Vaktiyle iki arkadaş arasında bir küslük yaşanır. Aslında ikisi de ortaya çıkan durumdan hoşnut değildir. Ancak olan olmuştur bir kere. Sonunda biri kalkıp arkadaşının evine gider, kapısını çalar. İçerden bir ses yükselir; 'Kimsin?' Bütün cesaretini toplayarak cevap verir kapıya kadar gelen. 'Benim' der. Bekler ki kapı ardına kadar açılsın. Heyhat! İçerden ne bir kelam duyulur ne bir selam. Adam evine gider. Bu sefer de kapısına kadar gelinen dostun yüreği sızlamaya başlar. Arkadaşını ziyaret sırası ona gelmiştir. O da kapıyı çalar ve "Kimsin?" sorusuna muhatap olur. Cesareti kırılmıştır dostun. Yine de var gücüyle cevap verir, 'Benim' der ve dua eder ki kapılar açılsın, içeri buyur edilsin.
Arkadaşından sert bir cevap gelir: 'Burada ikimize yer yok'. Ağır gelir bu söz; ümidi sarsılır temelden. Belki de artık ısrar etmemek, bırakıp gitmek gerekmektedir. Bir müddet öylece kalakalır kapının önünde. Sonra gözlerinin içi güler ve bir hamle yapar. Yine aynı soru: "Kimsin?" Bu sefer vefalı adam taşı gediğine koyar: "Senim!"
Ve kapı ardına kadar açılır...
Hz. Mevlânâ tam bu aşamada bam teline dokunur: 'Eğer birinin kalbine girmek istiyorsan onu öylesine sevmelisin ki benliğini bir kenara bırakıp o olmalısın'. Benliğini bir kenara bırakmak! Her meseleye ben çerçevesinden bakan insan için bu kavramın "modern hayat" içinde gerçekçi bir yeri var mı acaba?
Keşke "birey" deyip adeta tapınacak hale getirilen ve anlamsız bir şekilde ısrarla kutsanan içgüdünün tâ temelinde şişirilmiş egoların yattığı baştan fark edilebilseydi. Keşke "ene"yi bir "vahid-i kıyasî" kabul edip O'nu anlamak için mevhum hatta ihtiyaç duyulduğu ve belli belirsiz o çizgi sayesinde O'nun isim ve sıfatlarına ulaşmak gerektiğini derinden idrak edebilseydik. Keşke "ene"nin insana boşuna verilmediğini, ancak o emanet sayesinde eşya ve kainatın anlaşıldığını kendi benliğimize tekrar tekrar telkin ederek kabul ettirebilseydik. Heyhat! Çok zor!
Farz edin ki bir işadamısınız; dünyadaki ticari hareketlilikleri saniyesi saniyesine takip ediyor, "verimlilik", "ölçülebilirlik" gibi modern işletme biçiminin ışıltılı kavramlarıyla şirketler yönetiyorsunuz. Ve bir duygu kavuruyor içinizi. Önce fısıltılar halinde duvarlarla paylaşıyorsunuz başarınızı; o ses yankı yaptıkça büyülüyor sizi ve daha gürül gürül konuşup "tırnaklarımla geldim buralara" demeye başlıyorsunuz. Size kader rüzgârlarını hatırlatmak isterse bir dostunuz; ya da lütuflardan bahsederse bir yâranınız 'kariyer planlamanız'ın ve 'stratejik hamleleriniz'in küçümsendiğini düşünüyor, alınganlık gösteriyor, yalnızlaşma sürecinin size dayattığı kalabalıkların teveccühüne sığınıyorsunuz ve kendi sesine âşık bir bülbül edasıyla "Ben kendi ilmimle kazandım" deyiveriyorsunuz. Ve hatırlamıyorsunuz ki bu cümleyi Karun telaffuz etmişti yüzyıllar önce ve Kur'an nakletmişti her asra, her nefse hitaben. Heyhât!
Farz edin ki eliniz kalem tutuyor yazılar yazıyorsunuz. Ya da kitle iletişim araçlarının sunduğu imkânlar sayesinde insanlara hitap ediyorsunuz. Yazdığınız yazılar, irad ettiğiniz nutuklar insanların hoşuna gidiyor. Fikir çilesi çekmenin doğum sancıları içinde sarf ettiğiniz sözlerin uyardığı yankılanma gittikçe gerilerde kalıyor ve daha şaşaalı, daha mutantan laflar arıyorsunuz. Buluyorsunuz da! Ekranlara konuk oluyor, belki milyonlara hitap ediyorsunuz. Sonra bir kasırga kaplıyor her zerrenizi: Güneş arkanızdan vurdukça boyunuzun uzadığını, gölgenizin heybet abidesi haline geldiğini görüyor ve sadece gölgeden ibaret olan o görüntünüze hayranlık beslemeye başlıyorsunuz. Samimi ve hasbî sözlerin yerini artistik cümleler alıyor. Gittikçe özünüzden uzaklaşırken egonuzun müheykel baskısı altında kendinizi, varlık sırrından ve yaratılış hikmetinden uzaklaştırıyorsunuz...
