Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın pazar yazısı
HARUN TOKAK
Soğuk bir sonbahar günü…
Komşu ülkedeki kızım arıyor.
“Baba ‘Damarlarımda Türk Kanı Var’ diye bir hikâye hatırlıyor musun?”
“Hatırlıyorum.”
Hikâyenin kahramanı olan İbrahim Öğretmeni tanıyor musun?
“Tanıyorum.”
“Biraz önce o öğretmenin kızı aradı. Sizin olduğunuz şehirdeymiş. Sizi görmek istiyor.
Birkaç saat sonra kapının zili çalıyor.
Karşımda uzuna yakın orta boylu, gözlerinde güneş taşıyan bir kız duruyor.
Asil bir aile kızı olduğu her hâlinden belli.
Anadolu kızlarına has utangaçlık ve öz güveni tamamlayan soylu bir gülümseme ile, “Ben Nurefşan.” diyor, ‘‘İbrahim Öğretmenin kızı.”
Nurefşan o gece bizde kalıyor. Eşim onu çok seviyor. Zarif bir bahar kelebeği gibi hemen her işe koşuyor.
Gece boyunca uzun uzun konuşuyoruz. “Ailem Hollanda’ da oturuyor.” diyor, “Ben Danimarka’da bir üniversitede okuyorum. Babamla ilgili yazdığınız o hikâye bizim evde hep konuşulur. Güzel bir hikâye.”
“Yaşayanlar ve yaşananlar güzel olunca.” diyorum.
Babasının ilk önden giden atlılardan olması belli ki ona ayrı bir gurur veriyor.
“Yılbaşına doğru beni almaya gelecekler. Bundan sonraki eğitimimi ailemin yanında tamamlayacağım.”
Gece boyunca uzun uzun konuşuyoruz.
Edebiyattan, yazıdan, kitaplardan...
“Bu kadar kelimeyi, bu kadar cümleyi bir araya getirmek zor olmuyor mu?’’ diyor.
“Zor oluyor.” diyorum. ‘‘Hem de çok zor oluyor. Bazan bir hikâye için günlerce uğraşıyorum. Bu olmadı deyip bıraktıklarım, yırtıp attıklarım oluyor. Bizim yazmaktan yorulduklarımızı, baban ve arkadaşları yapmaktan yorulmamışlar.” diyorum.
Nurefşan, Hizmet’in içinde doğmuş olmanın avantajını pozitif bir enerjiye dönüştürmüş.
Annesi Leyla Hanım’ın Kur’an hafızı oluşu ve hala birilerine bir şeyler öğretme arzusu ile yanıp tutuşuyor olması, babasının bulunduğu Avrupa ülkesinde koşturması, akademik enstitülere öncülük etmesi onu erken dönemde olgunlaştırmış.
“Hizmet Hareketi’nin öğretmenleri okullardan çekilince eğitimde büyük bir boşluk oluştu.” diyor. “O güzel insanların kimi hapse atıldı, kimisi de ülkelerini terk etti. Sadece eğitimde değil Hizmet mensuplarının bıraktığı her alanda büyük boşluklar oluştu. Ülke yaşanmaz hale geldi. Biz de ailemle Hollanda’ya iltica ettik.’’
Sonraki gün uğurlarken “Babana selam söyle. Seni almaya geldiklerinde bekliyorum.” diyorum.
Nurefşan iki ay kadar sonra bu defa ailesi ile geliyor.
Yıllar İbrahim Öğretmen’i değiştirememiş.
Zamana direnmiş adeta.
Yıllar önce Rusya’nın Astrahan şehrinde görmüştüm onu. Alnına dökülen saçları yine simsiyah duruyor. Gözleri merhamet pınarı gibi parlıyor.
İçine hafif hüzün karıştırılmış aydınlık bir bakışı var.
Biz daha sohbetin ateşini harlamadan kapının zili yine çalıyor.
Başlarında rehber ablalarıyla bir grup öğrenci geliyor.
Nurfeşan onları görünce bir çığlık atıyor “Aaa…arkadaşlarım geldi!” diyor.
Babası İbrahim Bey “Kızım, sen onları nerden tanıyorsun?” diyor.
“Baba geçen geldiğimde tanıştım onlarla. Birkaç gece onlarda kaldım.” diyor.
“Nurefşan’ı evde durduramıyoruz.” diyor babası.” Sürekli bir yerlerde, sürekli koşturmaca.”
“Bir zamanlar sizlerin yüklendiği görevi şimdilerde onlar devralmaya hazırlanıyorlar.” diyorum.
