlar da şişerlerdi orada. Bence o mü’mine yakışacak bir şey değildir. Elinizde olmayarak içinize bir inşirah akabilir. Tekdirlerin insanda sarsıntı meydana getirdiği gibi, takdirler de bir yönüyle insanda inşirah ve sevinç meydana getirebilir; fakat üzerinde çok durmamalı -bağışlayın- halk ifadesiyle es geçmeli onu. Esas “Cenab-ı Hak bizi öbür tarafta tastamam sevindirsin” demeli. Ama ona bütün bütün de bir şey yapmadı demiyorum ben, yani böyle kritik bir dönemde, hele böyle iki hadisenin üst üste gelmesi; yani bir dünyanın kabulü.. dünyanın kabulüne karşı, dünya, kocaman bir dünya, birilerinin kalkıp orada aleyhte bir şeyler yapmaları, ortada hiçbir şey yokken bir şeyler yapmaları, suç yok dedikleri bir meselede bir şey yapmaları. Ben burada da gittim istinabe tarikiyle bir başsavcıya ifade verdim. Orada, o adam da iddianameye güldü, bizde hazırlanan iddianameye güldü. Yani dünyanın değişik yerlerinde duyulmuş bir mesele fakat hâlâ bir takıntı filan var orada; “Türkiye’ye giriyor, girecek” mevzuu. Bir yönüyle daha sonra o kararda Allahu alem bu genel havanın müessiriyeti olabilir, bilemiyorum. Bir dünya kamuoyu artık bu işin arkasında var. Dün olimpiyatlar oldu. O nisbette isabet edilsin veya edilmesin, fakat bir yönüyle bir nisbet var. Siz isterseniz onu görmeyebilirsiniz de fakat herkes onu söylüyor yani, diyor onu. Onu görmezlikten gelemezsiniz. Şimdi öyle dünya kamuoyu karşısında, Allahu a’lem, zaten baştan insafla verdikleri bir kararda dik durma mevzuu karakterlerinin gereği olmuş olabilir, adaletin gereği olabilir, hakkaniyetin gereği olabilir, ona bir şey diyemeyiz. “Bir tesirde kaldılar” falan demek de doğru değil ama en azından rahatlamışlar da olabilirler, vicdanen de rahat olurlar burada. Belki onlara karşı baskı yapmak isteyen medya vardı, şu vardı, bu vardı. En azından bazı şeylerini serrişte edebilirlerdi. Böyle dünya kamuoyu karşısında onların da susacağını nazar-ı itibara alarak o meseleyi de kolaylaştırmış olabilir. Evet bu iki mesele arasında böyle bir münasebet olabilir. Türk Okullarını Ziyaret Etmenin Suç Sayılamayacağı da Tescillendi? Bunlarla, bu iki meseleyle aynı zamanda Cenab-ı Hak başka meseleleri de çözmeyi murad buyurmuştur. Yani bir başkasının sizin okulları ziyaret ettiğinden dolayı tecrim edilmesi meselesi var; bir suç olarak ona isnat edilme meselesi var. Şimdi orada tescil ediliyor, bir kere daha tesbit ediliyor: Bu mesele suç değil. Okul açmak dünyada, öğretmen göndermek suç değil. Dolayısıyla onları gidip ziyaret etmek niye suç olsun ki!.. Milletin okulları, sonra adı onların Türk Okulları, o okulların adları Türk okulları. Türkiye’de yetişmiş eğitimciler, öğretimciler gidip oralarda eğitim yapıyorlar. Evet, öyle bir meseleye de tesir edebilir, Allah’ın izni ve inayetiyle tesir edebilir. Evet o nisbetle bazılarını karalama meselesini adet haline getirmişlerdi. Orada esasen o iddianame hazırlanırken adamlar ne biliyorlarsa ne ediyorlarsa o bilme ve etmenin çoğu da bu montaj yapılmış bantlardandı. Bantlardan montaj yapılmış, başından sonundan kesilen şeylerden sun’i olarak suçlar icat edilmişti, ihdas edilmişti. Ne kadar yapmışlarsa bir sene, iki sene çalışmışlardı; haberimiz vardı ondan. Biz buraya geldiğimiz zaman patladı o mesele. Yani “Geriye ihtiyat olarak elimizde bazı şeyler kalsın, belki onları da kullanırız gelecekte!” dememiş hepsini kullanmışlardı. Şimdi muhakemenin kararı “Bunların hepsi boş, havada şeyler!” falan demek manasına gelir. Dolayısıyla