''Dava arkadaşları hapishane koridorlarında, tuvalet önlerinde, buz gibi demir ranzalarda nöbetleşe yatarken, villa beğenmeyenler... Kardeşleri, bir zalim el tarafından kör kuyulara atılırken, kan deryalarında yüzerken, yüzme havuzu olmadığı için villa değiştirenler... Bebekler, hapishane koğuşlarında yürümeyi öğrenmek için tekerlekli sandalye bulamazken, araba beğenmeyenler....''
Yusufçuk
HARUN TOKAK
İskandinavya’da sonbahar şöleni. Dalından kopan her bir yaprak kendine has raksıyla düşüyor yere. Bağlar, bahçeler yazın bittiğini haykırıyor.
Uzaklardan bir kumru sesi geliyor.
Ne de güzel ötüyor. Bir sonraki bahara kadar özlemle bekleyeceğiz bu sesleri diye düşünüyorum.
O ses beni çocukluğuma alıp götürüyor…
Anam kumrulara “Yusufçuk” derdi.
Köyde sabah namazlarını camide kılmayı severdim.
Her seher, sokağın başındaki Ülkü Bacıların evini döndüğümde köyün mütevazı mabedinin ışıkları çoktan yanmış olurdu.
Camiye giden yolda yürürken, gecenin içinde dönüp dolaşan görünmez güçlerin varlığını hisseden kalbim, kendi olduğundan daha büyük hale gelir, kabına sığmaz, taşardı.
Gecenin yüreğinde gizlediği aydınlığın, sabaha aktığı bu saatlerde yavaş yavaş ruhaniyet dolu bir atmosfere girdiğimi hissederdim.
Köy meydanındaki ulu çamların dallarında binlerce kuş bu vakitlerde dağıtılan bereketten pay alma yarışıyla cıvıldaşırdı.
O dakikalarda gecenin karanlığını yırta yırta, sabahın aydınlığını devşire devşire, uzak yakın komşu köylerden yükselen ve seherin bereketini bir birine haykırırcasına derin bir sükûna bürünmüş göklerde buluşan ezanların tadı doyumsuz olurdu.
Aşinası olduğum camiye vardığımda birkaç müdavimi ya diz çökmüş ya da bağdaş kurmuş düşünceye dalmış kumrular gibi başlarını öne eğmiş öylece otururlarken bulurdum.
Namaz bitiminde camiden dışarı çıktığımızda tatlı bir aydınlığın sardığı köyümüzü uykusuna kanmamış küçük bir çocuk gibi gözlerini ovuştururken görmenin hazzı bambaşka olurdu.
Karşı dağların, derelerin güneşin doğuşu öncesi tatlı bir aydınlık denizinde yüzdüğü bu vakitlerde, tenha sokaklardan geçerek toprak evimize gelir ve bahçedeki asmanın altındaki peykelerden birine oturup köyün sabah seslerini dinlerdim.
Dallardaki kuşların tatlı cıvıltıları, köyün orasından burasından kesik kesik öten horozlar yeni bir doğuşu müjdelerlerdi.
Hele kumrular ah o kumrular! Seslerinde bin anlam yüklü o kumrular ne de güzel öterlerdi.
Anam, oğlum bak, “Yusufçuk, Yusufçuk “diye ötüyorlar” derdi.
“Kardeşleri Yusuf peygamberin kanlı gömleği ile babasına gelip “ Yusuf’u kurt yedi” dediklerinde, Kenan’ın bütün kurtları Yakub peygambere gelip “biz yemedik” demişler.
Kurtlar alınlarına sürülen bu lekeyi bir türlü hazmedememişler, günler geceler boyunca uluyup durmuşlar.
Yakub peygamber bir ağacın gövdesine sırtını dayayıp ‘Yusufum, Yusufum!” diye ağlarken, kumrular da ağacın dallarına konarak “Yusufçuk Yusufçuk!” diye öterlermiş. O gün bu gün bu kuşların adı “Yusufçuk” olmuş. Gözlerine aklar ininceye kadar, Yusuf’un kokusu ruhuna değinceye kadar ağlamış Yakub peygamber.
İskandinavya’da gün batıyor.
Uzaklardan anamın Yusufçuğunun sesi geliyor.
Bu günlerde bir kitap sürekli masamın üzerinde duruyor.
“Allah Yolunda Bir Ömür”
Ömrü Allah yolunda yitenlerin başına gelmeyen mi kalıyor?
Bir ömür harp meydanlarında, sürgünlerde, hapislerde, gurbetlerde geçiyor.
1971 Muhtırası’nda tutuklanan Hocaefendi’nin ziyaretine bir gün babası Ramiz Efendi geliyor.
Ramiz Hoca’nın, “Siz bana Yakub’un oğulları gibi oldunuz” dediği günler.
Hocaefendi demir parmaklıkların arasından soruyor…
-“Baba nasılsın, anam nasıl?”
