Anneler ve bebeklerine bir güvercin ürkekliğinde olduklarını bilerek şefkatle yaklaşalım.
Toprağı bol olsun Hrant Dink’in öldürülmeden hemen önce yazdığı yazının ana teması idi. Ve Dink şöyle diyordu yazısında: “Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.”
Ne kadar naif ve içten cümleler değil mi?
Gerçekten de kültürümüzde başta güvercinler olmak üzere, kuşlara ve hayvanlara ayrı bir ihtimam ve şefkat gösterilir. Eski evlere bakarsınız pek çoğunda güvercin evleri olduğunu görürsünüz. En yokluk zamanında bile Anadolu insanı rızkını güvercinlerle paylaşmayı adet edinmiştir.
Bu sebeple günümüzde özellikle sıcak yaz günlerinde kuşları düşünüp evlerinin penceresine bir tas su koyan insanları gördükçe çok mutlu oluruz.
Ancak güvercinler başta olmak üzere hayvanları sevmek, kapının önüne bir tas su koymak ya da ağaca tırmanmış inemeyen bir kediyi itfaiye aracılığıyla indirmek değildir.
Bir kere onlara yaşam alanı açacaksınız.
Biz ise korkarım ki tam tersini yapıyor ve doğal yaşam alanlarını hızla daraltıyoruz. Bu nedenle her yağmur ya da kar sonrası korkutucu metropol manzaraları çıkıyor karşımıza.
Hayvanları sevmekten geçiyor insanları sevebilmek.
İşin içine devlet girince bir şey değişmiyor.
Hayvanlarını seven devlet vatandaşlarını da seviyor.
Tersi de doğru tabi; hayvanlarına kötü davranan devlet insanlarına da kötü davranıyordur.
Hrant Dink yukarıdaki satırları kaleme aldıktan kısa süre sonra katledildi. Ürkek de olsa yaşayan güvercine kıydılar...
Dokundular güvercinlere… Hayatıyla ödedi maalesef yanılgısını.
Geçtiğimiz gün değerli gazeteci Emin Çölaşan’ın köşesinde okudum. Bir kadın mahkum mektup yazmış ve şöyle diyordu:
“Eşim tutuklandığı zaman kızımıza yedi aylık hamile idim. Bu dönemde anne karnındaki bebeğimin gelişimi yavaşladı ve yaşadığımız sıkıntılar yüzünden sekiz aylık hamile iken erken doğum yaptım. Solunum sıkıntısı olduğu için bebeğim bir süre küvezde kaldı. Zor günler bununla da bitmedi. Kendim de, 13 Ekim günü öğretmen olarak görev yaptığım mesleğimden, doğum izninde iken açığa alınıp 7 Şubat'ta ihraç edildim. Yaklaşık iki ay sonra da F..Ö üyesi olmak suçlamasıyla yine hiçbir somut delil olmadığı halde tutuklandım. Bir hafta sonra sekiz aylık bebeğim Melek'i cezaevine aldırabildim. Bu bir haftalık ayrılıkta sütümü ağlayarak lavaboya sağdım. Bir anne için ne kadar ağır bir durum olduğunu tahmin edersiniz.”
Okuduğumda yüreğim cız etti sevgili okuyucularım. Bir anne ve bebeğine bu kadar kötü davranan bir ülkede yaşamak inanın çok korkutucu…
Bakınız anne olmak çök özel bir duygudur sadece fizyolojik olarak bir mucize yaşanmaz, anne adayı ve sonradan anne inanılmaz büyük ruhsal değişim yaşar ve kolay değildir bununla başa çıkmak. Ve siz bir anneye psikolojik destek vermek yerine onu hapishaneye gönderiyorsanız hiç de iyi bir yönetim olmazsınız.
Doğumdan hemen sonraki dönem pek çok kadın için adeta bir rüya gibidir. Eve yeni gelen bir bebek aileye neşe ve mutluluk saçtığı kadar stres de yaşatır. Eve yeni bir bireyin katılışı kadınların önemli bir kısmında zihinsel ve duygusal değişikliklere yol açar.
Zihinsel ve duygusal durumu etkileyen bu durumları melankoli, depresyon ve psikoz olarak sınıflandırabiliriz.
Kadınların yaklaşık % 85'inde doğumdan sonra melankolik bir durum görülür. Bu gerçek bir duygulanım bozukluğundan çok doğumun normal bir parçası olarak kabul edilmelidir. En sık doğumdan sonraki ilk haftada ortaya çıkar.
Annelerde uyku problemleri, ağlama krizleri, üzgün görünme halsizlik, baş ağrıları, konsantrasyon güçlükleri, şaşkınlık, sinirlilik, iştahsızlık problemleri görülebilir. Bu tablo çok önemli değildir. Genelde 1-2 hafta içinde şikâyetler kendiliğinden kaybolur. Ancak bu kısa geçiş döneminde ailesinin ve eşinin anlayışlı davranması ve kendisine yardımcı olmaları gereklidir.
