Samanyoluhaber.com yazarlarından Safvet Senih, yeni köşe yazısını 'Hafız Ali Ağabey'in Rumuzat-ı Semaniye değerlendirmesi' başlığıyla okurları için kaleme aldı.
Barla Lâhikasında bir mektubunda Hafız Ali Ağabey diyor ki:
Ey Yüce Üstad!
Cenâb-ı Erhamürrâhimîn'e çok şükürler ki, size, o muazzam Kitâb-ı Mübînin hazine-i hakâikının miftahını, rahmetiyle ihsan buyurmuş. O hakâik-ı azîme ki, bütün dünya halkının eşedd-i ihtiyaç ve atş ile, sabırsızlıkla, müterreddid, mütehayyir, "acaba bir âb-ı hayat bulacak mıyız?" diye bir hâlette iken, o mahfuz ve mestur zemzeme-i azîmenin musluklarını açarak, her meşreb ehlinin müracaatlarında içirilmemek kabil olmayan bir tarzda, cüz'î, küllî hatta pek âmî olanlar bile bir damla ile hararetini kestirecek derecede vazife-i âliyenizde münteşir, tekellüfsüz, tasannûsuz, çok cihetlerle kanâat-ı kâmile ile şahid olabildiğimiz bu vazife ile muvazzaf ve ancak ilm-i bînihâyeden lemeân eden, arş-ı Hudâ'ya nazar ile âleme rahmete vesile olduğunuz hengâmda ne diyebilmek mümkün ve ne cesaret!
Hem bütün mümkinatla alâkadar, o muhit ve ehass-ı havassın bile tam fâik derecesinde massedebilmesi, bence baîd diyebileceğim serâser nur olan eserlere, fakir gibi, her hususta nısf değil hiçin hiçi olanların, bu hususta mütalâa değil, elime kalem alıp o mübarek fikr-i âlinin içine müşevveş fikrimi karıştırmaktan korkuyorum ve cesaret edemiyorum. Gaye-i maksad olan, yalnız Üstadım, her hususta muvaffakıyete kısa nazarım ile bakıyorum. Muvaffakıyetler neticesi, bizim için bir eyyam-ı mübareke uzaktan uzağa görünüyor. İnşâallah o yevm-i mev'ûdu, duanız himmetiyle göreceğiz ve biz görmezsek, fütuhat-ı azîme nâil olan eserleriniz, pek bâlâ bir mevkide kahramanâne müşahede edecekleri şübhesizdir. Cenâb-ı Hak sizden ebedî râzı olsun. Dua-yı âciziyeden başka bir mütalâa dermeyan edemiyeceğimden o hususu; fikr-i âlî, kalb-i sâfî kardeşlerime havâle edip, el ve eteklerinize yüzlerim sürerek, kırık dökük sözlerimden affınızı dilerim.
Üstadım, bu üçüncü nükte-i kenziyeyi mütalâa ettim. Sûre-i Alâk-ı Mübareğin hurûfâtının îma ettiği sırlar karşısında hayretimden gayr-i ihtiyârî, "Allah, Allah" lâfz-ı celâli ağzımdan çıkmakla öz ve gözlerim hazin hazin yaşarıyordu ve şöyle düşünüyordum: Evet nasıl ki, kâinatın her zerresi Hâlik-ı kâinata şehadet ve gülümseyerek haber veriyorlar. Öyle de, kâinatın haritası olan Kur'ân-ı Hakîmin vücudunu teşkil eden harfleri de, hâdisat-ı kevniyenin mâzi, hal ve müstakbeline lisan-ı halleriyle şehadet edecekleri bedihîdir diyorum. Bu düşüncemin îzahını nihayetteki ihtarında buldum, elhamdülillâh dedim.
Hele mübarek Sûre-i Rahman, şu zamanın efkâr-ı bâtıla ve fir'avn-meşreb kafalara yıldırım-misâl sâika ile pek sarih bir sûrette, her işi Rahmânürrahîmin diye isbat ve otuz bir defa bir cümle tekrar ile, çör-çöpten ibaret olan tabiiyyun ve maddiyyun tahassungâhlarını, o kudsî harflerinin remziyle zîr ü zeber ediyor. Zaten Üstadım, çok yerlerde de beyan buyurduğunuz gibi, bu kâinat kitabını açan Kâdir-i Zülcelâl ve Hâkim-i Zülkemâl, o kitabı kapayıncaya kadar, o kitabın sahife, satır, harf ve noktalarını hakkıyla îzah edecek ve hikmetini gösterecek bir müfessir, bir muarrifi ve o muarrifin verese-i hakikisini rahmeti muktezası ile eksik etmeyecek.
Evet Üstadım! Şâhidim ki, çok yorgunsunuz ve yoruluyorsunuz. Fakat o vazifenin kudsiyeti yorgunluğa değil, her şeye tercih edileceğini buyuruyorsunuz. Madem şu zamanda iki mühim cereyan-ı azîmenin birisinin kumandasını Cenâb-ı Hak size tahmil etmiş oluyor ki, bütündünya Kur'ın beyan ve esrârından mânen sizi dinliyor, inşâallah her vakit dinleyecek. Bu nânevî muharebe zamanında netice-i muharebe yalnız insanların izmihlâline değil, belki bütün mevcudatın netice-i tahribini taşıyan ve istîmâl eden muharriblerledir. Öyle ise siz yalnız bize değil, ilâ yevmil kıyâm bâki kalacak müslüman yavrularının yaralanmaması için zırh; ve bir endahtta dünyayı sarsan, gürûh-ı hazeleyi boğucu dumanlar içinde bırakan, Kur'ân-ı Hakîmin son sistem malzeme-i mübarekelerini îcada vesilesiniz. Var ol ey sevgili Üstadım! Hemen, Rabbim yorgunluğunuza bedel bin ehl-i gazâ sevâbı ihsan buyursun, âmin.
