[Harun Tokak ] Zindanda Açan Çiçekler

Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın Pazar yazısı: Zindanda Açan Çiçekler

HARUN TOKAK 


Zindanda Açan Çiçekler
Yeni bir yıla giriyoruz. 
Yanımızdan yöremizden atılan havai fişekler ağızlarından alev fışkıran ejderhalar gibi göklere yükseliyor sonra salkım salkım dökülüyor. 
Işıkların ve seslerin dansı yeni bir yılı müjdeliyor.
Soğuk bir kış gecesi geleceği parlak bir aileye, her ikisi de öğretmen olan Fatma ve Mustafa çiftinin hatıralarına misafir oluyoruz. 
Kuzeyin bu soğuk ülkesine geleli daha bir ay kadar olmuşlar. 
Bu ziyaretlerimiz onlar için bir şey ifade ediyor mu bilmiyorum ama kuzeyin bu soğuk ve sessiz ülkesine yeni gelen muhacirlerle her görüştüğümüzde tatlı bir memleket meltemi, bir hizmet coşkusu doluyor içimize.
“Ben Urfalı’yım.” diye söze başlıyor Fatma Hanım. “Bizim o yörede bildiğiniz gibi kız çocuklarının okumasına pek sıcak bakılmaz.  Bölgenin töresine uygun olarak ailem, beni bir an evvel evlendirip baş göz etmeyi düşünüyordu. 
Şükrü Dayım ve yengem Kuzey Irak’ta Türk okullarında çalışıyorlardı. Beni yanlarına aldılar. Orada Hizmet’i tanıdım. Dayım vesilesi ile altı kardeşimin hepsi Hizmet’i tanıdı. Hepimiz, Şükrü Dayımı ve yengemi çok seviyoruz. Her ikisi de iyi yürekli insanlar.
15 Temmuz’dan sonra gaybubet günlerimiz başladı. 
2021 yılıydı... 
Eşim ‘Sokağın başında sabahtan beri polisler bekliyor.’ dedi.
Akşamın alacasında çocuklarımızı alıp apartmanın arka tarafından çıkarken polisler derdest edilip yakaladılar. Meğer bir başka ekip pusudaymış.
Bazı polisler çok hoyrat davranıyordu. Çocuklarımın önünde beni itip kakıyorlar, aşağılıyorlar, iğneli sözler söylüyorlardı.
Bir insanın horlanmasının, aşağılanmasının ne kadar korkunç bir şey olduğunu orada daha iyi anladım. 
Henüz yargılanmadan daha karakolda hakkımızda hüküm verildi; 
‘Karı-koca ikiniz de tutuklanacaksınız. Çocuklarınız yetiştirme yurduna verilecek...’ 
‘Bizi tutuklayabilirsiniz ama çocuklarımızı yetiştirme yurduna veremezsiniz.’ dedik.
Vicdanlı bir polis komşumuza telefon etti. 
Komşumuz gelerek çocuklarımızı alıp götürdü. 
Çocuklardan kopmak çok zor oldu.
Söz çocuklara gelince Fatma Hanım’ın hıçkırıkları boğazında düğümleniyor. Uzun bir süre konuşamıyor.
Hepimiz duygulanıyoruz. Yanaklara süzülen göz yaşları ve kesik kesik hıçkırık sesleri düşüyor geceye. 
Biraz sakinleşince, “Meğer bizi apartman yöneticisi şikâyet etmiş.” diyor.  “Komşular bunu öğrenince ‘onlar iyi insanlardı neden şikâyet ettin’ diyerek yöneticiyi hırpalamışlar. 
Sonraki gün doğrudan mahkemeye çıkarıldık.
Savcı ilk ifademi aldıktan sonra ‘Bir diyeceğin var mı?’ diye sordu.
‘Çocuklarım çok küçük. Dışarda sahipsiz kalacaklar...Tutuksuz yargılasanız.’ dedim.
‘Bana bak Fatma! Dedi. ‘Senin ve senin gibilerinin çocuklarını ne bu ülke ne de ben asla düşünmeyiz’
Yüreğime bir sancı saldı savcı.
O an korkunç ve karanlık bir uçuruma doğru yuvarlandığımı hissettim.
‘Hislerimde yanılmamışım.’ dedim. ‘Bizim gibiler için bu süreç asla bitmeyecek.’
Sonrasında her ikimizin de tutuklanması yorgun yüreğimdeki son titrek ışığı da söndürdü. 
Eşimi ve beni kelepçelediler.
O an eşimle göz göze geldik. 
‘Üzülme.’ dedi. ‘Kendine iyi bak.’ 
Bir daha ne zaman birbirimizi görecektik. Sıcak yuvamıza ne zaman dönecek, çocuklarımıza ne zaman kavuşacaktık? Evimizin ışıkları yeniden yanacak mıydı? Mutluluğumuz sokaklara taşacak mıydı? 
Kalbim bütünüyle karanlığa gömüldü.

