[Harun Tokak] Gül Kokan Topraklar

Harun Tokak'ın Samanyoluhaber.com için yazdığı 'Pazar Yazısı': Gül Kokan Topraklar

HARUN TOKAK 





Gül kokan topraklar

Yazın kapıya dayanmasına rağmen kuzeyin bu ülkesinde havalar hala soğuk. Sabahtan beri ara ara yağmur yağıyor. Gurbette bulutlar da tıpkı insanlar gibi, pırıl pırıl bir güneşin aydınlığında dinlenirken, en mutlu anlarında bir bakıyorsun ansızın boşanıveriyor. Bulutlar ağlayınca baharın safasını süren, leylaklar, erguvanlar, zambaklar da ağlıyor ve bir bakıyorsun bütün varlıklar bahardaki bu ağlama orkestrasına hep birlikte iştirak ediyor. 

“Çoğu gitti, azı kaldı, yârin azıcık nazı kaldı” derken baharın nazı çekilmez hale geliyor. Yeniden kışlık elbiselerimizi giyerek düşüyoruz ıslak yollara. Yağmur kokulu yollar bizi tanıdık bir eve taşıyor. Nurdan Hanım ve Heysem Bey’lerin evine. Nurdan Hanım’ın ailesini Doğu’da görev yaptığım yıllardan tanıyorum. Hafta sonları oralarda da bir ocak tüttürebilir miyiz diyerek altımızdaki taka arabalarla Bitlis, Batman, Siirt, Muş, Hakkâri, Şırnak gibi çevre illere giderken Bitlis’teki uğrak yerimiz hep Nurdan Hanım’ların evi olurdu. Bitlis’in girişinde tarihi bir han vardı. El Aman Hanı...

Karanlık kış gecelerinde Rahva Ovası’nın karından, fırtınasından kurtulabilen yolcular “el aman hancı ne olur aç kapıyı” diyerek bu hana sığınırmış. Nurdan Hanım’ların evi bizim için El Aman Hanı gibiydi. 1990’lar Doğu'da terörün gittikçe tırmandığı yıllardı. Yollar kesiliyor, otobüsler durduruluyor, daha hayatının baharındaki kızlar, delikanlılar dağlara devşiriliyordu. Geceler kurşunlanıyordu. O kurşunlar anaların yüreklerinden geçiyordu. Çatışmalar bazen evimizin yakınında cereyan ediyordu. Çocuklarım küçük olduklarından korkuyorlardı. Acılar bizi yıldırmıyor, kamçılıyordu.

Nurdan Hanım’ın annesi çok güzel yöresel yemekler yapardı. O yemeklerin lezzeti unutulur gibi değil. Babası Necdet Bey kuyumcu idi. Kar yağdığında şehrin ana caddesi üzerindeki dükkânların önleri dam boyu kar olurdu. Dükkân sahipleri kardan tüneller açarlardı. Kaç defa o kar tünellerinden geçerek Necdet Bey’in kuyumcu dükkanına ulaştığımızı bugün bile hatırlıyorum.

Önce cam vitrini baştan başa süsleyen altın bileziklerin ışıltısı ile sonra da Necdet Bey’in üşüyen bütün ruhumuzu sımsıcak okşayan gülümsemesi ile karşılaşırdık. Ben gülümsemenin insan yüzünü ne kadar güzel kıldığını onda gördüm. O günlerde karın, fırtınanın, terörün arasından gülümseyen bir yüz görmek değerliydi.

Necdet Beyin güneş kavruğu esmer yüzü, gül kokan toprağı andırıyordu. Yiğit adamdı. Hizmet’e çok erken dönemde gönül vermişti. Kabına sığmayan bir küheylandı. Tam bir Osmanlı beyefendisi idi. Mahzun ve onurluydu. Etrafında haklı bir saygınlık oluşturmuştu. Necdet Bey’in babası bir gün bütün aileyi topluyor. “Oğlum” diyor, ‘‘Evimizin bulunduğu sokaktaki PKK’lı adamlar sürekli bana baskı yapıyorlar, ‘Oğlunu öldürürüz.’ diyorlar, senin yüzünden ailemizin zarar görmesini istemiyorum, vazgeç bu sevdadan.” Necdet Bey, “Baba, öldürseler de ben bu yoldan dönmem.” diyor. Hanımına, “Topla eşyaları, başka bir eve taşınıyoruz. Ailemiz bizim yüzümüzden zarar görmesin.” diyor.

