Gurûbun Tulû Olsun - Mustafa Yılmaz

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'yi yakından tanıyan ilahiyatçı Mustafa Yılmaz, Hocaefendi'yi anlattı. İşte dikkatle okunması gereken o yazı!

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, iç içe gurbetlerini arkada bırakarak vuslata kanat açtı. Allah’a ve Resûlullah’a (sav) iştiyak içinde yanıp kavrulmakta ve bu muradına ermek için muttasıl yakarıp durmaktaydı. Nihayet kaderle takdir edilen süre doldu ve yakarışlarına öteler ötesinden cevap geldi, o vuslat gerçekleşti. Hocaefendi, arkasında ebedlere kadar devam edecek izler, eserler bırakarak faniliklerle kuşatılmış bu diyardan ebed âlemine göçüp gitti, uçup gitti. 

Hemen hiç kimseye nasip olmayacak kadar arkadaşı, seveni ve dostu oldu. Hem de dünyanın dört bir tarafında. Onu bilip tanıyan herkesin onun hakkındaki şahitliği şüphesiz pek güzeldir. Hocaefendi’yi daha yakından bilip tanıyan insanların onun arkasından söyleyecekleri sözler ise sadece bir Allah dostunun arkasından ifade edilebilecek sözler olur.

Hocaefendi, Allah’a çok yürekten inanmış bir mümindi. İnanmış bir insanın vasıflarını hâizdi ve onun bu yürekten inanmışlığı, jest vemimiklerine kadar belki bütün söz ve davranışlarında nümayan olurdu.Sohbetlerinde çok defa, “Her gün yeniden bir kez daha iman etmeli; insan iman binasını her yeni gün yeniden inşa etmeli” derdi.

Topyekün insanlığın Hakk’ı, hakikati bilip tanıması istikametinde ölesiye bir hırs (!) taşırdı. “Nerede bir insan varsa orada iman, iz’an ve irfan da olmalı” derdi hep. “Baştan bu yana ortaya konulmaya çalışılan bütünbu hizmetler tek bir kişinin bile hidayetine vesile olsa biz üzerimize düşeni yapmış sayılırız” demişti bir defasında. Güzel haberleri işitince sevinçten başı adeta göklere değerdi.

Gönlünde tek gül vardı; Medine’nin Gülü (sav)

Hocaefendi tam bir Resûlullah (sav) aşığıydı. Bu aşk ona, “Kebab oldusinem” dedirtmişti. Zorunda kalmasaydı demezdi, zira âhından ağyarı âgâh eylemezdi. Gönlünde tek bir gül vardı, o da Medinenin GülüHazreti Ahmed ü Mahmud u Muhammed Mustafa idi, sallallahü aleyhi ve sellem. Zihinlere ve gönüllere kazınan, “Efendimiz’in nam-ı celili üzerine güneşin doğup battığı her yere ulaştırılmalı; bu bizim içinbir vazifedir” sözü onun hayatının, hayat felsefesinin özeti gibiydi.

Allah ve Resûlü’nün (sav) değer verdiği şeyler neler ise, Hocaefendi onlara değer verir, nezd-i ilahide bir kıymeti olmayan şeylere iltifat etmezdi. Dünyaya meyletmedi. Takvayı kendine düstur ittihaz ettiği gibi zühdü, bir ömür boyu sade yaşamayı da kendine en mühim bir esaskabul etmişti. Odasında halı kilim olmadı. Tevazu ve mahviyetine nişane hasır bulunurdu. İmzasını “hiç” olarak tayin ve tespit etmişti. Bir karış yükseklikte bir yatağı vardı. Bir vesileyle salonda olan talebelerini odasına davet etmiş, lavabodaki musluğu çok az bir miktar açarak, “Ben abdest alırken işte bu kadar suyla alıyorum” demişti. Yaptığını göstermek değildi elbette niyeti; birr u takvanın yaygınlaşmasına çok önem verirdi.

Hayatının merkezinde namaz vardı

En büyük payenin Hakk’a, hakkıyla kulluk edebilmek olduğunu belki binlerce, yüz binlerce kez söylemiştir. Namaz gözbebeğiydi. Ömrü boyunca bütün hayatının merkezinde namaz yer alıyordu. Namazın tam bir konsantrasyonla ikâme edilmesi ve dua ederken şuurun tastamam olması üzerinde ısrarla dururdu. Diyebiliriz ki, ibadet ü taatta  şekil ve formattan kurtulup iz’an, itkan ve ihsan seviyesine ulaşılabilmesi onun, hayatını vakfettiği hususların en başında geliyordu. Bir dua saatinin akabinde, “Ben tek bir kelimeyi bile duyup hissetmeden söylemeyi, duada uyuklama sayıyorum” demişti. Hizmette muvaffak olmanın en birinci yolunu da, hizmet erlerinin Allah ile (celle celâlühû) sımsıkı irtibatlarında görürdü.

