''Mutlak kâfirler, gerçek münâfıklar ve acımasız zâlimlerin de, kalplerinde müminlere karşı şefkat ve merhamet olmadığı gibi, kin gayz ve nefret dolu düşmanlıkları vardır. Günümüz hâdiseleri de bunu açıkça göstermektedir.''
Mehmet Ali Şengül / samanyoluhaber.com
Üflemekle sönmez
Zifirî karanlıkta yolunu kaybeden bir insan, ye’s içinde bulunduğu bir anda bir ışık görse; gördüğü fecr-i kâzib yâni, yalancı sabah da olsa, o ışığa doğru yürür. Ümidini kaybetmeden yoluna devam ederse fecr-i sâdıkla karşılaşır. O ışığa doğru yaklaştıkça aydınlık artar, o zaman gece yerini gündüze bırakır. Böylece korku gider, gönüllerde ümit arzusu uyanır.
Kalbi küfür ve dalâlet karanlığı içinde bulunan bir insan için îman; iç ve dış dünyası itibariyle bir nur, bir ışıktır. İnsan, Allah (cc) ve Resulünü (sav) tanıdıkça, îmanı geliştikçe, kararmış kalbi aydınlanmaya başlar. Dîn-i Mübîn-i İslâm’ı araştırıp öğrenerek, onu hayâtına mâlettikçe nuru artar. Böylece huzur ve güveni şahlanır.
Mârifetin kazandırdığı aşk ve heyecanla kanatlanan bu mü’minler; ihlâs, samîmiyet, vefâ ve sadâkatla, muhtaç gönüllere gerçekleri, hakîkatleri duyurabilme adına, şahlanan küheylanlar gibi gece gündüz yorulmadan koşar, aşılmaz engelleri geçerler.
Böylesine samîmiyetle ülkesinin, milletinin ve topyekün bütün insanlığın huzur, güven ve emniyetini sağlayabilmek, kardeşçe yaşamalarını temin edebilmek için; gece gündüz hizmet götürme gayreti içinde bulunan bu samîmi, hasbî, fedâkar ve kahraman ehl-i imanın; ümidini kırmak, korkutup dâvâdan soğutmaya çalışmak, maaşına, mevkîne, servetine el koyarak yıldırmak, hizmetlerine engel olmaya çalışıp yollarını kesmek isteyenler var..
Bu engelleri çıkaranlar, ölümle sona erecek dünyanın güç ve kuvvetini arkalarına alarak, ortalığı yakıyor ve yıkıyorlar.. Yalan, tezvir, isnat ve iftirâlarla, kendilerini haklı göstererek, sütün kaymağı gibi hep üste çıkmaya gayret ediyor, bu yolda ellerindeki bütün imkanları kullanıyorlar.
Her şeyin sâhibi ve hâkimi olan Allah (cc) Nisâ suresi 1.âyette; “ Ey insanlar! Sizi bir tek candan yaratan ve ondan da eşini yaratıp, o ikisinden bir çok erkek ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının...”
Görüldüğü gibi âyet, bütün insanlığın aynı baba ve anne de birleşen bir tek aile olduğunu, kardeşler arası hukuka saygılı olup uygun bir davranış içinde bulunmaları gerektiğini, hattâ kardeşini maddî -manevî nefsine tercih etmesi îcab ettiğini ve âyetin sonunda da, “Allah’a saygısızlık etmekten, akrabalık bağlarını koparmaktan sakınınız. Allah sizin üzerinize tam bir gözeticidir” buyurarak dikkatimizi çekmektedir.
‘
Dünyâyı âhiret hayâtı adına kullansın’ diye Allah (cc), insana akıl ve irâdeyi vermiştir. İrâde, Rahmâniyet ve Rahîmiyetin cilvesidir. Cennet de Rahmâniyet ve Rahîmiyetin tezâhürüdür.
Gerçek ve yaratılış gayemiz bu olduğuna göre, sırr-ı teklifin gereği olarak Cenâb-ı Hak, ‘Akla kapıyı açıp irâdeyi insanın elinden almamıştır.
Allah, kendisine inanmayan, baş kaldırıp isyan eden kullarına bile Rahmâniyetle; yâni, onun hayâtının devam etmesine engel olmadan şefkat ve merhametle muâmele etmektedir. Zîrâ, kul akıl ve irâdesini kullanarak, ‘belki Rabbisine döner’ mülâhazasıyla Allah mühlet vermektedir.