İşin ciddiyetini anlayan baba, yiğit amca Ebu Talib gibi davranıyor; “Tamam oğlum, otur oturduğun yerde. Kendine dikkat et! Ben de arkandayım.” diyor. Doğu’nun parlak yıldızlarından biri olan Necdet Bey’i geçen yıl kaybettik. Nurdan Hanım, “En çok da babamın ben gurbette iken vefatı bana ağır geldi.” diyor. “Babamı bir daha göremedim. Annemi de gurbette iken kaybetmekten çok korkuyorum. Ben bu acıya dayanamam. İki ayrılığı hiç unutamıyorum. Birisi Bitlis’ten ayrılışımız, diğeri de bu bu gurbet diyarlarına gelişimiz. Bitlis’i çok seviyordum. Eşyalarımızı yükleyip ayrılırken çocukluğum, hatıralarım her şey geride kalmıştı. Buraya gelirken de sadece ülkemden değil, anne-babamdan, kardeşlerimden de ayrılıyordum. En geç bir- iki ay sonra geri döneriz düşüncesi ile vedasız vedalarla ayrılmıştık ülkemizden. Ayrılırken yine de çok ağlamıştım. Ağlayan gözlerimin babama son bakışları olduğunu nereden bilebilirdim. Babam çok güzel bir insandı. Onun sert geçen bir kıştan çıkan baharı andıran güzel yüzünü seyretmeyi çok severdim. Evimizin eşyalarını toplarken çok ağladım. Heysem Bey, ‘Sen çok ağlıyorsun, istersen gitmeyelim.’ dedi. Yakınlarımız bir bir tutuklanıyordu. Sıra bize geliyordu. ‘Gidelim.’, dedim. İstanbul’a gelirken otobüste altı saat boyunca hep ağladım. Muavin iki de bir geliyor, ‘Abla çok ağlıyor. Yapacağımız bir şey var mı? Diyordu.

Çok sevdiğimiz Bitlis’ten ayrılışımızı, buraya gelinceye kadar babamın iflası, kuyumcu dükkanının kapanışı olarak biliyordum. Meğer yıllar sonra gurbette ziyaretimize gelen Bahaddin Hoca, ‘Baban iflas etmedi.’ dedi. ‘Baban, Hizmet her dar boğaza girdiğinde altın satarak yaptırdığı okulların, yurtların borcunu ödedi. Sattıklarını yerine koyamayınca da iflas etti.’ Babam gözümde bir kat daha büyüdü. Babamın bu yiğitliğini keşke o hayatta iken öğrenmiş olsaydım.”

Yüreği iyice yorulan Nurdan Hanım’ın sakinleşmesi için konuyu değiştirerek eşi Heysem Bey’e “Sizin için zor olmadı mı ayrılık?” diyoruz. “Bizim, ayrılıklarla yoğrulmuş bir hayatımız var.” diyor. ‘‘Nurdan Hanım hep ailesinin yanında olmuş. Onun için çok daha zor oldu. Ben hep onun teselli pınarı olmaya çalıştım.”
 
Ömer Farukları ile oldukça mutlu görünen bu aileyi görünce, birbirini seven, birbirinin gözyaşlarını silen, acı ve tatlı anlarında hep birlikte olan iki insandan daha mutlu ne olabilir, diye düşünüyorum. Heysem Bey de sevimli sempatik bir genç. Siması gibi sesi de çok güzel. Kur’an okumaya başladığında sadece insanlar değil dağlar, taşlar, duvarlar da lal kesiliyor onu dinliyor.
“Kur’an’ı nerede öğrendin?” diyorum. “Babamdan” diyor. “Ben evde her sabah Kur’an sesi ile uyanırdım. Annem-babam gecenin bir yarısında kalkarlar, namaz kılarlardı. Gecelerimiz apaydındı bizim. Babam ya kendi Kur’an okurdu ya da Mustafa İsmail’i dinlerdi. Her sabah seherde yüreğimize Kur’an sesi dolardı. Babam peygamber aşığı bir insandı.’’ 

