Samanyoluhaber.com Yazarı Harun Tokak'ın pazar yazısı : Kırmızı Pazartesi
HARUN TOKAK
Kırmızı Pazartesi
Kuzey ülkelerinde beyaz geceler. Mehtap yeryüzüne nurlarını döküyor. Ağaçlar, evler, dağlar, tepeler bir buğulu ışık denizinde yüzüyor. Yıldızlar gökte değil de başımızın üzerindeler, sanki bizimle birlikte yürüyorlar, sanki yanı başımızdalar. Kadim dostlarla ay ışığının aydınlattığı yollarda yürüyoruz. Eski dostlarla yolculuğun tadı bir başka oluyor. İyi ki yolları bu güzel dostlarla yürümüşüz diyorum. Yolu güzel kılan vefalı yoldaşlarla olmanın tadını bütün hücrelerimde hissediyorum.
Necati Bey “Bu akşam sizi sürpriz birisi ile buluşturacağım.” diyor. Tek katlı, bahçeli bir evin önünde duruyoruz. Orta boylu, esmer yüzlü bir beyefendi açıyor kapıyı. Tatlı bir tebessüm ve zarafetle bizi içeri buyur ediyor. Edep-adabından devlet terbiyesi görmüş bir beyefendi olduğu hemen anlaşılıyor. Kısa bir tanışma ve hoş-beşten sonra Necati Bey; “Ömer Bey buraya yeni geldi geldi.” diyor. “Çok güzel bir insan, çok ilginç bir hikayesi var, istedim ki siz de bu değerli insanı tanıyın.”
“Dinlemek için buradayız.” diyoruz. “Benimkisi uzun hikâye.” diyor Ömer Bey. “Vaktiniz varsa çocukluğumdan itibaren anlatayım.” “Memnuniyetle.” Ömer Bey, “Babam iyi yürekli bir insandı.” diye başlıyor anlatmaya. “Hak dostlarını severdi. Her çiçekten bal almayı seven arı misali otuzdan fazla Hak dostunun ziyaretinde bulunmuş. İlk okulu bitirdikten sonra okumak istediğimde babam büyük şehirlerde kurda kuşa yem olurum korkusuyla yanından ayrılmamı istemedi. O yıllarda memleket evladı sahipsizdi. Büyük şehirlerde kaybolup gidiyorlardı. Anne-babalar “Oğlum okuyacaksan yanımızda oku.” diyorlardı.
Annem, babamdan saklı cebime para koydu ve beni İzmir’e okumaya gönderdi. Orada Fethullah Gülen Hocaefendi’nin aydınlık ikliminde buldum kendimi. Ortaokul, lise ve üniversiteyi İzmir’de okudum.
Üniversiteden mezun olunca değişik şehirlerde üst düzey yöneticilik yaptım. 2014’te Hizmetle iltisaklı olduğum gerekçesi ile sürgüne gönderildim. Şehirde önemli bir sorumluluğum olmasına rağmen gittiğim yerde de hiç çekinmeden çocuklarımı Hizmet’in okullarına yazdırdım. Bir gün şehrin en üst düzey amiri beni çağırdı. “Al çocuklarını o okullardan. Hala akıllanmadın mı? Hizmet Hareketi'ne mensup olanlar için büyük bir fırtına geliyor. Senin anlayacağın taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmayacak.” dedi.
Hüseyin Kara Hoca tam burada söze giriyor. “Aynı günlerde cumhurbaşkanı danışmanı İbrahim Uslu ile kendi villasında yaptığımız bir görüşmede ‘Sizin için çok tehlikeli planlar yapıyorlar. Bir yolunu bulup en tepelerle görüşseniz.’ demişti.” Aynı sözleri, 15 Temmuz’dan çok önceleri Sağlık Bakanı Recep Akdağ, Fatih Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Ramazan Yiğitoğlu’na söylemiş.” diyorum. ‘‘Korkunç şeyler olacak. Büyük bir fırtına geliyor. Hemen istifa et, köyüne git, kendini unuttur. Ama bu da yetmez, önce büyük bir gazeteye ‘Benim bunlarla bir ilişkim yok.’ diye ilan ver.’’
