Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın pazar yazısı
HARUN TOKAK
Gece ayaza kesiyor.
Geceyi incitmekten korkarcasına incecikten bir kar yağıyor.
O kadar güzel yağıyor ki…
Uzun hava ağıt gibi…
Sanki geceye beyaz bir ağıt yakıyor.
Gecenin bağrındaki her bir varlık o ağıdı dinliyor.
Gittikçe hızını artıran rüzgâr kar senfonisine fon müziği oluşturuyor.
Odamda, Tenkil Müzesi’nin programını izliyorum.
Bu süreçte çok değerli belgeseller çeken Bedreddin Uğur’un son belgeseli geliyor ekrana.
“Zifirde 92 Gün”
Önce Gestapo zindanlarının soğuk koridorları, koca koca demir kapıları, kan kokan duvarları ekrana geliyor.
Sonra hala işkence çığlıklarının yükseldiği koridorlarda Avukat Mustafa Özben görünüyor;
“Burası, benim Ankara'da 92 gün kaçırıldıktan sonra kaldığım işkence merkezine birebir benziyor.” diyor.
Birden duygulanıyor, gözleri doluyor.
“Yıllar geçmiş ama herhalde birbirlerinden ilham alıyor bu zalimler.” diyor.
“Güpegündüz sokaktan alıp götürdüler beni. Hem de bankaların, kameraların, insanların olduğu kalabalık bir meydandan. Öyle hiç utanmadan, sıkılmadan…
Bir eşkıya gibi götürüldüm. Başıma bir çuval geçirdiler.
Ankara’da, başkentin ortasında bir transport aracın içerisinde başladı işkence.
Seslerden anladığım kadarıyla üç veya dört kişiydiler. Karnıma, suratıma tekme tokat vuruyorlardı.
Yarım saat sonra araba durdu.
‘Geldik.’ dedi birisi.
Kollarımdan tutarak beni içeri soktular. Üzerimdeki her şeyi çıkarttılar.
Bana bir elbise verdiler.
Onları giydim.
Elim ayağım titriyor, heyecanlıyım.
Nereye geldim, ne oluyor? Kim bunlar? Polis değil, jandarma değil, resmi bir şey değil.
Beni bir hücrenin içerisine ittiler.
Ellerimde kelepçe, suratımda bandaj, başımda çuval var. Hani hiçbir şey görmeyeyim istiyorlar.
Bir dizi talimat yağdırdılar.
‘Biz kapıyı yumrukladığımız zaman, yere eğileceksin, sırtını döneceksin, kafanı yere eğeceksin.’
Demir kapıyı üzerime kapattılar;
Yan yana dizilmiş hücrelerin hemen biraz ilerisinde 10-15 metre ötesinde sorgu odaları vardı.
İşkence merkezi, işkence odaları...
Mantık hep aynı, tıpkı burası gibi işkence odaları, özel tasarlanmış işkence aparatları.
Mesela duvarlarda halkalar vardı, insanları böyle buraya zincirlemek için.
Tabii işkence onların işi, profesyonel bir ekip. İnsanın neden rahatsız olacağını iyi biliyorlar. Her şeyiyle deniyorlar. Kaba dayak, falaka, askı, açlık, susuzluk…
Benim kaldığım hücrenin yalnız buradan bir farkı vardı. Burada bir pencere var. Fakat benim kaldığım yerde, 92 gün boyunca tutulduğum yerde bir pencere bile yoktu. Bir ışık yoktu.
‘Neden beni buraya getirdiniz? Ben ne yaptım? Ben bir avukatım. Öğretim görevlisiyim. 3 çocuk babasıyım. Hiçbir suç işlemedim. Burası bir insanın kalacağı yer midir?’
Sürekli birilerini getiriyorlar ve günlerce işkence ediyorlar.
Nasıl işkence ediyorlarsa, o insanların çığlıkları, bağırmaları, ağlamaları, böğürmeleri kulağımdan hiç gitmiyor.
Ben penceresiz, ışıksız, karanlık hücremdeyim. Onlar orada işkence görüyor. Bir şey yapamıyorum. Duyuyorum.
Aynısını biraz sonra bana da yapacaklar. Yaptılar da.
Herkes birbirinin acısını duyuyor, sesini duyuyor fakat bir şey yapamıyor.
Evet bunu yapanlar bana ne diyorlardı;
‘Burası ne var ne yok bir yer. Senin burada üzerine beton dökeriz ölünü de bulamazlar.’
“Yaşamasam, ölsem daha iyi.” diyorsunuz.