Allah (cc), gerçek mânâda îmanın şuuruna ermiş mü’minlere sorumluluk yükleyerek; inanmayan, ehl-i dalâlet ve nifak içinde bulunan kullarına karşı, tatlı dil, güleryüzle yaklaşmalarını, onlara gerçekleri ve hakîkatleri sevdirmelerini emretmektedir.
Allah (cc), kalbi îmanın merkezi haline getirmiştir. İsyanda bulunan, sürekli şeytan aleyh-il lâne’ye kapılarını açık tutan nefs-i emmâreyi de kalbe komşu yapmıştır. Şeytan ve nefs-i emmâre de, insanın kalbini esir alabilmek ve emrinde kullanabilmek için gayret sarf etmektedirler.
Hz. Âdem (as) ve şeytanla başlayan bu muhâlefetin, Âdem (as)’ın çocukları olan Hâbil ve Kâbil ile devam ettiğini görüyoruz. Aklını, irâdesini menfî yönde kullananlarla, müsbet yönde kullananlar arasındaki; ‘Küfür ve îman mücâdelesi’nin kıyâmete kadar devam edeceğini, insanlığın iftihar Tablosu Efendimiz (sav) haber vermektedir.
Kâfirler, ehl-i dalâlet, zâlimler ve gerçek münâfıklar; mü’minlerin dünyâsını cehennem hâline getirmeye çalışırken, mü’minler de bütün güçlerini sarfedip sabrederek, müsbet hareketde bulunarak, onların âhiretlerini cennete çevirebilmek, cehennemden kurtulmalarını sağlamak için çırpınmaktadırlar.
Mü’minler, kalplerinde gerçek mânâda kâfirlere, münâfıklara, zâlimlere ve ehl-i dalâlete karşı hiçbir zaman gayz, kin, nefret ve düşmanlık taşımamaktadırlar. Aksine onlara karşı sineleri şefkat ve merhametle doludur. ‘Ne olur Allahım! Onlar da senin kulların. Liyâkatleri varsa îman ve istikâmet nasip et!’ der, için için yanar ve dua ederler.
Mutlak kâfirler, gerçek münâfıklar ve acımasız zâlimlerin de, kalplerinde müminlere karşı şefkat ve merhamet olmadığı gibi, kin gayz ve nefret dolu düşmanlıkları vardır. Günümüz hâdiseleri de bunu açıkça göstermektedir.
Hiçbir günahı olmayan, hangi suçundan veya hatasından dolayı hapiste yattığını bilmeyen, dünyâya gözünü yeni açmış yavrulardan, onları bağrına basamayan annelere, pîr-i fâni, hasta, melûl, acûz ve acûzelere yani, saçı ağarmış, beli bükülmüş ihtiyarlara kadar yapılan zulümler devam etmektedir.
Bu kadar zulüm yetmiyormuş gibi; ‘bunları boşu boşuna hapishânelerde beslemeyin, hepsini öldürün’ diye fetvâ veren tâlihsizlerden tutun da; nesebi gayr-i sahih, ne olduğu belli olmayan, kendilerini insan zanneden fakat, behâimleri utandıracak kadar vahşileşen öyle kendilerini büyük gören küçükler var ki, ‘bunlar yok edilmeli, kökleri kazınmalıdır’ diyerek beyânatlar vermektedirler.
Bu kadar saldırılara, zulümlere ve ihânetlere karşı, dişlerini sıkıp sabreden, milletin ve ülkenin huzurunun bozulmasını istemeyip sokağa dökülmeyen, bugüne kadar hiçbir adlî vak’aları olmayan bu masum insanlar ne yapmışlar ki; onların bu insanlara karşı gayz, kin ve nefretleri dinmiyor. Böylesine dehşetli zulüm irtikâp edenlerin yanında onlara destek verip, zulümlerine ortak olup alkışlayan, hakperestliklerini iddia eden ve sesi soluğu çıkmayan ehl-i imanı anlamakta da insan oldukça zorlanıyor.
Allah (cc), Hâkim-i mutlak, Âdil-i mutlaktır. Kim neye lâyıksa bir gün, -er veya geç- mutlaka mazluma hakkını, zâlime cezasını verecektir. Bize düşen rol, vazîfemizi ihlâs ve samîmiyetle yerine getirmek, netîceyi hükm-ü İlâhiye bırakmak olmalıdır.
Cenâb-ı Hak Saff suresi 8.âyette; “Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyerek söndürmek isterler. Fakat kâfirlerin hoşuna gitmese de, Allah nûrunu tamamlayacak (dünyanın her tarafına ulaştıracaktır)” buyurmaktadır.
“Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” (Al-i İmran suresi, 173)