Ramazan Bey soyadının gereğini yapıyor, yiğitçe davranıyor, “Ben davama ihanet etmem, bedelini öderim.” diyor. Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin, ‘Bir yudum suya muhtaç olacaklar. Gelin bizi öldürün diye yalvaracaklar.’ dediği günler. Kolombiyalı büyük yazar Gabriel García Márquez, Kırmızı Pazartesi kitabında işleneceğini herkesin bildiği, engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir namus cinayetini anlatıyor. Romanın kahramanı Santiago Nasar’ın öldürüleceği daha ilk satırlardan belli. Kırmızı Pazartesi, yalnızca bir cinayetin arka planını değil, bir halkın ortak davranış biçimlerinin portresini de çiziyor.
Mülki amirlerden, milletvekillerine, danışmanlardan, belediye başkanlarına, bakanlara kadar herkes biliyormuş bizim başımıza neler geleceğini, bir biz bilmiyormuşuz. Bütün ülkeyi yıllar boyunca sarsacak hadiseyi herkes biliyormuş da bir biz bilmiyormuşuz.
“Kırmızı Cuma’ya gelinceye kadar yüz yıllık kin, nefret büyütmüşler içlerinde. Bitmek tükenmek bilmeyen bir kin. Sadece bize değil kendilerinden olmayan herkese, her kesime. Ev sahibimiz Ömer Bey’in yüreğindeki acılar gözlerinden taşıyor. Konuşulanları başıyla tasdik ediyor. “15 Temmuz darbe tiyatrosundan sonra ben de tutuklandım.” diyor. “Yedi kişilik koğuşta 23 kişi kalıyorduk. Namazlarımızı cemaatle kılıyorduk. Güzel sesli bir hafız vardı. Kampta bu kadar zevkli olmazdı. Öyle içli, öyle duygulu okuyordu ki ağlaya ağlaya kılıyorduk namazlarımızı. Hocaların hocası İbrahim Erkul Hoca da bizimle birlikte idi. Herkese moral veriyordu. “Sadece anama dayanamıyorum.” Diyordu. “Anam 106 yaşında, şırınga ile besleniyor. Tutuklandığımda anama, ‘Yurt dışına gidiyorum.’ dedim. Telefonda her görüştüğümüzde anam, ‘İbrahiiiiim daha bitmedi mi bu yurt dışı?’ diyor.”
“İbrahim Hoca çok müstesna bir insandı. Devlette görev yaptığı günlerin birinde babasının muayeneye getirdiği bir çocuk, masadan bir kalem alıyor. Tam bir şeyler çizmeye başlayacağı sırada Hoca, hemen atılıyor, “Dur oğlum, o devletin kalemi, kullanma, al benim kalemimi.” diyor ve cebinden çıkarttığı kalemini veriyor. Böylesine hassas bir insanı da binlercesi gibi “terörist” diye suçlayıp onca ilerlemiş yaşına rağmen hapiste yatırıyorlardı. Sohbetin burasında söze giriyorum. “1971 Muhtırasından 20 gün sonra Hocaefendi, edebiyat öğretmeni Erdoğan Tüzün’ün düğününe katılmak için İstanbul’a gidiyor. Tam da o gün, Bediüzzaman’ın, “Kâinata değişmem!” dediği Zübeyir Gündüzalp vefat ediyor. Mahkemedeki savunmasında, “Teessür ve ıstırap karşısında kalpten bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lâzım gelirdi.” diyen Nur davasının bu koca yürekli kahramanının vefatına Hocaefendi çok üzülüyor.
O gece İstanbul Fatih’te, Hacettepe Tıp Fakültesi’nde asistan olan İbrahim Erkul Hoca ile Fatih Camii’nin çevresinde dolaşarak ya da bir bankın üzerine oturarak sabahın ilk ışıklarına kadar Türkiye’nin geleceği hakkında konuşuyorlar. Erkul Hoca, ülkenin her geçen gün biraz daha karanlığa ve kaosa sürüklendiğini düşünüyor. Hocaefendi gelecek planları yapıyor. “Servet sahiplerini harekete geçirebilsek, bunlar okullar açsalar; Türkiye’nin geleceği böyle kurtulur. Türkiye’nin gelip anarşiye toslamasının sebebi, üniversite gençliğinin içine düştüğü inanç boşluğudur.” Bu sözler söylendikten sadece yirmi gün sonra Hocaefendi de tutuklanıyor. Hayaller bir başka bahara kalıyor.