Gelen kızlarımızın ablaları, “Yarın kış kampına gidiyoruz da gitmeden önce bir uğrayalım istedik.” diyor, “Öğrencilerimizin iyi yetişmesi için nasıl bir rehberlik yapmalıyız acaba?”
Sözü İbrahim Öğretmen’e bırakmak için öylesine birkaç cümle kuruyorum;
“Rehber ablalar ve ağabeyler her şeyden önce kendilerini sevdirmeli.” diyorum. “Duruş ve davranışları ile etraflarında haklı bir saygınlık ve güven atmosferi oluşturmalı. Rehberlik sadece bir şeyler anlatmak değil, hayatın her alanında onların yanında olmaktır.”
İbrahim Öğretmen’e dönerek, “Şimdi Nurefşan’ın ‘Evimizde çokça konuşuluyor.’ dediği hikâyeyi senden bir dinleyelim.” diyorum.
İbrahim Öğretmen böyle bir soruyu hiç beklemiyor olmalı ki biraz duraksıyor.
Yaptığı iyiliklerin anlatılmasından hoşlanmayan bir insanın soyluluğu yansıyor yüzüne.
Yanakları al al oluyor.
Sonra başlıyor anlatmaya…
‘‘Demirperde yıkılınca her bir arkadaşımız Asya’nın değişik ülkelerine dağıldı. Bizim de nasibimize Astrahan düştü.
Yüzyıllarca Altınordu Devleti’ne başkentlik yapmış olan Astrahan güzel bir şehirdi.
Gün batımları bir başka olurdu.
Uzun ve yorucu bir yoldan gelen Volga Nehri Astrahan’a ulaştığında anasına kavuşmuş evlat gibi tam burada kollarını açar ve akşam güneşinin altın sarısı renkleriyle beş on koldan atardı kendini Hazar'ın bağrına.
Nefes kesen bu hazin buluşma beni bambaşka hülyalara salardı.
Bu soğuk şehirde kısa sürede öğrencilerle aramızda sıcak bir sevgi atmosferi oluştu.
Öyle ki ders zili çaldığında öğrenciler koridorda iki sıra oluyorlar ve el ele tutuşarak oluşturdukları halkanın arasına alarak beni sınıfa götürüyorlardı.
Rus öğretmenler, ‘İbrahim Bey bu sevgiyi nasıl oluşturdun?’ diyorlardı.
Bir gün sınıfa girdiğimde Nikolay adında bir öğrencimin gözlerindeki acıyı fark ettim. Öyle hüzünlü öyle mahzun bakıyordu ki…
‘Neyin var Nikolay?’ dedim.
‘Annem hastanede öğretmenim. Annem için umut vermiyor doktorlar.’
Boşalmaya hazır bulutlar gibiydi. Başını masanın üzerine koydu ağlamaya başladı.
Omuzları hafif hafif kalkıp iniyordu. Ne diyeceğimi ne yapacağımı şaşırmıştım. Elimle Nikolay'ın ipek sarısı saçlarını okşadım.
‘Üzülme!’ dedim, ‘Dersten sonra birlikte annene gideriz.’
Çocuk bir parça rahatlar gibi oldu.
Ben de dersimi anlatmaya başladım.
Ders bitince, ‘Nikolay, haydi gidiyoruz.’ dedim.
Soğuk bir kış günüydü.
Yollar kar buzdu. Öğrencimle yan yana yürüyordum. Bu bana büyük bir zevk veriyordu.
Hastaneye vardığımızda görüş saati bitmişti.
Kapıdaki görevli bizi içeri almak istemedi.
Kapıyı dahi açmıyor, sadece içerden el işareti ile ‘Gidin, ziyaret saati bitti.’ diyordu.
Okuması için okulun kimlik kartını cama yapıştırdım. Türk Okulu’nda öğretmenim. Bu da benim öğrencim.’ dedim.
Görevli merhamete gelmiş olmalı ki kapıyı açtı ve bizi içeri aldı.
Yoğun bir hastane kokusu karşıladı bizi.
Uzunca bir koridoru baştan sona yürüdük.
Hastane pencerelerinden koridorlara ve odalara Astrahan akşamları doluyordu.
Nikolay’la benim ayak seslerimizden ve bir de önünden geçtiğimiz odalardan taşan hastaların ağır iniltilerinden başka hiçbir ses duyulmuyordu.
İnsan en çok da böyle zamanda sağlığın kıymetini anlıyor.
Koridorun sonundaki bir odaya girdiğimizde Nikolay’ın annesi tek başına yatıyordu.
Kırk yaşlarında, kumral saçlı bir kadındı.
Yüreğine sığmayan acılar gözlerinden taşıyordu.