Artık insan şunu ister hale geliyor: ‘Ya bunlar beni herhalde öldürecekler. Keşke cesedimi ortalık bir yer atsalar da benim çocuklarım, ailem bir gün çıkar gelir ümidi ile yaşamasa.’
Böyle bir yerde kalıyorum ben. Hafızamı yitirmemem lazım.
Küçücük bir peçete parçasını, işte şu kadar bir peçete parçasını saklayarak yatağımın uçlarına koydum. Kendime göre, yani bir köşesine burası pazartesi, burası salı, burası çarşamba diye koydum.
Tabi pencere yok. Gün batmış, gün doğmuş benim karanlık hücremin umurunda değil.
Kaç gündür buradayım, kaç gün daha kalacağım bilmiyorum. Belki yıllar sürecek. Belki hiç ben buradan çıkamayacağım.
Dışarıda neler oluyor bilmiyorum.
Ama eşime çok öfkeliydiler. ‘Senin karın rahat durmuyor, her tarafı ayağa kaldırıyor.’ diyorlardı.
Her şeye rağmen duygularım, gecenin üzerine yağan kar gibiydi.
Hiçbir an kendimi yalnız hissetmedim.
Ben hep Allah beni görüyor, şu an O beni o görüyor diyordum. Bu beni rahatlatıyordu.
Mesela dua ediyorum değil mi? Hiç kimsenin beni duymasını istemiyordum. Sadece O duysun istiyordum.
Böyle sanki gözlerimi kapattığım zaman; şu an sadece ailem değil, Türkiye'nin veya dünyanın her tarafında, benimle aynı kaderi yaşayan, benimle aynı derdi paylaşan arkadaşlarım var. Onlar mutlaka, üzülüyorlardır ve dua ediyorlardır. Onların dua ettiklerini bilmek bana nefes oluyordu. Ben hep bu hisle yaşadım.
O dualar, bin kere koparılmış, bin kere kırılmış dallarıma bir cennet esintisi gibi geliyordu.
O dualar, gecenin üzerine düşen kar kelebekleri gibi uçuşuyordu karanlık hücremde.
Yine duaların gücüne sığındığım bir gündü. Penceresiz hücreme bir yerlerden ışıklar sızıyordu.
Sanki karanlık geceme aydınlık bir kar yağıyordu.
Derken her zamanki gibi kapım yumruklandı. Aynı şekilde arkamı döndüm. Başımı yere eğdim. ‘Allah’ım, bana yardım et, artık dayanamıyorum.’
O an hiç ummadığım bir şey oldu.
Bir ses, ‘Haydi, gidiyorsun.’ dedi.
O ses beni karanlık bir kuyunun dibinden çekip aldı.
Ayakkabılarımı yanıma koydular. Beni kaçırdıkları gün üzerimdeki kıyafetleri verdiler. Üzerimde 305 Türk lirası vardı. Onları bana, sanki böyle emanetleri teslim eder gibi, bir devlet dairesi protokolü içerisinde paramı verdiler. Üzerimdeki kimliğimi, her şeyimi bana teslim ettiler. Yani ‘Eksiksiz, evraklarını sana teslim ettik. Güle güle.’ der gibi.
Sonra yine aynı şekilde o transporter aracına bindirildim. Ne kadar bir zaman geçti bilmiyorum ama bana yıllar gibi geldi.
Araba bir yerde durdu.
Arkadan bağımı çözdüler. ‘Düz gideceksin, arkana hiç bakmayacaksın.’ dediler.
Gözlerimi açtığımda Karşıyaka Mezarlığı’nda olduğumu fark ettim.
Sıcak bir Ankara yazıydı. Akşam ezanları Ankara minarelerine can veriyordu.
Kendimi haşir sabahında hissettim.
Ilık bir rüzgâr tenime değiyordu.
Aylar sonra ilk defa böyle bir tenime rüzgâr değiyordu. Öyle farklı bir huzur, öyle farklı bir mutluluk, yani gökyüzü, insanlar başka araçlar, başka bir şey.
Sanki kabirden, mezardan çıkmış gibiydim. Ankara’da akşam oluyordu ama ben kendimi mahşer sabahında hissediyordum.
Yeniden dirildiğimi ben insanlara nasıl anlatacaktım, kendimi nasıl inandıracaktım.
Doğruca bir berbere gittim. Aynaya bir baktım ben, ben değilim.
Berberdeki birinin telefonu ile eşimi aradım.
‘Emine Hanım bir şey lazım mı?’ dedim. Çok şaşırdı. ‘Kimsiniz?’ dedi.