Heysem kardeşimizin bu sözü beni alıp Gül Devri’ne götürüyor. Gecenin bir yarısı… Güllerin Efendisi’nin gözlerine uyku girmediği gecelerden biri. Açlık iflahını söküyor. Dayanılmaz bir hal alıyor. Saadethanesinden çıkıyor, yollarda yürümeye başlıyor. Biraz sonra bir karartının kendine doğru geldiğini fark ediyor. Dikkatini oraya çeviriyor. Gelen sadık dostu Hazreti Ebu Bekir’dir. 
- “Yâ Ebâ Bekir! Gecenin bu vaktinde seni dışarıya çıkaran nedir?” 
- “Açlık, ya Rasulallah! Evde yiyecek bir şey bulamadım, gözüme uyku girmedi.”
- “Siz ya Rasulallah! Siz neden gecenin bu vaktinde dışardasınız?”
- “Seni uyutmayan şey beni de uyutmadı.”
 
O sırada uzaktan bir silüet daha beliriyor. Bu defa gelen Ömer’dir. O da aynı dertten muzdariptir. Açlık onu da uyutmamıştır. Selimiye’nin gökleri tutan minareleri gibi Güllerin Efendisi’nin sağ ve solunu tutuyorlar. Şehir derin uykulardayken birlikte yürüyorlar. Bütün canlıların bereketi ile beslendiği Kutlu Nebi iki kadim dostu ile yollarda.
 
-“Ebu’l Heysem’e gidelim.” diyor Allah’ın Rasulü. 
Ebu'l-Heysem (r.a.)'in evine varıyorlar.  Hz. Ömer(ra), kapının tokmağına dokunuyor.
-“Ebu’l-Heysem!”
Ses gecenin karanlığında dalga dalga dağılıyor. Ebu'l-Heysem de hanımı da sesi duymuyorlar. Fakat, yatağında mışıl mışıl uyuyan yavru, birden yatağından fırlayarak, 
-“Baba! Ömer amca geldi.” diyor.
Ebu'l-Heysem, oğlunun rüya gördüğünü sanıyor. 
-“Yat be oğlum, gecenin bu vaktinde Ömer’in ne işi var burada?”
Kapı açılmayınca bu defada yanık sesi ile Hazreti Ebû Bekir(ra) sesleniyor: 
-“Ebu'l-Heysem!”
Çocuk yine, 
-“Baba! Ebû Bekir Amca geldi.” diyor. 
-“Yat oğlum, Ebu Bekir’in ne işi var bu saatte.”
Kapı yine açılmayınca, bu defa ipeklere yumuşaklık veren sesiyle Güllerin Efendisi sesleniyor.
-“Ebu'l-Heysem!”
Çocuk, bir ok gibi yerinden fırlıyor ve kapıya koşuyor;
-“Baba, Rasulallah geldi!” 
Ebu’l Heysem neye uğradığını şaşırıyor. Gözlerine inanamıyor. 
-“Açlık, bizi sana getirdi.” diyor Güllerin Efendisi.
Ebu’l Heysem ortaya hemen bir sofra seriyor. Hurma getiriyor, süt getiriyor, evde ne varsa bir bir sofraya taşıyor. Kutlu misafirler açlıklarını bastıracak kadar yiyorlar. Güllerin Efendisi’nin gözleri doluyor. Gül dudaklarından şu sözler dökülüyor:
-“Allah'a kasem ederim.  İşte şu nimetlerden yarın hesaba çekileceksiniz.”
 
Ne zaman, yüce davalara gönül vermiş olan Nurdan ve Heysem çiftini görsem Gül Devri’ndeki bu sahne geliyor hatırıma. “Baba, ben yolumdan asla dönmem!” diyen, her sabah Kur’an sesiyle uyanılan evlerde yetişen çocuklar başka nasıl olabilirdi, diye düşünüyorum. Gül kokan bir toprağa soruyorlar, “Sen neden gül kokuyorsun?” “Bir zamanlar bir güle saksılık etmiştim.” diyor. O anne-babalar, yalnızlığın yılgınlığına düşmeden, kara-kışa aldırmadan, binlerce güle fidelik yapan bereketli topraklardı. Elbette gül kokacaklardı. Yetiştirdikleri de gül olacaktı.


05 Haziran 2022 12:41
DİĞER HABERLER