o türden yeni böyle suçlarla sizi tecrim etmeye, o mevzuda bir dava açmaya hakları yok. Aynı türden bir şey açılamaz. Ama yani bundan sonra nasıl bir şey, vahi çok şeyler bulmaları lazım. Mesela derler ki: Bu adam dünyayı görmezlikten gelerek diyor ki, “Gelin ne olur hep Cennet’e yönelin ve hep Allah’a yürümeye bakın..” Sanki bütün mesele Cennet ve Cehennemmiş. Bütün milleti miskinliğe sevkediyor. Yani böyle şeyler diyebilirler, çünkü bir insan için belki o mevzuda onların koyu saydıkları, radikal saydıkları bir insan için denebilecek her şeyi sun’i olarak, montajlarla deyivermişlerdi. Böylece bütün sermayelerini kullandılar birden. Kullandıkları o sermaye ile de iflas ettiler, baştan o işi yapanlar. Muhakemenin kararı da öyle bir şey oldu. Bir sürü insan omuzundan belli bir yükü, ağır bir yükü atmış oldu. Bundan sonra öyle rahatlıkla falan filan diyemezler; falanın filanın nesi var ki diyebilir karşıdakiler. Bir diğer mesele de her iki hususu birden mütalaa ederek, öyle yerlerde vazife gören arkadaşlar var ki inanın bir yudum su ölçüsünde dinize-diyanetinize ait, size ait güzel bir şeyi duyma fırsatını bulamıyorlar. Benim yanımda hıçkıra hıçkıra ağlayan dünya kadar insan oldu. Şimdi bu insanlar vicdanen çok ciddi baskı altındalar. Ferahlamış olurlar, Allah onları da ferahlatmış olur. Bütün bu meselelere birden bakarak O Cenab-ı Hakk’ın murad-ı sübhanisinde çok önemli şeyler var yani. Bir diğer mesele de dünyanın değişik yerlerinde de böyle hizmete sahip çıkılsa, hakikaten takdir edilse, alkışlansa o olimpiyatlarla bir şey ifade edilse de, fakat yine üzerinde bir sis vardı, bir duman vardı, bir buğu vardı. Yani mesela bilinen bir insan, işte bir yerde mahkeme takıntısı varsa; başka yerde yaşıyorsa; “Acaba diğerlerinde, böyle bunun arkasında olanlarda da aynı şeyler var mı?” denilebilir. Bir taraftan değirmenin suyu söz konusu edilebilir. Bir diğer taraftan da “Niye kendi ülkesinde bunu rahat bırakmıyorlar?” denebilir. Sanki ilk sizsiniz; dünya kadar insan hep böyle tecride, tehcire maruz kalmıştır ama öyle görürler yani dünyanın değişik yerlerinde de. Bu o insanları da ferahlatır, o insanları da rahatlatır. “Demek ki bir şey yokmuş” derler. Artık mesele şahsi mesele olmaktan çıkmıştır; bir heyet meselesi, bir hareketin meselesi ya da Türk toplumunun meselesidir, yani milyonlarca insanın böyle azmini, cehdini, kastını ortaya koyduğu, sürekli o niyetle oturup kalktığı mesele haline gelmiştir. Bu açıdan onların bütününü ferahlatmak, rahat hareket etmelerini sağlamak küçük bir hadise değildir. Şahsa bakan yönüyle önemsiz olsa bile, umuma bakan yönüyle küçük değildir, Allah’ın izni inayetiyle. Soru: İddianamenin hazırlanma safhasından itibaren Zât-ı alinize çok büyük cezalar biçenler, hatta idam diyenler ve ileri geri konuşanlar oldu. Fakat, siz hep sustunuz ve kendi tabirinizle “sükutun çığlıkları” ile iktifa ettiniz. Mahkeme sürecini değerlendirir misiniz? Unuttum ben, olan biten şeyleri unuttum. Mutlaka insanız.. bir insan küre-i arzın üzerinde zıplasa ve bunu ölçecek onun ihtizazlarını, titreşimlerini ölçecek bir aletimiz olsa, bu tek insanın zıplaması ile bile bir ihtizaz meydana gelir orada. Şimdi biz etten kemikten varlıklarız; dolayısıyla orada böyle bir darbe yedikten sonra insanın “Ben sarsılmadım, bende bir ihtizaz meydana gelmedi” demesi hilaf-ı vaki bir beyan olur. Ama Allah’a imanımız var. Evet, iman teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül de saadet-i dareyni