Farz edin ki siyasete atılmışsınız. Farz edin ki bürokratsınız... Farz edin ki eğitimcisiniz... Her mesleği, her kulvarı içine alan ve çoğu kez insanı sürükleyip götüren bir akıntıdan söz ediyoruz. İnsanlığın en büyük sınavı kendi benliğiyledir. Dün de böyleydi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Şeytanın "Sen kimsin, ben kimim?" sorusuna karşı "Sen sensin, ben de benim" demesi boşuna değildir. Ne var ki bugünkü kadar hiçbir dönemde egolar adeta ayinler eşliğinde topluca şişirilmemiş, "ene"ler Firavun'u kıskandıracak kadar sahte belagatın ve fesahatin himayesine girmemiştir.
'BENLİK DAVASI GÜDÜLDÜĞÜNDE...'
Ben diyen sen diyemez. Ben diyen biz de diyemez. Israrla ben diyen şayet "sen" ya da "biz" gibi kelimelerle bir şeyler ifade ediyorsa o cümlenin altını kazıdığınızda da yine bir benlik davası bulursunuz. Ben demenin ayıplandığı bir ortamda uydurulan ve daha geniş daireleri işaretleyen kelimeler de yine enaniyetin bir başka şekilde yansımasıdır.
Benlik davası güdüldüğünde birlik, beraberlik, dostluk, kardeşlik gibi kavramlar temelden sarsılır. Çünkü "Kendini beğenen, başkasını beğenemez." İnsan kendi öz muhasebesini kendini sarsa sarsa yapacak ki, kendi ayıp ve kusurlarını Rabb'ine arz edecek ki ve dahi günahlarına bahane bulmaktan vazgeçecek ki paralel yol arkadaşlarının çilesini, ıstırabını, gayretini, hizmetini, sıdkını anlayabilsin.
Daha kötüsü de vâkidir tarih boyunca. Benlik davasını aşamayanlar kendilerini "Ben senin gibi olamıyorum; sen benim gibi ol" demek zorunda hisseder. Bu çağrı dava düşüncesini, insanlığa hizmet felsefesini sarsabilir. Hiçbir fedakârlığa katlanmaksızın insanlığa hizmet eden çıkmamıştır. Tarih boyunca. Nebiler, veliler, sıddıklar, salihler, gönül erleri. Saadet-i dareyn yolunda sadece bir ferdin kazanılması için dökülen gözyaşının, alın terinin bile destanını yazmaya muktedir kalem yoktur yeryüzünde. Atılan taşlar nedeniyle kanlar içinde kalmış Nebi'nin, Cebrail'in "Dilersen bu beldeyi yerle bir edelim" teklifi Hazreti Peygamber'i hüzne sevk etmişti. "Eğer bunların nesillerinden bir tane fert bile inanacaksa Hayır!" feryadına Cenab-ı Mevla Ninovalı Addas'ı göndermiş, o mukaddem dua anında kabul görmüştü. Duasız irşat, çilesiz cihat olmamış ki hiçbir dönemde!
Dünya bir imtihandır her bir ferde. En çok da mümine! Varlık yokluktan daha çetin bir sınav a cânım kardeşim! Sağlık hastalıktan daha zor bir nimettir mesela. Dünya nimetlerini ayaklarının altına alamazsan dünya seni ayaklarının altına alır. Sonra o bir kısım sûni kazanımlar seni büyük düşünmekten alıkoyar. Hatta büyük düşünenleri küçük görmeye başlarsın. Küçük ideallerle büyük gerçekler yer değişince kahramanları Donkişot, Sanço Pançoları Hannibal sanırsın. Sözü uzatmaya gerek yok. Kendini ulvî bir ideale kaptırmış ve "Derman arardım derdime/Derdim bana derman imiş" diyen herkesin en çetin sınavı "dert"ten koparak benlik rüzgârına kapılmasıdır. Bu benlik putu iç dünyamızda kırılamadığında dostluklar zedelenir; hatta tebdil-i kıyafet yapan egolar (maazallah) kardeşlerinden rahatsız olmaya, gıybet etmeye, haset beslemeye vs. başlar. Ârif insanlara büyük vazife düşer böyle zor durumlarda. Herhangi bir vesileyle "Sen kimsin?" dendiğinde o kişiler yüreklerinin en derin yerinden, "Ben senim" diyerek "Sen de bensin" der. Dertsiz, gamsız, çilesiz ruhların haşin kavgalara doğru savrulduğu oksijensiz atmosferlerde büyük dava adamlarının egoların üzerine basarak ortaya koyduğu tahammülü ve sağduyuyu güncel hadiselerin elektriğiyle şoke olmuş çilesizlerin anlaması mümkün değil. Ancak er geç bir gün toz duman ortadan kalkar, manzara daha netleşir ve benlik davasıyla kendini buzdan heykellere dönüştürenlerle bir buz parçasındaki enesini kardeşlik havuzunda atıp eritenler arasındaki fark tebellür eder. Burada olmasa da öbür alemde tecelli edecek gerçeğin ortaya çıktığı o anda fâni ve fena dünyaya ait aidiyetlerin bir kenara itildiğini görüp mahcup olmamak için insan O'na yönelmeli; çünkü O'ndan başka kalpleri telif edecek bir güç yok; O'na iradî bir dua ile başvurmaktan başka seçenek olmadığı gibi...