Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın pazar yazısı
HARUN TOKAK
Oturduğumuz evin karşısında küçük bir ada var.
Akşam güneşinin kızıllığı ile ada ışıklarının buluşması muhteşem oluyor.
Bu sessiz ve sakin ada ile şehir arasında küçük bir liman var. Bazı geceler bu limana büyük gemiler geliyor.
Bütün ışıklarını yakarak saatlerce limanda bekliyorlar. Sonra da onca kar-kışa, fırtınaya aldırmadan, arkalarında beyaz köpükler bırakarak, etraflarına ışıklar saçarak karanlığın içinde uçsuz bucaksız deryalara doğru yol alıyorlar.
Ben o gemilerin arakasından gözden kayboluncaya kadar bakıyorum.
Yine bir gece engin deryalara doğru yol alan bir gemin arakasından bakarken telefonum çalıyor.
Ekranda arayanın adı görünmüyor.
Ben isim görünmese de telefonları açıyorum.
Belki de darda olan biridir.
Zor günlerden geçiyoruz.
Karanlıkların fırtınaların arasından gelen ses, “Hocam, ben Demet.” diyor.
Zaten o Demet demeden ben onu tanıyorum.
Demet, Van’dan benim öğrencimdi.
Kendine has bir konuşması, sesinin farklı bir tınısı var. Ağır ağır konuşur, kelimelerin hakkını verir.
“Ben Atina’ya geldim.” diyor.
Ne zamandan beri ülkesinden ayrılmayı düşündüğünü biliyordum.
Çok acılar çekti. Eşi bu süreçte vefat etti. Yalnız kaldı. Ama hadiseler onu hiç yıldırmadı. Ülkesinden ayrılıncaya kadar hep koşturdu durdu.
Ağlayan göze mendil, ağrıyan başa omuz oldu.
Onun Meriç’ten kazasız bir şekilde geçmesine seviniyorum.
Lakin gurbette sevinçler ve mutluluklar kuzey bölgelerinin kış günleri gibi kısa sürüyor.
Bir sonraki telefondaki sesin sahibi ağlamaktan konuşamıyor.
Telaşlanıyorum.
“Kimsiniz, niye ağlıyorsunuz?” diyorum.
Epey bir zaman sonra
“Ben Derya.” diyor.
Sonra yine hıçkırıklara boğuluyor.
Konuşamıyor.
Derya’yı tanıyorum. Hisli, duygulu, zarif biri.
O an anlıyorum…
Derya’nın yüreği yanıyor. İçindeki yangını gözyaşları ile söndürmeye çalışıyor.
Lakin gözyaşları, içindeki yangını iyice alevlendiriyor.
Ne yapacağımı ne diyeceğimi şaşırıyorum
Salim Baba gibi diyorum;
“Yetiş ey keştibânım büsbütün deryada yangın var
Değil derya yalınız cümle hep sahrada yangın var”
Derya asil bir ailenin kızı.
Eşiyle mutlu bir hayatı var.
Uçsuz bucaksız Atlas Okyanusu’nun ortasında doğal güzelliklerle dolu harikalar diyarı bir ada ülkesinde yaşıyorlar.
Ada insanlarına umut olmaya çalışıyorlar.
Derya girdiği her yeri güzelleştiren biri.
Halim selim bir insan olan babası Avrupa’ya işçi olarak gelmiş. Gurbetin garipliğine düşmeksizin evlatlarını güzel yetişirmiş.
Hemen hepsi Hizmet’in içinde büyümüşler.
Anası, yaşadığı şehirde Hizmet’e “analık” yapan, sadakat sütüyle besleyen bir Osmanlı kadını.
Derya’nın sesi, kendi deryalarında kulaç atmaktan yorgun düşmüş birini andırıyor.
Biraz sakinleşince “Ben İskandinav kampından arıyorum.” diyor ve yine hıçkırıklara boğuluyor.
Bu defa ben iyice tedirgin oluyorum.
Sevgili torunlarım İpek, Gülden, İhsan anneleriyle orada olduğunu bildiğim için iyice telaşlanıyorum.
Böyle zamanlarda insanın aklına kötü kötü şeyler geliyor.
Çok arzu etmeme rağmen seyahat kısıtlamasından dolayı ben o kampa katılamamıştım.
Kamptan gönderilen fotoğraflardan, videolardan, aldığım telefonlardan çok şeyi kaçırdığımı görünce pişmanlığım bir kat daha artmıştı.
Arayan herkes çok mutluydu.