‘Benim, Mustafa.’ dedim.
Telefonda bir çığlık, bir feryat…
‘Gel, gel yeter ki sen gel!’ dedi.
Hemen bir taksiye bindim eve gittim.
Aşağıda karşıladılar beni. O kızımın, 92 gün önce okula bıraktığım kızımın o an, orada, evimizin önünde ‘Babam!’ demesini unutamıyorum.
Çocuklarımı, ailemi, anne ve babamı gördükten sonra hemen yer değiştirdim, saklandım. Çocuklarım başka yere ben başka yere gittim. Her an, her şey olabilirdi.
İlk fırsatta da ülkemi terk ettim.
Bugün burada Gestapo Hapishanesi’nin karanlık koridorlarında o günleri yeniden yaşadım. Onlar hayasızca bunları nasıl yaptılarsa benim de direnerek bugün bunları anlatmam gerekiyor. Bu işkenceleri yapanların çocukları, gelecekte babalarının yaptıklarından utanacaklar, soyadlarını değiştirecekler. O isimlerle anılmak istemeyecekler. Ve bunları yapan zalimler bir gün mutlaka yargılanacaklar. 5 yıl sonra mı, bir yıl sonra mı, bilmiyorum.
Şimdi onlar muktedirler. Hiç öyle bir şeyi akıllarına getirmiyorlar ama bu hep böyle olmuştur. Yaşarlarsa eğer, yaşları kaç olursa olsun, bu suçlardan dolayı yargılanacaklar…”
Buraya gelince Mustafa Bey konuşmakta zorlanıyor. Kelimeler boğazında kocaman bir yumuk oluyor. O günleri bütün dehşetiyle yaşıyor.
Mümine Hanım, sürecin sembol şahsiyetlerinden, ilk şehidimiz Gökhan Açıkkollu’nun eşi.
Kendisini, hadiselerin yılgınlığına bırakmamış kahraman bir kadın.
“Çok güzel, çok değerli çalışmalar yapıyorsunuz.” diyorum.
Yine her zamanki o mütevazı haliyle “Estağfirullah.” diyor. ‘‘Bu koşturmalar, başta başkanımız Gonca Abla olmak üzere, iyi geliyor bize.’’
“İyi ama sürekli acılarla uğraşmak sizi yormuyor mu?” diyorum.
“Yoruyor.” diyor, “Yormaz olur mu? Lakin bu yaşananları da gelecek nesillere aktarmamız gerekiyor. Tenkil Müzesi dünyadaki emsallerinden çok farklı. Bu tür müzeler daha çok olaylar bittikten sonra kurulur ve geçmişteki acıları, vahşeti anlatır. Tenkil Müzesi ise acılar yaşanırken kuruldu. Hala da yaşanıyor.
Her gün taze hatıralar, yeni eşyalar geliyor.
Biz de bu vesile ile mazlumların sesi olmaya çalışıyoruz. ‘Sizi unutmadık, acılarınızı paylaşıyoruz.’ diyoruz.
Biz evimize, kendi küçük dünyamıza çekilsek daha çok yüreğimiz yorulur.
Tenkil Müzesi’nin mottosu şu “Hatırlayalım, yüzleşelim, iyileşelim.”
“Güzelmiş.” diyorum.
Fatih’le, Zeyneb’i soruyorum.
“İyiler.” diyor, “Okullarına gidip geliyorlar.
Kızım bazan, ‘Anne ben, baba, demeyi özledim.’ diyor. O zaman çaresizlikten kıvranırken, gözümdeki yaşları görmesin diye başımı çevirip ‘Baban yanımızda zaten ama biz göremiyoruz. O bizden önce cennete gitti ki senin hayalindeki evi yapacak ve zamanı gelince biz de oraya gideceğiz.’ diyorum.
O vakit kızım eliyle çenemden tutup başımı kendine doğru çevirip ‘Sen ağladın mı anne? Ağlama!’ diyor.
Sonra birbirimize sarılıp tekrar ağlıyoruz.”
Gece ayaza kesiyor. Ruhum üşüyor.
Geceyi incitmekten korkarcasına incecikten bir kar yağıyor.
O kadar güzel yağıyor ki…
Uzun hava ağıt gibi…
Sanki geceye beyaz bir ağıt yakıyor.
Gecenin bağrındaki her bir varlık o ağıdı dinliyor.
Gittikçe hızını artıran rüzgâr, kar senfonisine fon müziği oluşturuyor.
Gece bütün sancılarına, sıkıntılarına sarınmış kar ağıdını dinliyor;
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.