Affınıza mağruren şunu diyeceğim ki: Madem, mânevî cihad zamanıdır, muvazzaf askeriz ve askerlikten lezzet aldığımızı söylüyoruz, düşman hem dessas, hem surî kuvvetlicedir. Kılınç hasma göre çekilir düsturiyle, sizin telâşsız ve ârâmsız sa'yiniz göz önünde iken, cephemize hile tuzağı addedilen hubb-ı câh ve sermaye-i dünya gibi, çok câzibedar şeylerle bizi aldattıklarını bilmeliyiz. Ve cepheyi bırakıp, âfil şeylere aldanıp, çok mübârek ve mukaddes şeylerin ayak altında kalmasına sebebiyet vermemek için, ancak ve ancak Cenâb-ı Kibriyânın azamet ve kudretinden şümullü rahmetinden ve şâh-ı Levlâkin himmet-i âmmesinden ve zât-ı üstadânelerinin makbul ed'iyelerinden gece ve gündüz hissemend olmamazı niyaz ediyorum ve böyle îmanım var ve her dakika ârâmsız bekliyorum.
Hafız Ali
(Rahmetullahi Aleyh)
Rumûzât-ı Semâniye Risalesi (yani 29. Mektubun 8. Kısmı), Kur’an harflerinin tevafuklarla gösterdikleri işaretleri, bazı surelerinin harflerinin Kudüs’ün, İstanbul’un fetihlerine işaretlerini, surelerin birbirleri arasındaki enteresan tevafukları Allah ve Kur’an lâfızlarının gösterdikleri riyazî tevafukları anlatıyor. Gerçekten insanı hayrette ve hayranlık içinde bırakıyor. İşte bu güzellikler karşısında ilk muhataplardan olan şehid Hâfız Ali Ağabeyimiz de içinden taşan hissiyatı bu mektupta şöylece ifade ediyor:
“Ey yüce Üstad! Cenab-ı Erhamürrahimîne çok şükürler ki, o muazzam Kitab-ı Mübînin hakikatlar hazinesinin anahtarını, rahmetiyle ihsan buyurmuş. O muazzam hakikatlar ki, bütün dünya halkının şiddetli ihtiyaç ile, sabırsızlıkla, tereddüt ve şaşkınlık içinde ‘Acaba bir âb-ı hayat bulacak mıyız?’ derlerken, o örtülü muazzam zemzemin musluklarını açarak, her meşrep ehlinin müracaatlarında içirilmemek kâbil olmayan bir tarzda, cüz’î, küllî, hatta pek âmî olanlar bile bir damla ile hararetini kestirecek derecede yüce vazifenizde intişar eden tekellüfsüz, tasannusuz çok cihetlerle tam bir kanaatla şâhid olabildiğimiz bu vazife ile muvazzaf ve ancak sonsuz ilimden parlayan, Hakkın Arşına bakarak âleme rahmete vesile olduğunuz hengamda, ne birşey diyebilmem mümkün ve ne de cesaret edebilmek mümkün! (...) Üstadım, bu (29. Mektubun Rumûzât-ı Semâniyesinin) Üçüncü Nükte-i Kenziyesini mütâlâa ettim. Mübarek Alak Sûresinin harflerinin îmâ ettiği sırlar karşısında hayretimden gayr-i ihtiyari ‘Allah! Allah!’ lâfza-i celâli ağzımdan çıkmaktaydı, özüm ve gözlerim hazin yaşarmaktaydı ve şöyle düşünüyordum: Evet, nasıl ki, kainatın her zerresi, Kainatı Yaradan’a şehâdet ederek ve gülümseyerek Onun varlığını haber veriyorlar. Öyle de kâinatın hâritası olan Kur’an-ı Hakîmin varlığını teşkil eden harfleri de, kâinat hâdiselerinin geçmiş, şimdiki hal ve geleceğine lisan-ı halleriyle şehadet edecekleri apaçıktır, diyorum. Bu düşüncemin izahını nihayetteki ihtarında buldum. Elhamdülillah, dedim. Hele Mübarek Rahman Suresi, şu zamanın bâtıl fikirli, Firavun meşreplilerin kafalarına tam bir yıldırım gibi... Pek açık bir surette her işi Rahman ve Rahim Allahındır diye isbat eden ve otuz bir defa ‘Rabbinizin hangi nimet ve lütuflarını yalanlayabilir ve yalan sayabilirsiniz’ cümlesiyle tekrar tekrar, çörçöpten ibaret olan tabiatçıların ve maddecilerin sığınaklarını, o kudsî harflerinin rumuzlu ifadeleriyle zîr ü zeber ediyor. Zâten Üstadım, çok yerlerde beyan buyurduğunuz gibi, bu kâinat kitabını açan Kadir-i Zülcelâl ve Hâkim-i Zülkemâl, o kitabı kapayıncaya kadar, o kitabın sayfa, satır, harf ve noktalarını hakkıyla izah edecek ve hikmetini gösterecek bir müfessir, bir tarifçiyi ve onun hakiki vârislerini rahmetinin gereği eksik etmeyecek.
Elhamdülillah...”