Bir bahar günü yeniden gördüm onları… İkindi güneşinin ağaç yapraklarının arasından sızarak çimlerin üzerinde oluşturduğu parlak ışıkların arasından süzülüp geldiler bana doğru. Bu defa yanlarında çekik gözlü, sevimli küçük bir kız çocuğu da vardı. Yıllar önce uğurlamıştık onları Orta Asya bozkırlarına. Işıklı Göl kıyısında kıymıştık nikâhlarını. Ak alnı, ak duvağı ile beyaz bir nilüfer çiçeği gibi etrafına mutluluk saçan Elif bembeyaz gelinliği ile yürümüştü gurbete. O bir gurbet geliniydi…
Gitmişti ama geride gözü yaşlı anne babasını bırakarak gitmişti. Babası, “Git kızım, bizim o topraklara vefa borcumuz var.” demişti ama annesi ayrılığına hiç ama hiç dayanamamıştı. İnce gelin, ananın en kıymetli hediyesi olan ayrılık gözyaşlarını yüreğinin yangınlarına dökerek düşmüştü gurbet yollarına. Genç çifti uğurladıktan sonra bir kamelyanın altına oturmuştuk.
Yaşlı bir hacı amca ilçenin Hizmet tarihçesini ta başından itibaren anlatmıştı: “1980’li yıllarda köylerden kasabalardan gelen öğrenciler, barınmak için bir sıcak yuva bulamazlardı. Burada yurt ve okul hizmetlerini, aynı adı taşımakla gurur duyduğum, merhum Hacı Ahmet Özel başlattı. Hacı Ahmet Özel, Turgutlu eşrafından Mustafa Türk Bey’den Bornova’da bir ev satın alıyor. Bu vesile ile dost oluyorlar.
Bir sohbet sırasında Hacı Ahmet Özel, Çivril’e bir cami yaptıracağını söylüyor. Mustafa Türk, onu İzmir’deki öğrenci yurtlarını ve okulları gezdiriyor. ‘Caminin altını mutlaka öğrenci yurdu yap.’ diyor. Bu güzel düşünce, Hacı Ahmet Özel’in aklına yatıyor ve hemen kolları sıvıyor.
Hacı Ahmet Özel’le evlerimiz yan yanaydı. Ara sıra beni de yurt inşaatına davet ederdi ama benim o zamanlar talebeyle, yurtla falan hiç ilgim yoktu. 1980 kışıydı. Bir gün beni sokakta gördü. ‘Balyoz lazım.’ dedi. ‘Bizde var.’ dedim. Verdim, aldı götürdü. Soğuk bir mart günüydü. Poyraz çelik gibi her bir şeyi kesiyordu. İkindi namazından sonra Merkez Camii’nden birlikte çıktık. Ben ‘Hacı Ağabey balyozun işi bitti mi, lazım oldu da?’ dedim. ‘Yurtta. Gidip getireyim.’ dedi. Mütevazı bir insandı. ‘Olmaz.’ dedim. ‘Bu soğukta seni oralara kadar göndermeye gönlüm razı olmaz.’ ‘Al öyleyse şu anahtarı hem balyozu al hem de muslukların birini azıcık açıver de sular donmasın.’ dedi.
Buz kesen soğuğun sert silleleri arasında düştüm yola. Yurdun hemen her bir eşyası hazır hale gelmiş, şefkatli bir ana gibi evlatlarını bağrına basmaya hazırdı. Her ne hikmetse balyozu bulamadım. Muslukların birini biraz açarak, geri döndüm. Akşam ve yatsı namazlarında ben mi gidemedim, o mu gelmedi hatırlamıyorum. Sabah namazında da yine aynı şekilde buluşamadık. Sonraki gün, kuşluk güneşinin taze ışıkları ovayı, obayı ısıtmaya başlarken Hacı Ahmet’in kapısını çaldım. Kapıya hacı anne çıktı. Nur yüzünde gam bulutları geziniyordu. ‘Hacı anne şu anahtarı Hacı Ağabey’e veriverin, taşın üzerine bırakıyorum.’ dedim. ‘Gel evladım, kendin ver.’ dedi. ‘Girmeyeceğim, çarşıya gidiyorum, işim acele.’ dedim. Hacı anne biraz da sert bir şekilde: ‘Evladım, gir de kendin ver.’ dedi.
Onun bu tavrına hiçbir mana veremedim, şaşırmıştım. Bana böyle davranmazdı. Çaresizce yukarı çıktım. Kalbim kırılmıştı. İçeri girdim. Bir de ne göreyim! Benim o nur yüzlü, hayırsever insan Hacı Ağabeyim Hakk’ın rahmetine kavuşmuş. Üzerine beyaz bir örtü örtmüşler. Başında ağlayıp duruyorlar. Aklım başımdan gitti. Başına oturup ben de ağlamaya başladım. ‘Hacı Ağabey! Anahtarı getirdim.’ dedim, ses vermedi. Anahtarı verecek kimse bulamadım.
Bir kutsal emanet gibi bende kalmıştı. O gün ‘Görev başa düştü.’ dedim içimden. Bu defa kolları ben sıvadım. Fedakâr insanlarla birlikte Allah çok güzel hizmetler yaptırdı. Allah neler lütfetti. Bugün burası nüfus oranına göre Türkiye’nin en çok öğrenci barındıran ilçesi durumunda. Az önce gurbetlere gelin gönderdiğimiz Elif ve Hüseyin’imiz bu yurtlarda okudu... ”
O gün nikahlarını kıydığımız Elif ve Hüseyin’le tam on iki yıl sonra, gurbette, bir bahar bahçesinde yine buluştuk. Dağ dağa kavuşmaz ama insan insana kavuşur, derler. Ama bu defa yanlarında kızları da vardı. “Adı ne, bu sevimli kızımızın?” dedim. “Zeyneb.” dediler. “Kırgızistan’da doğdu. ” Tanrı Dağlarındaki ceylanların gözleri gibi güzeldi, Zeynep’in gözleri. Masum bir bakışı vardı. Uzun uzun eski güzel günleri konuştuk.