-“Anan köye gitti”
-“Ne var, ne oldu?”
-“Enver Amcan çok hasta”
Babasının iki büklüm olup ağlamaya başlamasından amcasının öldüğünü anlayan Hocaefendi de ağlamaya başlıyor.
Amcası, Hocaefendi’nin tutuklandığı haberini alınca, eve gelir ve:
“Hacı’yı tevkif etmişler ”diyerek dertli dertli bir of çeker ve odasına gider, o gün yattığı yataktan bir daha kalkamaz.
Mart Muhtırası, 12 Eylül Darbesi sonrası Sefillerdeki Jan Veljean gibi köşe bucak derken ve 28 Şubat’la başlayan gurbet günleri…
Bugünlerde ise başta Hocaefendi ve ailesinin bütün fertleri olmak üzere Hizmet Hareketi’nin bütün mensupları topluca sınanıyor.
Nasıl günlerden geçiyoruz Allah’ım!
Her gün eli kelepçeli kadınlar, “yavrumu istiyorum” diye ağlayan analar, “eşimi bulun artık dayanacak gücüm kalmadı” diye yalvaran kadınlar. “Babamı istiyorum” diyen yavrular…
Ana karnında fişlenmeyi, doğumhanede kelepçeyi, karakolda ilk geceyi, sessiz sessiz gözyaşı dökmeyi, emeklemeden yürümeyi, ranzalar arası büyümeyi öğrenen bebekler…
Şimdilerde 27 kiloya düşen, kalp hastası Fatma Görmez geliyor gözlerimin önüne.
Birkaç ay önce on dört yaşındaki dal gibi oğlunu kaybeden, kocası hapishanenin soğuk koğuşlarında, kendisi hastanenin kardiyoloji koğuşlarında her gün bir mum gibi eriyen öğretmen Fatma Görmez…
Acılar üşüşüyor üzerime. Bir kâbus gibi çöküyorlar. Başım ağırlaşıyor. Başımı koyacak bir omuz arıyorum.
İyi ki seccadelerimiz var.
Acılar dalga dalga geliyor üzerime...
Lütfü Dalga eşinin cenazesine katılım için verilen 7 saatlik izninde, eşini toprağa verdikten sonra yavrusuna sarılmak istediğinde minik Erva, yüreği kan ağlayan babasına, "Beni hastanede yalnız bıraktınız, sizinle görüşmek istemiyorum" diyor.
“Sabretmek için bir sebebim kalmadı’’ diyen Karadeniz’in yiğit evladı düşüyor hayalime.
Daha birkaç gün önce Ege’de can veren, sarılacak kefen bile bulunamayan, “biz size ne yaptık” dercesine Sakız Adası’ndaki mezarları Türkiye’ye bakan bebekler masum gözlerle bakıyorlar gözlerimin içine.
Dört aylık bebek Mahir Işık, üç yaşındaki İbrahim Işık, altı yaşındaki Mustafa Kara, sekiz yaşındaki Gülsüm Kara, on iki yaşındaki Said Zembil…
Kırkındaki Meltem Zembil, ömrünün baharındaki Kevser Sezer ve canları gibi sevdikleri ülkesinden kaçan daha niceleri…
Yaşar Kemal’in, ‘Akçasaz’ın Ağaları’ adlı roman serisi olan Demirciler Çarşısı Cinayeti ve Yusufçuk Yusuf adlı romanları, "O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler, çekip gittiler." cümlesiyle başlar.
O güzel insanlar çekip gittiler…
Kimileri kaçtı gurbette bir ağaç gölgesine sığındı, kimileri serin sularda can verdi, kimileri hicret yollarında kaldı ama Allah yolundan ayrılmadılar.
En acısı da bu vahşeti görmeyen gözler, ürpermeyen kalpler, ölmüş vicdanlar…
Yavrumu istiyorum diye bağıran bağrı yanık anaya, “ağzını kapatın” diyen vicdansızlar…
Daha da acısı içimizdeki hissizler, duygusuzlar, sağırlar, körler, ülkemizdeki ve dünyadaki yangını sadece seyredenler…
Olup bitenden habersizler…
Dava arkadaşları hapishane koridorlarında, tuvalet önlerinde, buz gibi demir ranzalarda nöbetleşe yatarken, villa beğenmeyenler…
Kardeşleri, bir zalim el tarafından kör kuyulara atılırken, kan deryalarında yüzerken, yüzme havuzu olmadığı için villa değiştirenler…
Bebekler, hapishane koğuşlarında yürümeyi öğrenmek için tekerlekli sandalye bulamazken, araba beğenmeyenler.
Gün batıyor İskandinavya’da…
Uzaklardan bir kumru sesi geliyor.
O ses beni çocukluğuma alıp götürüyor…
Yusufçuklar! Bir başka bahara takatimiz kalmadı.
Haydi Yusufların kokusunu getirin bize.