Her dönem bedel ödedi ancak bu seferki...

12 Eylülcülerin bile 3 ay cezaevinde tutabildiği, 73 yaşındaki gazeteci Nazlı Ilıcak 7 aydır hakkında iddianame bile yazılmaksızın tutuklu olarak cezaevinde tutuluyor. İşte Ilıcak'ın hikayesi...
Dünyanın en naif “terörist! gazetecisi” 

O zaten Demokrat Parti’li bir bakanın kızıydı. 1960 Darbesi olduğunda henüz  on beş yaşlarındaydi. Darbenin soğukluğunu daha çocuk yaşlarındayken yaşadı. Aile olarak, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk darbesinin mağdurları arasında yer aldılar.

Gazeteciliğe ilk başlaması da, bu darbenin mağdurlarıyla yaptığı bir röportajla oldu. O yıllarda hiç kimse bu röportajı yapmaya cesaret edemiyordu. Genç gazeteci Nazlı Ilıcak bu röportajı yapmakla hemen, cuntacıların dikkatini çekti ve hedeflerine oturdu. Daha sonraki yıllarda ise, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bu ilk darbesini “27 Mayıs Yargılanıyor” isimli eseriyle kitaplaştırdı.

Ortalama her on yılda bir ortaya çıkan darbe geleneği 12 Mart 1971’de yeniden nüksedince O yine darbecilerin karşısında dimdik ayaktaydı. “12 Mart Cuntacılari” isimli bir kitap yayımladı. 1980 Darbesi’nde ise hapis yatmaktan kurtulamadı. Cuntanın yayınladığı bildiriye aykırı davrandığı gerekçesiyle üç ay cezaevinde yattı.

O’nun askeri vesayetle mücadelesi bunlarla da sınırlı kalmadı. 28 Şubat sürecinde “başörtüsünü savunmanın neden laikliğe karşı bir kalkışma olduğunu anlamıyorum” diyerek, laiklik perdesi arkasına saklanan darbecilerin  bir kez daha nefretini topladı. Milletvekilliği elinden alındı ve beş yıl siyaset yasağı ile cezalandırıldı. Bununla da yetinilmedi. “Postmodern Darbe”nin mimarları  tarafından, çalıştığı gazete bizzat aranmak suretiyle gazetedeki işinden de kovuldu.

Aslında 15 Temmuz’a gelindiğinde de O’nun darbe karşıtlığı, açık bir şekilde görülüyordu. Henüz darbenin ilk saatlerinde, tanklar sokaklardayken ve artık darbe gerçekleşecek diye beklenirken O, “bu tip kalkışmalarin ülkeye faturasının çok ağır olacağını biliniz, tecrübeyle sabittir” şeklinde tweet attı. Hem kendi konumunu net bir şekilde ve korkusuzca ortaya koydu hem de darbecileri açık bir şekilde uyardı. O, bu saatlerde bu açıklamayı yaparken, Türkiye  henüz bir çok siyasetçinin sesini bile duymamıştı.

O her şey olmuştu. 12 Mart ve 27 Mayıs’ta “vatan haini”, 12 Eylül’de “komünist”, 28 Şubat’ta ise “laiklik karşıtı” ve “bölücü” olmuştu ama hiç bir zaman “darbeci” olmamıştı. O’nun ilk defa “darbeci” olarak nitelendirilmesi ancak yetmiş iki yaşına geldiğinde oldu. Çocukluğundan itibaren tüm hayatı darbe mağduru olarak geçen ve her zaman askeri vesayete  karşı duran Nazlı Ilıcak nasıl olduysa artık “darbeci” oluvermişti. Darbe girişiminden on gün sonra gözaltına alındı ve 28 Temmuz da tutuklandı.

O’nun mücadelesi hiçbir zaman kişilerle olmadı. Ülkenin yakın tarihinde tekerrür edip duran darbelerin, asker içindeki “cumhuriyeti koruma ve kollama, vatanı kurtarma” anlayışından kaynaklı olduğunu düşünüyordu. İşte tam da bu sebepten, 28 Şubat Operasyonları başladığı zaman katıldığı bir televizyon yayınında, operasyonların genişlememesi gerektiğini, bunun insanları ve ailelerini çok mağdur edebileceğini ifade etti. Esas yüzleşilmesi gerekenin, askeri bürokrasi içerisindeki  bu sorunlu anlayış olduğunu söyledi. Birçoklarının tabiri caizse “asıp gürlediği” bir dönemde O, temkin ve itidal vurgusu yapıyor, insanların mağdur edilmemesi gerektiğini ısrarla vurguluyordu. Milletvekilliğinin düşmesine, siyâsi yasaklı hale gelmesine ve gazetesinden kovulmasına sebep olanlara bile, kin saikiyle yaklaşmıyordu. Öylesine naif bir insandı.