Kendini hizmete tam vakfetmiş, tam adamış olmak şüphesiz onun en mümeyyiz vasfıydı. Kilitlenmişti hizmete, hizmetine. Gözü başka hiçbir şey görmezdi. Hocaefendi’ye göre dünyada yaşamanın tek bir yolla anlamı olabilirdi, o da imana ve Kur’an’a hizmet etmek ve bunu en birinci mesele görerek diğer tali hususları hizmetle irtibatlandırmaktı.

Hizmet insanlarını ne kadar çok severdi! Şefkatle onları nasıl sarıp sarmalardı! “Dünyaya yeniden gelecek olsam Rabbimden yine sizlerle beraber olmayı isterdim” derdi hep. Onların imanlarına, Allah’la (celle celalühû) irtibatlarına, Hak katındaki yerlerine o kadar çok itimatı vardı ki, “İnşaallah, ötede ben de sizin hatırınıza affa mazhar olurum, sizin aranızda bana da geçiş izni verirler” derdi ve bunu çok içten, çok samimiyetle ifade ederdi. Samimiyet onun şiarıydı, gönlünün en derin noktalarından çıkıp gelmeyen kelimeler vize alamaz ve dilden dökülemezdi.

Yaratan’dan ötürü yaratılan herkesi, her varlığı severdi. Herkesin iyiliğini isterdi. Herkesin akıbetinin selametini arzulardı. Cennet ne ifade ediyor, Cehennem ne manaya geliyor, adeta ikisi de gözünün önündeymiş gibi bilirdi. Kimseye küsmeme, darılmama ve herkesin ahiretteki kurtuluşunu kendine en büyük dert edinme hususunda Efendimiz’in (aleyhi efdalüssalavât) ve bütün Allah dostlarının yolunda yürüdü. Kötülük ve zulmü kendine meslek edinen birinin ölüm haberini duysa, “Yazık oldu. Tevbe imkanı bulamadan onca günahla gitti” der, ona da üzülürdü. Derdi bir değil, bin değildi. Izdırabı yüce dağları da aşkındı.

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, bu geçici diyardan kalıcı âleme göç etti. O’nun, Yüce Mevlâ’nın mukarreb kullarının vefatı için kullanmış olduğu kelimelerle söyleyecek olursak, “Ruhunun ufkuna yürüdü.” Yürüdü ama arkasında çok güzel bir eser bıraktı. Bir hizmet bıraktı. Belki ondan daha önemlisi, hizmet yolunun esaslarını bıraktı. O yolda yürüyecek örnek bir nesil bıraktı.

Nice kimselerin hidayetine, imanına, irfanına vesile oldu. Ondan geriye, yine vesile olduğu dünyanın dört bir bucağında devam eden -ve inşaallah devam edecek olan- hizmetler kaldı. Bundan sonra da hizmet insanlarına rehberlik yapacak nice yazılı ve sesli eserler bıraktı. Hüner, ardında bir eser bırakmak değil miydi zaten! “Yarın” için önceden kıymetli bir şeyler göndermek değil miydi öteye!

Şefkati hudutsuz Rabbimiz’e nihayetsiz hamd ü senalar olsun ki, yıllardır süregelen ağır rahatsızlıklarına rağmen, Kur’an-ı Hakîm’in ifadesiyle “yakîn gelene dek” ibadetlerini ifa etmeye Muhterem Hocamız’ı muvaffak kıldı. Kötülük düşünenlerin kirli ellerini ne hayattayken ne de mübarek naaşına dokundurtmadı. -Rabbim, bütün ehl-i hizmeti ve topyekün masumları öyle sıyanet buyursun.- Özellikle son aylarda biraz da iradi olarak daha münzevi bir hayat sürdü ve böylece hizmet insanları kendi aralarında görüşerek hizmetlerin nasıl sürdürülebileceği konusunda çok değerli bir mümarese sahibi oldular. Gerisi onların gayret ve samimiyetlerine emanet. Ve minallahi’t-tevfîk.

Her daim Hocaefendi’nin huzurunda, dizinin dibinde olmaya alışmış talebeleri de, Hocamız’ın bu inzivasıyla, onun firkatine bir nebze alışmış oldular. Başka türlü olsaydı, herhalde o talebelerden pek çokları için bu ayrılığa katlanmak çok ama çok daha zor ve tahammülfersâ olurdu.

Merhum ve Muhterem Hocamız için ne söylesek az! Allah dostları için ne düşünür ve ne söylersek onun için de öyle düşünür ve öyle deriz. Her kulunun kadr u kıymetini ve derecesini yalnız Hazreti Allâmü’l-Guyûb bilir. Biz, O Yüceler Yücesi’nin huzurunda kendi şahitliğimizi ifade etmeye çalıştık. Rahmeti Sonsuz Rabbimiz, Hocamız’ı rahmeti ve ekstra lütuflarıyla sarıp sarmalasın; nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraber haşr u neşr eylesin ve bizi Hocamız’a layık hizmet insanları olmaya ve öyle kalmaya muvaffak kılsın. Âmin.

Mustafa Yılmaz

31 Ekim 2024 10:59
DİĞER HABERLER