Kuzeyin bu soğuk ülkesinde sohbet koyulaşıyor. “Ülkenin pırıl pırıl doktorları, akademisyenleri, öğretmenleri, memurları, iş adamları içerdeydi.” diyor Ömer Bey. “Hapishane hiçbir zaman bu kadar kaliteli bir insan topluluğu görmedi.” diyordu gardiyanlar. Bir gün doktor kontrolüne gittiğimizde rahmetli Prof. Dr. Mehdi Yeksan ile karşılaştık. Koca profesör başladı ağlamaya: “Kars’ta kızımı almışlar. Hanım bir bana geliyor bir ona gidiyor. O, bana dokunuyor.” dedi. Bir gün koğuşa fare geldi. Gardiyan “Öldürün!” dedi. “Biz öldüremeyiz.” dedik. Fareyi dışarı çıkan çöplerin arasında tahliye ettik. Fare çöplerin arasında giderken büyük bir alkış koptu. Ne de olsa özgürlüğe gidiyordu. Bir kediye yem oluncaya kadar gökyüzünü görecek, özgürce gezip dolaşacaktı. Ertesi gün avluya serçe düştü. Bir leğenle kapattık üstünü kendini sağa sola vuruyordu. Sabah onu da özgürlüğe uçurduk.
Koğuşun birinde emniyetten arkadaşlar vardı. Gündüz gözüne Peygamberimiz’i (s.a.v) görüyorlar. Bayılanlar oluyor. Koğuşun hepsini başka şehirlere sürgün ettiler. Peygamberimiz’i (s.a.v) görmek de yasaktı. Beş ay sonra İbrahim Erkul Hoca’yı serbest bıraktılar. Eski bir bakan araya girmiş. İbrahim Hoca çok bozuldu, rahatsız oldu. Herkesle beraber olmak onun hoşuna gidiyordu. Annesinden başka kafasına taktığı bir şey yoktu. Dışarı çıktıktan sonra da hoca çok yaşamadı. Yüz sekiz yaşındaki anasını yalnız bıraktı.
Uzun süre içerde kaldıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere ben de serbest bırakıldım. Artık Türkiye durulacak gibi değildi. Her gün biraz daha harı artan cehenneme dönüyordu. Eşim ve çocuklarımla ülkemizden kaçmaya karar verdik. Hücrede dizlerim çürümüştü. İki ayağım da protezli idi. 8-10 saatlik yürüyüş var diyorlardı. Onca yolu nasıl geçecektik. Ama Allah bir kolaylık veriyor. Bursalı bir arkadaşın yardımıyla onca yolu yürüdük. Pirinç tarlalarından geçtik. Çamurlara batıp çıktık. Meriç’in kıyısına gelince on dört yaşındaki en küçük oğlum; “Anne, hicrete nasıl niyetlenir?” dedi. Annesi, Hazreti Asiye gibi dua etti. Ağlayarak; “Allah’ım! Bu zalim kavimden kurtar bizi!” dedi. Ben, bizi gurbete taşıyacak bota binerken Hazreti Nuh gibi ettim duamı. “Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah’ın (c.c) adıyladır…”
Nehrin ortasında bot bir dala takıldı. Döndü, döndü… Ve bizi Yunanistan tarafına fırlattı. Oğlum secdeye kapandı. Neyimiz var neyimiz yok hepsini ülkemizde bırakıp geldik buralara. Her şeyimiz kül olmuştu ama küllerimizden yeniden doğmalıydık. Eşimle birlikte, biraz bir fırında biraz da bir yoğurt fabrikasında çalıştık. Ağır işlere alışkın değildik. Çok zorlandık. Şimdi eşim, evde ekşi maya ile Trabzon ekmeği yapıyor, buradaki Türk marketlerine veriyoruz. Bu günlerimize de şükür.” Gece bir hayli ilerlemişti. Dışarı çıktığımızda ay hala gökyüzünde bize gülümsüyordu. Yazımı tamamlarken AHİM önünde sarı tşörtlerle, sarı flama ve dövizlerle on binlerce insanın “geçiken adalet adalet değildir” sloganları yeri göğü inletiyordu. On binlerin haykırışları bana; Neruda’nın o enfes sözünü hatırlıyor… 'Bütün çiçekleri koparabilirsiniz ama baharın gelişini engelleyemezsiniz!”
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.