Bir ara Hüseyin cebinden telefonunu çıkardı. On iki yıl önceki nikah merasiminden bir kare gösterdi. Saçlarım simsiyahmış. Şimdi şifa için bile bir tel siyah kalmadı. Siyahlar yıllar içinde silindi gitti. Elif’le Hüseyin ülkelerinden daha çok hizmet ettikleri Kırgızistan’ı çok özlemişler. On iki yıl dile kolay. ‘‘Ayrılmak zorunda kalmasaydık, bir ömür boyu kalırdık o topraklarda.’’ dediler. İlk sevdaları, ilk hasretleri o uçsuz bucaksız bozkırlarda kıvılcımlanmış. Zeynepleri ile yeni mutluluklara o topraklarda kanatlanmışlar. Adsız oğlanlarla on iki yıl geçirmişler. Kırgızları çok sevmişler. Kendilerini onlardan bilmişler.
Hüseyin bu süreçte babasını kaybetmiş. Babasını bir daha görememek, son anında yanında olamamak, üzerine bir avuç toprak bile atamamak yüreğinde onulmaz yaralar açmış. “Babam çok iyi bir adamdı.’’ derken ansızın taşan pınarlar gibi gözleri doldu. Güneş ışığında parlayan rayların üzerinde son sürat giderken el freni çekilmiş bir tren gibi önce titredi, zangırdadı sonra durdu. Kelimeler boğazına tıkandı. Gurbetin ne zaman, nereden geleceği belli olmayan böyle acı sürprizleri oluyor. En mutlu anınızda bile, hiç ummadığınız bir anda, bir paslı bıçak kalbinize saplanıveriyor.
Zeynep bir ara annesinin elinden kurtuldu ve az ilerde yemyeşil çimenlerin üzerinde oynayan hicret çocuklarının arasına doğru koşmaya başladı. Kimi vatanında, kimi gurbette doğmuş olan hicret çocukları ikindi güneşinde parlayan yemyeşil çimenlerin üzerinde anne-babaları ile oynuyorlardı. Daha küçük yaşlarına rağmen ne büyük adımlar atmışlardı. Burası onların kim bilir kaçıncı gurbeti idi. Toplar, balonlar havada uçuşuyordu. Kimi ip atlıyor, kimi çuval yarışı yapıyor, kimi uçurtmasını uçuruyordu. Nereli bu çocuklar? Doğup hemen ayrıldığı yerden mi? Birkaç hafta uğradığı, babasının memleketinden mi? Hiç görmediği, annesinin kasabasından mı? Yoksa Hizmet için kalınan bir ülkeden mi? Sahi, nereli, kim bu çocuklar? Özgürce esen rüzgarlar önünde sağa sola savrulan bulutlar gibi dünyanın dört bir yanına hudutlara takılmadan savrulan bu çocuklar nereli...
Binbir zorluğu beraberinde taşır hicret çocuklarının öğrenim hayatları. Bunu kendi torunlarımdan biliyorum. Ülkeden ülkeye değişir öğretmenlerin ve kitapların dili. Farklı eğitim sistemleriyse işin tuzu biberi olur. Sene kaybı riski ve denklik problemi, yaka paça oldukları şeylerin birkaçıdır. Sadece vatan değil, sınıflar, arkadaşlar, kültürler de değişir yurt dışında. Yaşları küçükken ciddi sorumluluk yüklenir omuzlarına. Yetişkin bir insanın bile kendi dilinde ifade etmekte zorlanacağı duygular doğar kalplerinin derinliklerinden…
Biz kendi ülkemizde şehir ya da mahalle değiştirdiğimizde çocuklarımız yeni bir okula uyum sağlar mı, diye endişelenirken bu çocuklar dili, ırkı, alışkanlıkları farklı ülkelerde parçalanmış bir eğitim hayatı yaşarlar. Aileleriyle birlikte büyük fedakârlıklara katlanırlar. Gözlerini yaban ellerinde bir hastanede açmışlardır hayata. Bazen mapusluğa benzer yerlerde yaşarlar. Dedelerinin dizinin dibinde şımartılmayı özlerler. Her yeni ülkede hayata sıfırdan başlamanın zorluklarına göğüs germek canlarını acıtır. Ebeveynlerinin fedakârlıklarını anlayan, özümseyen, paylaşan ve daha önemlisi örnek alan ‘büyük’ çocuklar bunlar.
Şimdi yeni bir dünya kurabiliriz noktasında, yeni bir dünyanın eşiğindeyiz. Bu dünyayı el birliği ile kuracaklar arasında ‘gurbet gelinleri’ ve ‘gurbet çocukları’ önemli rol oynayacak. Elif ve Hüseyin’le içimizde yer değiştirip duran gurbet desenli duygularla cennet çimlerini andıran yeşilliklerin üzerinde oynayan gurbet çocuklarını seyrederken gün de kızıl atına binmiş guruba koşuyordu. Elif ve Hüseyin’e yine veda vaktiydi. Bir daha ne zaman, nerede karşılarız bilemiyorum ama bildiğim bir şey varsa; gelecek, gurbet gelinlerinin yetiştirdikleri bu gurbet çocuklarının olacaktır.