Arkamda gözü yaşlı bir eş bırakarak polislerin arasında yürüdüm.  
Biz ne yapmıştık bu insanlara?
Gardiyan demir kapıyı açınca gördüğüm manzara karşısında ağlamamak için dudaklarımı ısırdım. Ömrünün baharındaki kızlar, kadınlar başka oturacak yer olmadığı için kış günleri dallara sıralanmış kumrular gibi ranzalara sıralanmış oturuyordu.
Beni görünce hepsi koşup boynuma sarıldılar. 
‘Aramıza hoş geldin.’ dediler.
Hepsi ile tanıştık. Hepsinin hikayesi yürek yakıcıydı. En çok da çocuklarından ayrı olan annelerin anlattıkları kanattı yüreğimi. 
Koğuş çok dardı. İkişerli üçerli yatılmasına rağmen ranzalar yetersiz olduğu için geceleri yere yataklar seriliyor, ranzalar arası hamaklar geriliyordu.
Ağır hastalar vardı. Bazıları ağrılardan, acılardan bazıları da efkardan sabaha kadar koğuşun içinde dolanıyordu. 
Beli kırık bir abla vardı. Ranzaya ip bağlamışlar onlara tutunarak kalkabiliyordu. 
Benim gibi, bazı kadınların da eşleri hapisteydi. Aynı hapishanede, duvarın öbür tarafında eşlerimiz vardı. Çocuklarımız dışarıdaydı. 
Bir görüş gününde kayınvalidem çocuklarımı getirdi. 
‘Küçük çocuk dayanamıyor. Yanına alsan.’ dedi.
‘Kaldığımız yer çok dar, yapamaz.’ dedim.
Yavrum dışarıda da yapamadı. Hastalandı. Daha on sekiz aylıktı. Yanıma aldım.
Kadınlar, kendi çocuklarına sarılır gibi sarıldılar. Oğlum bir hafta inleyerek ağladı. Hiç konuşmadı. Kucağımdan hiç inmedi. Ağlıyor, ağlıyor bayılıyordu. Beni kaybedeceğinden korkuyordu.

Hatta bir gardiyan ‘Dayanamıyorum bu çocuğun ağlamasına.’ diyerek o da benimle birlikte oturup ağlıyor,
‘Hayret ediyorum, bu kadar şeye nasıl dayanıyorsunuz?’ diyordu.’’ 
“Hapse girinceye kadar bu süreç bitmez, hep böyle sürer gider diye düşünüyordum ya” diyor Fatma Hanım. 
Arkadan ne geleceğini bilmediğimiz için susuyoruz.
“Hapse girdikten sonra düşüncelerim değişti.” Diyor. “Koğuştaki gencecik annelerin çocuklarına olan özlemlerini, ağlayışlarını, gözlerini tavana dikerek sabahlara kadar bakışlarını, battaniyelerinin altında inleyişlerini görünce ‘Bu süreci bu anaların ağlayışları, inleyişleri bitirecek.’ dedim. Karanlık kalbimde yeniden bir umut ışığı yandı.
‘‘Önce ben, daha sonra da eşim serbest bırakıldık. Konu komşumuz, ‘Sizler çok iyi insanlarsınız. Ne yaptınız ne ettiniz de bunlar başınıza geldi bilmiyoruz ama bildiğimiz bir şey varsa o da siz eğitimi bıraktıktan, sizin okullarınız, yurtlarınız kapandıktan sonra çocuklarımız bozuldu. Nesiller perişan oldu. Keşke bunlar hiç yaşanmasaydı. Bir nesil mahvoldu.” Diyorlardı.