Kamptaki herkesin yüzünde başka bir güzellik, sesinde ayrı bir sevinç vardı.
İyi de telefondaki bu gözyaşları neyin nesiydi?
Kalbim titremeye başlıyor.
“Derya kızım, ne oldu, niye ağlıyorsun?” diyorum.
Bu defa iyice salıyor kendini.
Hem ağlıyor hem konuşuyor;
“Yüreğim yalnızlıktan yorgundu.” diyor.
“Maddi manevi hiçbir şeyden zevk almıyordum. Hayat benim için manasızlaşmıştı. İçinde yaşadığım uçsuz bucaksız okyanusun ortasındaki ada kadar yalnız hissediyordum kendimi.
Eşime, “İskandinav ülkelerinin kampı varmış biz de gidelim.” dedim.
Hemen kabul etti. Eşim zaten dünya güzeli bir insan.
O da benim yavaş yavaş hayattan çekildiğimi fark ediyordu.
Kamp ortamı bana çok iyi geldi. Yepyeni insanlarla tanıştım. Hemen hepsi ülkelerini terk etmiş, kendilerinde gurbet diyarlarında yeni bir sayfa açmışlar. Hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Ben Avrupa’da doğmuştum. İyi bir mesleğim vardı. Hizmet’in içinde doğmuştum. Para pul sıkıntım da yoktu.
Onların onca sıkıntılara göğüs germeleri, yaşadıklarını kabullenmeleri, yeni yurtlarında gurbetin yenilgisine düşmeden koşturmaları çok hoşuma gitti.
Kendimden utandım.
İlk defa yalnız olmadığımı anladım. Büyük bir aile olduğumuzu fark ettim. Her şeylerini ülkelerinde bırakıp gelmiş olan muhacir kadınlarla, kızlarla kucaklaştım.
Cemil Tokpınar Hocamızın namaz sohbeti bana çok iyi geldi. Geçiştirerek kıldığım namazlardan dolayı Allah’tan utandım.
Şehirlerin kaldırımlarında kasvet bağlayan kalplerin kapıları yep yeni alemlere açıldı.
Yılgınlıkların at koşturduğu yüreğim, can suyu yemiş taze çiçek gibi bahar bahar açtı.
Kusura bakmayın kalbim yeniden çarpmaya başladı ama burada yaşadığım bir durumu size anlatmak istiyorum.
Bir ikindi namazıydı.
Üç yüz kadar kamp sakiniyle topluca namaz kılıyorduk. Manzara muhteşemdi. Sanki melekler maratondaydı.
İçimden, “Ya Rasulallah! Kendimi çok yalnız hissediyorum. Keşke Sen de yanımızda olsan.” dedim.
Önce ağır bir gül kokusu yayıldı havaya.
Tanıdım…Bu O’nun kokusu idi. Titremeye başladım. Fırtınalı bir deryada dalgalarla sarsılan bir gemi gibi sağa sola sarsılmaya başladım.
Ritmi bozulan kalbimin kapılarının açıldığını fark ettim.
Önce hafif bir meltem esti, bedenimi ve yüreğimi okşadı. Ruhum titredi. Ne oluyordu? Etrafımdan mekân kayıyordu adeta. Zaman durmuştu sanki. Başka bir alemin kapısı açılmıştı. Her şey kayboluyordu.
Birden mor bulutlar açılmaya, sağa sola kaçışmaya başladılar. Bulutların yarıldığı yerden bir ışık hüzmesi inmeye başladı.
Kasvetli bulutlar yerini gül kokulu imbatlara bıraktı.
Ay Yüzlü Sevgili’yi ilk defa gözlerim açık görüyordum. Namaz kıldıran hocamızın yanına durdu. Bizimle namaz kıldı. Namaz bitince yine geldiği gibi gitti.
Dilim ve dudağım kilitlenmişti ama kalbimdeki aydınlık deryalar birbirine koşuyordu.
İçimde bahar bahar çiçekler açıyordu. Anladım ki Batı’ya bahar geliyordu.
Ağladım, ağladım.
İçim tüm dünyayı hatta kâinatı içine alacak kadar genişledi. Artık özgür kelebekler kadar özgürdüm.
O kendi davası için bir araya gelenleri yalnız bırakmıyordu.
Bizi dünyada yalnız bırakmadığın gibi mahşerde de yalnız bırakma ya Rasulallah, dedim.’’
Ben de Derya’nın bu duasına âmin diyorum.
