"Hem paralel avcılığına, hem yeni Türkiye söylemine devam etmek zorundalar"

Yarına Bakış yazarı Emine Eroğlu, çarpıcı yazısında paralel safsatasını yazdı: Tanrılarına sürekli yeni kurbanlar sunan putperestler gibi hem paralel avcılığına, hem yeni Türkiye söylemine devam etmek zorundalar. Performanstan düştükleri anda bir çöp gibi ikbalden idbara fırlatılıyorlar da kendileri olmaktan çoktan vazgeçtikleri için hayatlarına nereden devam edeceklerini kestiremiyor, zillet içinde kapı kulluğuna dönmenin yollarını araştırıyorlar. İşte o yazı;

Okun yaydan çıkma tarihi


Mevlana Halid-i Bağdadî Hazretleri, talebe ve müridlerine,“Sakın zenginlerle, hükümdarlarla, idarecilerle senli benli olmayın.” diye nasihat eder. Gerekçesi, güç ve iktidara yakın durmanın ahlak üzerindeki tahrip edici etkisidir.

“Onlar” diye devam eder Mevlana Hâlid, “yemek yedirmeyi, iltifatta bulunmayı, hatta tebessümlerini bile rüşvet vasıtası olarak kullanmak isteyebilir. Eğer onların tesiri altına girerseniz ömür boyu diyet ödeme mecburiyetinde kalırsınız. Bu itibarla elinizdeki imkânlarla yetinin, hiç kimseye el açmayın. Unutmayın hükümdar ve idareciler elinize ve kolunuza vuracakları prangalarla sizi kontrol altında tutmak ister.”

Bu sesleniş, bir istiğna, yani Allah’tan gayrısına el açmama çağrısı olarak değerlendirilebilir. Öyledir de. Fakat biraz daha dikkatle bakarsanız Mevlana Halid’in muktedir psikolojisini ne kadar iyi okuduğunu görürsünüz. Ve elbette insan mahiyetindeki zaafları da… Hakikatte bu hitap, mürid ve talebelerini “başkalaşmak” tehlikesine karşı korumaya çalışan bir Allah dostunun zamanı aşan uyarısıdır.

“Selam Verdim Rüşvet Değildir Deyü Almadılar”

Hâl-i âlem şahit ki, dağıttığı kömürü, makarnayı bile rüşvet olarak veren bir muktedirin en iyi bildiği şeydir başkalaştırmak. Efsunlamak, göz boyamak, şeytanın aklına gelmeyecek hilelerle aldatmak. Satın almak, ele geçirmek, safına çekmek, kontrol etmek… Yani değiştirmek ve dönüştürmek… Bunda bir tuhaflık yok. Hazret’in uyarısındaki kadar âyan ve beyan. Şaşılası ve korkutucu olan, muktedir ne yaptığının farkında olmasına karşın “başkalaşan”ın kendisine ne yapıldığının farkında olmayışı.

Saraya davet edilmenin, uçağa binmenin, bir dairede koltuk ya da bir gazetede köşe kapmanın, protokolde oturmanın, resepsiyonlara çağrılmanın, muktedirden hediye kabul etmenin, bir projeye “danışman” yazılmanın muhataplarına vurduğu ağır prangalara bakın, Mevlana Hâlid’e hak vereceksiniz. Yediği bir yemekle saf ve söylem değiştiren, kendi kendini yalanlamaktan dahi utanmayan nicelerine birlikte şahitlik ettik. Elleri kadar yüzleri de kirli adamlara sahip çıkmak için devletin tüm kurumlarının nasıl seferber edildiğine de…

En ürküntü verici olanı, muktedirin tesiri altına girenlerin diyet ödeseler de özgürlüklerini kazanamıyor oluşları. Aldıkları rüşvetin kefaretini ömür boyu ödemek, Tanrılarına sürekli yeni kurbanlar sunan putperestler gibi hem paralel avcılığına, hem yeni Türkiye söylemine devam etmek zorundalar. Performanstan düştükleri anda bir çöp gibi ikbalden idbara fırlatılıyorlar da kendileri olmaktan çoktan vazgeçtikleri için hayatlarına nereden devam edeceklerini kestiremiyor, zillet içinde kapı kulluğuna dönmenin yollarını araştırıyorlar.

Değişimin Tarihi

Üstelik kendileri ile beraber kurumları ve temsil ettikleri değerleri de değiştirip dönüştürüyorlar. Din, diyanet, tarikat, mektep, vakıf, ev, yurt, sokak…

Süreç ya da 17-25, ya da okun yaydan çıkma tarihinden beri menfaatperestlerin ve dinlerini dünyaya satanların mahiyetlerindeki değişimi seyrettik ibretle. Gözümüzün önünde delirdi insanlar. Halden hale, biçimden biçime, suretten surete girdiler.

Oraya ulaşmak için her yöntemi meşru saydıkları Kaf Dağı’nın arkasında onları bekleyen bir tek şey vardı: Hüsran. Ama onlar bilmiyorlardı!..

İdealle heves arasındaki boşlukta kayboldular. Zulüm ile abad olmanın mümkün olduğuna inandıkları noktada kılıçlarını bilediler ve kendilerine iman etmeye başladılar. Kirli bir cam parçasında seyrettikleri suretlerine âşık oldular. Hiçbir değerler  sisteminde sınanmamış, ispat edilmemiş varlıklarının seçilmişliğine hükmettiler.

Hakikatin rehberliğinden koptukları için batıla sarıldılar. Her hamlelerinde hazan yaprakları gibi savruldular. Hadleri yoktu, ama herkese had bildirmeye kalktılar. Her okul imam hatip, her öğrenci parti muhafızı olsun istediler. Dokundukları her şeyi betona, plastiğe, yalana dönüştürdüler.

Trajedilerine hep bir ironi eşlik etti. Niyazi-i Mısrî’nin dilince, çocuklar gibi tahta atlara bindiler de kendilerini meydan savaşı kazanmış kahramanlar olarak gördüler.

Hayallerinde Emeviye camiinde cuma namazı kıldılar. Hakikatte her şeylerini kaybetmiş bir milletin dünya ve ahiret vebalini yüklendiler. Hayallerinde dindar bir nesil yetiştirdiler, hakikatte toplumu derin bir nihilizm batağına sürüklediler. Hayallerinde Ortadoğu’da onlardan habersiz yaprak kıpırdamazdı. Hakikatte teröre yardım gibi ağır bir ithamın altında kalıp ezildiler.

Topuklarına ulaşmayan suyu derya zannettiler de bir avuç suda boğuldular. Kâğıttan kanatları ile göklerde pervaz edebileceklerini sandılar, bataklıklara saplandılar. Temkinsizce buzda yürüyüp, kırılmadık uzuv bırakmadılar.

Her şeyi yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Oyun kuracaklardı, oyuncak oldular. Sonlarını başkaları değil kendileri, yapıp ettikleriyle hazırladı, ibret-i âlem oldular.

Sabit-i Kadem Olma Çağrısı

Öyleyse bugünü “değişimin tarihi” perspektifinden tekraren okumalı. Çağrıyı yenilemekte fayda var: Gücün ve dünyeviliğin tesiri altına girenler başkalaşırlar.

Ve “bir çeşit başkalaşan her çeşit başkalaşır.”

22 Nisan 2016 09:54
DİĞER HABERLER