Bunları duymak hem hazin hem de güzeldi ama çocuklarımın da benim de psikolojimiz bozulmuştu. Büyük oğlum kayınvalidemlerde kalmıştı. Onun da psikolojisi bozulmuştu. Kekeleyerek konuşmaya başladı. Bir buçuk yıl hep karnı ağrıdı. Öyle zaman oluyordu ki günde üç-dört defa acile götürüyorduk. En sonunda özel bir doktora götürdük. Doktor, ‘Çocuğun hiçbir rahatsızlığı yok, stresten.’ dedi. Meğer benim küçük oğlumu yanıma almam onda kıskançlık yapmış.  Çocuklarımı bir buçuk yıl boyunca terapi oyunlarına götürdüm. 

Artık daha fazla ülkemizde durursak ya sağlığımızdan ya da canımızdan olacaktık. 
Anne-babama ‘Gidiyoruz.’ diyemedim. Vedasız bir ayrılık oldu bizimkisi.
Meriç’e doğru gelirken annem aradı. 
‘Düğüne hazırlık yapıyoruz. Seni de bekliyoruz.’ dedi. 
Bir hafta sonra kardeşimin düğünü vardı. 
‘İnşallah, anneciğim!’ dedim. Telefonu kapatınca hıçkıra hıçkıra ağladım. Ülkemde yine düğünler, dernekler olacaktı ama kardeşimin en mutlu anında ben yanında olamayacaktım.

Buralara geldik ama küçük oğlum hala peşimi hiç bırakmıyor, hep beni kaybedeceğinden korkuyor. Abdest almaya gittiğimde bile kapıyı vuruyor, vuruyor, sonra saatlerce ağlıyor.”
Fatma Öğretmen’in ‘‘Oğlum beni kaybetmekten korkuyor.’’ Sözü bana yıllar önce dinlediğim hazin bir anıyı hatırlatıyor.
Orta Asya’ya ilk giden arkadaşlardan biri anlatmıştı diye söze giriyorum.
Arkadaşımızı Kırım’da bir eve götürüyorlar. 

Evin bir köşesinde oturan, gözleri, açık iki karanlık mezar gibi bakan yaşlı kadını görünce yüreği ürperiyor. Yaşlı kadın arkadaşımızın korktuğunu anlıyor.
“Evladım” diyor. “Ben yetmiş yıldır böyleyim. Geceleri de kapanmıyor göz kapaklarım. 1944 kışında Kırım Türkleri sürgüne gönderilirken ben dört-beş yaşlarındaydım. Tren uçsuz bucaksız bozkırlarda yol alıyordu.  Vagonların kapıları tahtalarla çaprazlama çivilenmişti. Günler geçtikçe kimi açlıktan, kimi korkudan, kimi soğuktan, kimisi de hastalıktan birer birer ölüyordu. Ölenler bir bir atılıyordu trenin penceresinden. Bozkırlar binlerce insana açık mezar oldu. Her ölünün arkasından boğazlara düğümlenen çığlıklar, ağlamanın bile isyan sayıldığı bu vagonların ortak sesi oldu.

 İnsanlar tuvalete bile bırakılmadılar. Nice iffet abidesi kadınların öd torbaları patladı utancından.
 Bazı çocuklar derin uykularından uyandıklarında annelerini ölü buldukları için uyursam benim annem de ölür diye gözlerimi hiç yummuyordum.
 O gün bugün göz kapaklarım hiç kapanmıyor. Uyurken bile gözlerim açık uyuyorum.”

“Bir çocuk için anneyi kaybetmek ne kadar korkunçsa bir anne için çocuğunu kaybetmek ondan daha korkunçtur” diyor Fatma Hanım. 
Kesik kesik hıçkırık sesleri düşüyor geceye.
Kuzeyin bu ülkesinde gece ilerliyor. 
Havai fişeklerin sesleri gittikçe çoğalıyor. Farklı tonlardaki sesler birbirine karışıyor.
Işıkların, seslerin dansı yeni bir yılı müjdeliyor.
Günler bitiyor, aylar bitiyor, yıllar bitiyor ama zulüm bitmiyor.
Ama bir gün bitecek ve bahar gelecek.
Fatma Öğretmenin dediği gibi, bu zulümleri, koğuşlardaki gencecik annelerin çocuklarına olan özlemleri, gözlerini tavana dikerek sabahlara kadar bakışları, battaniyelerinin altında inleyişleri, ağlayışları bitirecek.
Bu zulümleri sahillere değil, anaların sinelerine çarpan deli dalgalar bitirecek.
Zindanda açan çiçekler getirecek baharı.

01 Ocak 2023 12:43
DİĞER HABERLER