Derya konuştukça mazideki güzel günler gözlerimin önüne geliyor…
Acı tatlı hatıralar, hiç unutulmayan en güzel rüyalar gibi hayalimin rüzgâr kokulu atlarıyla, ufuklarda uzayıp giden yollarda geçmişin o güzel günlerinde dörtnala koşmaya başlıyor.
Gençliğimin sabahına doğan o şehirlerden ayrılalı neredeyse yarım asır olmasına rağmen hala hayatı, o şehirlerin hatıralarının kuşatıcılığında yaşıyorum.
Yazın, yüce davalara gönül vermiş insanlar için biraz da kamp mevsimi demek olduğunu bir kere daha fark ediyorum.
Bizim tatilimizin, dinlenmemizin, okumalarımızın, yavrularımızı geleceğe hazırlamamızın, şehrin gürültülerinden uzak asude yerlerde yapılan kamplarda olduğunu anlıyorum.
Sadece beden değil aynı zamanda yürek yorgunluklarımızı da sağaltmanın, gönül aynamızda biriken tozu toprağı silmenin, geleceğe daha bir güvenle yürümenin yolunun kamplardan geçtiğini idrak ediyorum.
İlk kamplar, başta evler, yurtlar, dünyaya yayılan okullar olmak üzere, kültür merkezleri, iftar sofraları, Abant toplantıları, yardım dernekleri, dergileri, gazeteleri, televizyonları ile büyük bir çınara dönüşen Hizmet çınarının toprağa düşen ilk çekirdeği gibiydi.
Dostoyevski’nin ‘‘Hepimiz Gogol'un paltosundan çıktık.’’ dediği gibi hepimiz o ilk kampların çocuklarıydık.
Geleceği omuzlayacak olgun gençler susuz kuyulardan yükselen dualarla, gözyaşlarıyla o asude dağ başlarında yetişmişti.
Dün Buca, Edremit, Kızılkeçili, Tekirova, Gödene, Kemer kampları bugün Avrupa, İskandinav, Amerika, Avustralya, Kanada kampları…
Dün olduğu gibi bugün de yarınları omuzlayacak olgun gençler, dünyanın her yerinde yapılan asude kamplarda yetişiyor.
Durgun akan nehirler bu kamplar sayesinde deryalara doğru doludizgin koşuyor.
Onun için her yaz bu gurbet diyarlarında herkes tatile koşarken yüce davalara gönül vermiş insanlar, tabiatın asude köşelerine koşuyor. Oralarda kendimizi buluyor, kendimize geliyor, kendimizden geçiyoruz.
Şehirlerin kalabalığı içindeki yalnızlıktan kurtuluyor, büyük bir ailenin içinde buluyoruz kendimizi.
Gökdelenlerin, beton blokların üstümüze üstümüze geldiği şehirlerin darlığından kurtularak asude dağ başlarında kainat kitabının harfleri, kelimeleri, sayfaları olan çiçekleri, ağaçları, yıldızları, ayları, güneşleri, galaksileri, gökyüzünü perdesiz okuyoruz.
Tabiatla iç içe oluyoruz.
Toplu namazlarla, tesbihatlarla, dualarla, sohbetlerle can suyu içmiş fidanlar gibi yeniden diriliyoruz.
Kalabalık kaldırımlarda kasvet kesilen kalplerin kapıları kutsi kapılara açılıyor.
Dünün eski ve bugünün yeni yamaçlarında gezinirken anlıyorum ki…
Önümüzdeki deryalar ne kadar derin olursa olsun Demet gibi Derya gibi kahraman kızlarımız ve kadınlarımız olduğu sürece Hizmet gemisi en karanlık, en fırtınalı gecelerde bile ışıklarını yakmış bir transatlantik gibi dev dalgalar arasında yol almaya devam edecektir.
Oturduğumuz evin karşısında küçük bir ada var.
Geceleri adanın ışıkları yanınca karanlıkta bütün ışıklarını yakmış büyük bir transatlantik gibi görünüyor.
Bu sessiz ve sakin ada ile şehir arasında küçük bir liman var. Bazı geceler bu limana büyük gemiler geliyor.
Bütün ışıklarını yakarak saatlerce limanda bekliyorlar. Sonra da onca kar-kışa, fırtınaya aldırmadan, arkalarında beyaz köpükler bırakarak, etraflarına ışıklar saçarak karanlığın içinde uçsuz bucaksız deryalara doğru yol alıyorlar.
Ben o gemilerin arakasından gözden kayboluncaya kadar öylece bakıyorum.
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.