Annelerin %10-15'inde melankoli tablosu iki haftadan uzun sürebilir. Bu durumda depresyon söz konusu olabilir ve profesyonel yardım gerekebilir.
Doğum sonrası depresyon; tanım olarak doğumdan sonraki 4 hafta içinde, herhangi bir zamanda majör depresif bir dönem yaşanmasıdır.
Kadınların bir kısmında görülen doğum sonrası depresyon melankoliden daha farklı ve ciddi bir durumdur. Ancak bazı kadınlarda bu süre 6 haftaya kadar uzayabilir.
Adına “doğum sonrası psikoz” dediğimiz bu rahatsızlığın en arzulanmayan ve ileri durumu vardır. Annelerin, özellikle ilk kez anne olanların büyük bölümünün yakalandığı bir rahatsızlıktır bu. Postpartum yani doğum sonrası annelerde görülen en ciddi psikolojik rahatsızlıktır ve gebelikten önceki yıla göre karşılaştırıldığında hastalığa yakalanma riski 20 kat fazladır.
Psikoz; düşünce bozukluğu veya gerçekle gerçek olmayanın ilişkinin kaybedilmesi olarak tanımlansa da ciddi duygulanım bozuklukları da bu şekilde sınıflandırılabilir.
Halüsinasyonlar (gerçekte olmayan şeyleri görme ya da duyma) veya hezeyanlar (gerçekle ilgisi olmayan şeylere inanma) olabilir. Önceden kestirilemeyen duygu dalgalanmaları görülür. Genelde doğumdan sonra 2 gün-3 hafta arasında belirtiler ortaya çıkar.
Hezeyanlar özellikle bebek üzerine odaklanır. Bazı durumlarda anne bebeğe karşı aşırı koruyucu obsesyonlar (takıntılar) geliştirebilir. Hatta bazı vakalarda da intihar düşünce ve girişimleri bile olabilir.
Postpartum psikoz son derece acil ve profesyonel yardım gerektiren ciddi bir durumdur. Sıklıkla hastaneye yatırılarak tedavi gerekir. Uygun tedavi ile % 95 oranla hastalar 2-3 ay içinde iyileşir.
Tabii yeterli şartlar sağlanırsa ve doğru tedavi uygulanırsa.
Geçtiğimiz gün Sayın Hayrettin Karaman’ın toplumun bir kesimini oluşturan başörtü kadınlarla ilgili yazısını okuduk ve pek çok kimse haklı olarak tepki gösterdi. Nitekim son dönemde başı açık olsun, kapalı olsun pek çok kadına benzer baskılar yapıldığını okuyor, izliyor ve duyuyoruz. Kadınlar doğal olarak tepki gösteriyorlar. Kıyafetimize, ne içip, ne yediğimize, nasıl davranacağımıza karışmayın, diyorlar ki şüphesiz haklılar. Kişisel bağlamda sonuna kadar destekliyorum, bu alanda yapılan tüm kampanyalara da imza attım ve atacağım.
Ancak gözlemleyebildiğim kadarıyla hapishanede doğum yapan ya da doğum yaptıktan hemen sonra (suçu ne olursa olsun ki henüz soruşturma aşamasında yaşıyorlar bunları) hapishanelere götürülen kadınlarla ilgili toplum, özellikle kadınlar çok duyarsız. Medya da öyle. Hiçbir gazete ya da televizyon kanalı bu konuya eğilmiyor, sanki yaşanmamış gibi davranıyorlar. Oysa şu anda hapishanelerde 600’e yakın bebeğin annesiyle beraber tutulduğu söyleniyor. Hele Star isimli gazetenin bir manşetini gördüm ki tüylerim diken diken oldu. Bu annelerin doğum yaparak terör kumpası kurduğunu ileri sürebilecek kadar gözü dönmüş bir ideolojinin kimseye yararı olmaz. Düşündüm, acaba bu manşeti atanların arasında anne var mı, ya da bu manşeti atanların eşleri, anneleri var mı? Diye.
Düşünebiliyor musunuz, yeni doğum yapıyorsunuz, henüz bir gün bile geçmemiş doğumhanenin kapısında polisler bekliyor. Zaten anne olmak başlı başına bir travmatik olay iken ve kadınların bunu bile atlatabilmesi için yardıma-desteğe ihtiyacı varken, bir de bu kadınları alıp bebekleriyle beraber hapishaneye göndermek, güvercinlere zarar vermekten bile daha fena bir kötülük!
Bugün hemcinsleri için gösteri yapan, sokaklara düşen, haklı olarak tepki gösteren kadınların hapishanedeki bebekli anneler için duyarsız kalmalarına Hrant Dink eminim tepki gösterirdi.
Hapishanelerinde annelerin, bebeklerin olmadığı, herkesin birbirinin yaşam tarzına saygılı olduğu daha güzel bir ülkede yaşayabilmeyi dileyelim.
Anneler ve bebeklerine bir güvercin ürkekliğinde olduklarını bilerek şefkatle yaklaşalım.
Meral Aslan