netice verir. O iman sayesinde “Allahım var, bugünümü bütün bütün karartabilirler ama yarın aydınlık, Allah’ın izni inayetiyle.” diyebilir insan. Mutlaka moral bozucu şeyler olmuştur; şu olmuştur, bu olmuştur; belki bazı şeyleri Allah’a havale etme gibi şeyler de olmuştur; fakat, faydasız şeylere girilmemiştir, telaşa kapılma olmamıştır. Belki size saygılarından sevgilerinden dolayı telaş yaşayan insanların telaşı da ta’dil edilmeye çalışılmıştır. O kadar çok merak etmeyin, önemli değil. Dünya ondan ibaret değil ki. Yani burada değil de gider orada bir yerde bir hücreye koyarlar, ölürsün orada; çok bir şey değil. Önemli olan senin nasıl öleceğin ve Allah’a nasıl yürüyeceğindir. Ama “O mahkeme safhası benim için ızdırapsız oldu” diyemem. Değişik zamanlarda hemen her anti-demokratik harekette, her darbede, darbe türü şeylerde, post modern darbelerde her defasında halk ifadesiyle diyeceğim argo da diyebilirsiniz, bir tebelleş olma hadisesi söz konusu oldu, her defasında hemen. Hepsinde de belli sıkıntılar çekildi. 80 senesinde tam altı sene ben yer değiştirip durdum. Karda kışta, değişik yerlerde. Bana o gün refakat eden bazı arkadaşlarımız da var, paylaşan arkadaşlarımız var, arabayı kullanan arkadaşlarımız var burada; bilirler çok sıkıntılı günlerdi o günler. Bir yere girdiğimiz zaman, kapının önünde bir kalabalık, bir gürültü oldu mesela; alttan gelirler derler ki “Kapının önünde bir karışıklık var, buraya baskın yapabilirler.” Girdiğimiz gibi çantamızı elimize alıp uzaklaştık oradan başka bir yere, başka bir yere, başka bir yere... Her gün bir yerde.. çok defa belki gecelerimiz kırlarda, yollarda geçti. Altı sene yani ağza kolay bu mesele. Sonra bir takipsizlik oldu. Daha sonra biz 86’da hacca gidince yeniden bir tahdit koydular. Geldik yine iyi insanlara rastladık, Allah razı olsun onlardan, yine bir takipsizlik verdiler. Bunlar hep sıkıntı idi. Aşağı yukarı 87-88 senesine kadar sıkıntılar devam etti. Azıcık o günlerde açıldı biz de sağda solda yeniden işte biraz da alışmış olmanın verdiği şeyle, ruh haletiyle o sohbetlere devam ettik. Bana sohbet çok zor gelirdi de fakat caminin içindeki o temiz çehreleri görmek, o uğunan insanları görmek, o da bizim bir yönüyle gıdamızdı, belki onların heyecanlarında kendi dünyamızı buluyorduk. Öyle bir vetire daha yaşandı, sonra o post-modern darbe oldu ve yeni bir sıkıntı başladı. Sonra buraya geldim; çağırıldım tekrar gittim oraya. Sonra ben artık kaderin cilvesiyle ayrılmak istemiyordum; fakat Mayo’daki klinikten onlar “gel bir bakalım” dediler. Kırım Türklerinden Sait Bey vardı, doktor bir zat... Geldik buraya ve arkasından bir iki ay sonra da haziran fırtınası oldu. Burada dinleniyorduk ki o hadise cereyan etti. En Acılı Yıllarım!.. Fakat itiraf etmeliyim; bu dönem benim için daha sıkıntılı oldu. Ciddi bir şey yapamadım böyle, kendi kitaplarımla meşgul olamadım, muttarit arkadaşlarımızla öyle orada takip ettiğimiz gibi günde dört beş saat böyle kitap mütalaa edemedim, müzakere edemedim. Bir yönüyle böyle benim dokuz on senem beyhude geçti, israf oldu. Bunlardan dolayı da benim en acılı yıllarım oldu, ızdırap yıllarım oldu. Onlar, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) şa’b-ı Ebu Talib’de çektiği gibi... Gerçi sağ olsunlar, arkadaşlarımız yalnız bırakmadılar ama yine de ben bu kalabalığın içinde hep yalnızlık yaşadım bir yönüyle. İçinizi, iç dünyanızı, ruh dünyanızı böyle paylaşacak insan her zaman bulamayabilirsiniz. Oturup