Öylesine naif bir insandı ama hakikat bildiğini söylemekten de asla geri durmuyordu. Nitekim, 1989 mahalli seçimlerini %29 oy oranıyla kazanan Anavatan Partisi’nin, Mecliste elde ettiği bu çoğunlukla, Özal’ı Cumhurbaşkanı seçtirmesini şiddetle eleştirmişti. Bu durum için “halksız demokrasi, haksız demokrasi” ifadelerini kullanmıştı. O’na göre asıl kıymetli olan demokrasinin evrensel değerlerini uygulayabilmekti.

Yine, 30 Ocak 1990 tarihinde yazdığı bir yazıda; Fransa’da 1840’larda kol gezen sefalete gözlerini kapatıp, hükümet üyelerine ve yönetici kadrolara bulaşan yolsuzluk ve skandalları görmezlikten gelen Başbakan Guizot’tan bahsetti. Yazıda belirtilen Fransız Başbakan Guizot, “Özal’a bu kadar mı benzer” denilerek yazısı sansür edildi. O, aydın ve demokrat bir insanın, esen rüzgarla yön belirleyen bir yelkenli gibi değil, fırtınalar karşısında dimdik durmayı başarabilen bir çınar gibi olması gerektiğine inanıyordu.

Yine bir televizyon programındaydı, kürtaj konuşuluyordu. Doğmamış bir bebeğin dilinden annesine yazılmış bir mektubu okumaya niyetlendi. Sesi titriyordu ama okumakta kararlıydı.

“Anne burada bir şeyler oluyor.
Doktor abla neden mutsuz bakıyor böyle?
Sen acı çekiyor gibisin.
Kalp seslerin değişti.
Benimle niye konuşmuyorsun anne?
Anneciğim yüzümde soğuk bir şey hissediyorum…”

dedi ama sonrasını getiremedi. Hüngür hüngür ağlıyordu. O, sert politik tartışmalara saplanıp kalmış bir demagog değildi. Şefkati her haline sirayet etmiş bir anneydi.

Nasıl o yıllarda Özal’ı yolsuzluk iddialarına karşı uyardıysa; 2013 yılı sonlarında ortaya çıkan yolsuzluk iddialarına karşı, zamanın yöneticilerini uyarmaktan da çekinmedi. Yolsuzlukları soruşturdukları için “darbe yapmakla” ve “çete olmakla” suçlanan devlet görevlilerini savundu. “Çete dediğin, yolsuzluk yapar, kanuna uymaz. Yolsuzluğu ortaya çıkaran çeteyi ilk defa duyuyorum” diyerek, aklı başında hiç kimsenin, bu operasyonlar için “darbe” diyemeyeceğni ifade etti.

Hiç bir dönemde doğru bildiğini söylemekten geri durmayan Nazlı Hanım, rüzgara göre yön belirleyen bir yelkenli olmadı. Bir çınar gibi dimdik durmayı başardı. Gün geldi o linç kampanyalarına öz oğlu bile iştirak etti ama O, “bir anne oğluna asla küsmez” demekten öte bir söz söylemedi. Hakkında yürütülen  kara propagandalar neticesi çalıştığı gazetelerden kovuldu, yapmakta olduğu televizyon programlarına son verildi ama O, bunlara gülüp geçiyordu.

Memleket meseleleri olduğunda sözünü söylemekten çekinmeyen mizacı, mevzu kendisi olduğunda tam bir hoşgörü  abidesi oluveriyordu. İşine son veren medya patronlarının bile, kalplerini kıracak bir şey söylememeye özen gösteriyor, “Onlar benim dostlarım” diyordu.

İşte bu insan, yetmiş iki yaşına rağmen ve tüm hayatının  demokrasiyi savunmakla geçtiği herkesin malumu iken, bugün hala cezaevinde. Sevenleri pek çoktu, elbette sevmeyenleri de vardı ama, aklı başında hiç kimse ona “darbeci” nitelemesini yakıştıramadı. O’nu kendisine düşman bilenler bile, “terörist” olabileceğini iddia etmedi. çünkü o herkesin “Nazlı Abla”sıydı.

12 Eylül Cuntacıları,  O’nu ancak üç  ay hapiste tutabilmişlerdi ama bugün O, yedi aydan fazla bir süredir cezaevinde. Üstelik halen bir iddianame bile yok. Tam bir itibar suikastine maruz kalıyor. O’nu, dünya tarihinin en naif “terörist”i yaptılar. Bu ayıp hepimize yeter!..

Kıvanç Deniz / Magduriyet.com
13 Mart 2017 15:52
DİĞER HABERLER