Nikolay annesinin kollarına attı kendisini. Doya doya sarıldılar.
Zavallı kadın beni fark edince yatağından zorlukla doğruldu. Yanaklarına süzülen yaşları silerek, kısık bir sesle;
‘Hoşgeldiniz!’ dedi.
‘Geçmiş olsun!’ dedim, ‘Duyunca çok üzüldüm ve sizi ziyaret etmek istedim.’
‘Öğretmen Bey evladım. Doktorlar benden umudu kestiler. Nikolay'ım size emanet. Ne olur ona yalnızlığını hissettirmeyin. Oğlumu size emanet ediyorum.”
Şaşırdım kaldım.
‘Allah’tan ümit kesilmez. Ben doktorlarınızla bir görüşeyim.’ dedim.
‘Görüşşeniz de umutsuz vaka.’ dedi.
Zavallının hali çok perişandı.
Doktoru ile görüşmek için odadan çıktım.
‘Ameliyat malzemeleri için para gerekli, bir de bol miktarda uyumlu kan.’ dedi doktor. ‘Kadının kocası bir inşaatta amele olarak çalışıyormuş. Bu kanı ve parayı bulmaları mümkün görünmüyor. Bizim de elimizden bir şey gelmiyor. Ülkenin hali de belli.’
Okuldaki diğer öğretmen arkadaşları aradım onlar da geldiler.
Ben ve bir iki arkadaşın kan grubu tuttu.
Cebimizdeki harçlıklardan ameliyat parasını da denkleştirdik. Zaten çok pahalı bir yer değildi.
Kadın kanın ve paranın tedarik edildiğini öğrenince çok sevindi.
‘Size borcumu nasıl öderim?’ dedi.
‘Siz orasını merak etmeyin.’ dedim, ‘Siz, bizim de annemiz sayılırsınız.’
Biz izin isteyip okula döndük.
Ameliyat başarılı geçmiş. Nikolay’ın annesi yatağına getirildiğinde hala baygınmış. Narkozun tesiri geçmemiş.
Oda arkadaşı devlet televizyonunda program yapan bir bayanmış. Narkozun tesiri geçtikçe kendine gelen kadın, kıpırdayan dudaklarından, ‘Allah’ım, sana şükürler olsun! Benim damarlarımda Türk kanı var.’ diye sayıklamaya başlamış.
Kendine geldiğinde yatak komşusu kadın, ‘Sen ne sayıkladığını biliyor musun? Ne demek ‘Damarlarımda Türk kanı var?’ Sen Rus vatandaşı değil misin?’ diye çıkışmış kendisine.
Kadın, Türk öğretmenlerin yaptığı fedakârlıkları bir bir anlatınca oda arkadaşı da kendisine hak vermiş.
Hastaneden çıktıktan sonra her iki kadın bir gün bizim okulda buluştular.
Nikolay'ın annesi Türk öğretmenlerin fedakârlık ve şefkatini bu defa devlet televizyonu vasıtasıyla bütün Rusya'ya anlattı. Bu olay iki dünya savaşının fitilinin ateşlendiği topraklarda duyuldu. Bütün Rusya coğrafyasındaki televizyonlar bunu haber yaptı.
O akşam Rus televizyonlarının spotlarında şu yazı geçti;
‘Damarlarımda Türk öğretmenlerinin kanı var!’
Bugün olduğu gibi o günlerde de kendi ülkemizin organize kötülük çeteleri tarafından sırtımızdan hançerlendik. 2002 yılında Rusya’daki okullarımız kapatıldı.
Nikolay’ın telefonda söylediği sözler bugünlere gönderilmiş bir mektup gibiydi;
‘Değerli İbrahim Öğretmenim!
Sizler bizim için sadece bir öğretmen değildiniz. Koruyucu meleklerimizdiniz. Size göre okul sadece dört duvar arasına sıkışıp kalan bir şey değildi. Bizlere sadece sınıfta değil hayatın her alanında öğretmenlik yaptınız. Yürekleriniz merhamet pınarı gibiydi. Bakışlarınız aydınlıktı. Kişilikli ve kapasiteli insanlar yetiştirdiniz. Hiç bitmesini istemediğimiz yaz rüyaları gibi girdiniz hayatımıza. Geç geldiniz, tez gittiniz. Sizi hiç ama hiç unutamadık.
Siz gittiniz, ülke bomboş kaldı!’’
Bağrını Nemrutların ve Firavunların ateşine açarak, “Haydi, yakabiliyorsan yak!” diyen İbrahimler olduğu sürece Nikolaylar ve Nurfeşanlar hep olacaktır.
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.