dertleşecek insan bulamayabilirsiniz. Benim gibi böyle hassas, çok defa geceleri uyuyamayan, kalkıp taraçalarda dolaşan bir insan, gidip kaldırıp da “hele kalk otur, biraz konuşalım” falan diyeceğiniz bir insan bulamıyorsanız çok sıkılırsınız. Gerçekten benim için istihkakım, günahlarıma kefaret.. Allah öyle bir şeye maruz bıraktı. Ondan olduğundan dolayı “İnnema eşku bessi ve huzni ilellahi - Ben gam ve kederimi sadece Allah’a arzediyorum.” diyorum; ben o mevzudaki dağınıklımı, içimden gelen şikâyet duygusunu Yusuf Suresinde geçtiği ve Hazreti Yakub’un (aleyhimesselam) dediği gibi sadece O’na arz ederim. Yani “Niye böyle oldum, neden bunlar başıma geldi?” dediğimi hatırlamıyorum. Belki buradaki hususi durumlardan, başka meselelerden dolayı hayata bezginliğimi ifade etmiş olabilirim de, fakat kaderin hakkımızdaki takdiri mevzuu, o mahkeme süresince ciddi bir şikayete badi olmadı gibi öyle hatırlıyorum. Rabbim yalancı çıkarmasın. Öbür tarafta en azından bana bu malumata göre muamele buyursun. Soru: Mahkemenin beraat kararının tasdik edilmesinden sonra hemen herkes Türkiye’ye dönüşünüz üzerine yorumlar yapmaya başladı. Sevenleriniz teşrifinizi daha bir heyecanla beklemeye dururken, korku üretmekle maruf bir cephe ise, Humeyni gibi döneceğiniz yâvesini yaymaya hız verdi. Bu mevzuyla alâkalı düşüncelerinizi lutfeder misiniz? Ben İranlı değilim ki Humeyni olayım; Humeyni’nin iddiasını hiçbir zaman taşımadım ki ben Türkiye’ye Humeyni gibi döneyim. Ben değişik zamanlarda yurtdışına çok çıkan insanlardan biriyim. Bu Amerika’ya bile bu bilmem kaçıncı gelişimdir benim. İlk defa 92’de geldim, iki buçuk ay kaldım buralarda. 94’te bir daha geldim, 96’da geldim, 97’de geldim, en son 99’da mı ne geldik buraya. Sonra Avrupa’ya defaatle gittim ben, hizmet müesseselerine, arkadaşlarımızın yanına, değişik yerlere... Belki hizmetimizin olduğu okulların bulunduğu yerlere gitmedim. O da ruh haletim, belki onda da benim şu andaki durumumu okumak mümkün olabilir. Ben öyle tevazudan, mahviyetten, hacaletten dolayı değil tabiatımda olan bir mahcubiyetten dolayı kendi evimize giderken bile millet, “falan talebe geldi” derler; işte, pencerelerden bakarlar, beni görürler, öyle ben ondan sıkılırdım. Onun için evimize hep gece giderdim. Beni kimse görmesin, oraya geldiğimi. Rahmetli babam bana derdi ki, “Bizim oğlan leylek, gece geliyor, gündüz onu görüyorsunuz kapının önünde.” Tabiatımda olan bir şey. Hiç bu meseleler yokken ben Amerika’dan döndüğüm zaman, uçağın içinden telefon ettim arkadaşlara, “Bir kişi araba alsın gelsin; hava meydanından beni alsın” dedim. Sadece tek bir defa medya geldi; o da Alaaddin Bey haber vermiş onlara, Vatikan dönüşü oldu orada. Hayatımda hiç öyle gürültülü, patırtılı gidip gelmedim ben. Hiç istikbale gitmedim, istikbal isteğinde bulunmadım. Bu açıdan da ne karakter bakımından, ne mezhep bakımından, ne ülke bakımından Humeyni ile hiçbir zaman bir alakam olmadı. Humeyni’ye Benzetenler Birgün Çok Utanacaklar!.. Hele onun hesaplarıyla, onun arka plandaki mülahazalarıyla filan diyecek olurlarsa; Allah rızasının dışında bir şey düşünmeyi ben hayatımı israf saydım şimdiye kadar. Hatta aklıma öyle bir şey gelse; yani “Biraz daha Türkiye’de demokrasi olsa, biz de acaba katkıda bulunur muyuz ona, şöyle böyle beş on adamla, biraz da bizden demokrasiye bir kepçe bir şey falan..” Ben bu düşünceleri bile vebal saydım. Allah rızasına bağlanmış bir insan bunun dışında b
26 Haziran 2008 14:58
DİĞER HABERLER