Hesap vermek

İlk kez bir Genelkurmay Başkanı darbe ile ilgili suçlamalardan dolayı mahkeme huzurunda hesap verdi. Daha önce sorgulanan ve tutuklanan bazı sanıklar emekli Orgeneral İlker Başbuğ'u işaret edince bu sonuç kaçınılmaz hale gelmişti. Nitekim eski Genelkurmay Başkanı saatlerce süren savcılık ifadesi sonrasında tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi. Orada da saatlerce sorgulandı ve tutuklandı. Bu yeni bir sayfadır Türkiye için. Aynı zamanda yeni bir imtihan. Nasıl mı? Tutuklama sonrasında "oh olsun" deyip sevinme ve hadisenin zati gerçekliğinden uzaklaşma sağlıklı bir yaklaşım değil. Darbenin büyük bir insanlık suçu olması ve buna teşebbüs eden herkesin (rütbesine bakılmaksızın) adalet huzurunda hesap veriyor olması bu meselenin zati gerçekliğidir. Ve çok önemlidir. Cumhuriyet tarihinde tutuklanan ilk Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun, düşük rütbeli darbeciler tarafından tekme tokat tutuklanmış, idamla yargılanmıştı. Üstelik, darbeye boyun eğmediği için idam cezası da aldı. O zamanki basın şimdilerde olduğu gibi "Genelkurmay Başkanı'nın onuru"nu hiç savunmadı; savunamadı. Zaten büyük bir çoğunluğu darbenin tabii parçasıydı. 1960'ta darbe yapanların hak hukuk tanımayan pervasızlığı ile bugünkü delillerden suça giden adalet arayışı arasında dağlar kadar fark var. Tabii ki 70 yaşına gelmiş ve bir zamanlar Genelkurmay Başkanlığı yapmış bir kişinin hapse atılması insanın yüreğini burkabiliyor; ancak suçlama çok büyük, deliller düşündürücü, diğer sanıkların itirafları endişe uyarıcı... Tutuklanma meselesine topyekûn (kategorik olarak) karşı çıkan bir zümre de var. Onlara göre, "Her ne yaparsa yapsın bir dönem Silahlı Kuvvetler'in başında görev yapmış bir kişi asla yargılanamaz." Bu inanca göre hukuk karşısında insanlar eşit olamaz; olmamalı. Ayrıca her on yılda bir darbe yapılan bir ülkede darbecilik askerlerin en tabii hakkı. Hadiseye böyle bakınca karşımıza, yaşını başını almış bir üst bürokratın insanî sebeplere dayandırılarak yapılan müdafaası çıkmıyor. Aksine, darbe çalışmalarını meşru kılan, demokrasiyi askıya alan korkunç bir zihniyetle karşı karşıya kalıyoruz. Mevzuu, doğru bir zeminde tartışabilmek için darbeciliğin korkunç bir suç olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Gerekçesi ne olursa olsun, şartlar ne kadar ağır olursa olsun, silahlı güçlerin siyasete müdahale edip hukuku askıya alması bir suçtur. Kaldı ki bizdeki darbelerin tamamında darbeciler, önce psikolojik şartları oluşturmuş sonra siyasetin üzerine çullanmıştır. Maalesef bazı çevreler darbe için eylem planları yapmayı hâlâ bir suç gibi görmüyor; sanki silahlı güçlere mahsus müktesep bir haktan söz ediyoruz. Yok böyle bir şey. Dünyada da yok. O yüzden dünyanın dört bir yanında darbe suçu işlemiş ve seksen yaşını aşmış nice diktatör hâlâ yargı karşısında hesap veriyor... Kaldı ki, ne internet andıcı hukuken boş bir davadır; ne de "AKP ve Gülen'i Bitirme Planı" diye zikredilen belge basit bir kâğıt parçasıdır. Hükümeti itibarsızlaştırmak için onlarca internet sitesi kurmak, o sitelerde akla hayale gelmedik yalanlarla kara propaganda yapmak ve marjinal grupları tahrik ederek sokağa dökmek sıradan bir suç değildir. O kara propagandaların kapatma davası esnasında nasıl bir rol üstlendiğini bilmeyen mi var? Bir partiyi bitirmek için araya 'ajanlar' sokmak, o partiyi bölüp parçalamak için çalışmalar yapmak suç değil midir? Cemaat adını verdiğiniz masum insanları terör kapsamına alabilmek için evlerine silah bırakmak nasıl olur da bir ülkenin meşru silahlı gücü tarafından ifa edilebilir? Yurtdışına Türkiye'yi jurnalleyenler, bu davaların bir bilek güreşi olduğunu, hukukî zemini olmadığını söyleyip duruyorlar. Ya dava dosyasındaki delilleri bilmiyorlar ya da bir maksada binaen gerçekleri örtbas ediyorlar. Yapılanın -hiç olmazsa sanıklar kadar- suç olduğunu idrak etmeleri gerekiyor. Tabii darbe şartlarının oluşturulmasını meşru bir hak görmüyorlar ve darbecilerle ortak çalışmıyorlarsa... Aynı zamanda Başkomutan sıfatı taşıyan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, evrensel bir ilkeyi hatırlattı: "Mahkemeler karşısında herkes eşittir. Yargılamanın sonunu beklemek lazım." Çok sağduyulu bir yaklaşım. İnsanlar gelip geçicidir; makamlarsa emanettir. Asıl olan, adalet duygusunun yaşatılması ve suç işleyen varsa hesabının sorulabilmesidir. İnsanların hukuk karşısında eşit olduğuna dair inanç sarsılırsa toplumda adaleti tesis etmek imkânsız hale gelir. Bu nedenle herkesin adaletin tesisine yardımcı olması gerekiyor; en çok da darbelerden çok çekmiş siyasetçilerin ve darbe sabıkası kabarık medyanın... Nerede imza makinesi? İnternet andıcı ve "İrtica ile Mücadele Eylem Planı" hakkında onlarca master tezi yazılsa, doktora çalışması yapılsa yetmez. Ta baştan beri darbeyi suç saymayan kitleler, ortaya belgeler çıktıkça ilginç savunma taktikleri geliştirdi. Mesela askerî savcılık, "Daha belgeyi görmedim ama sahte olduğuna dair kanaatim oluştu" nev'inden komik bir açıklama yapmıştı. Bu tuhaf açıklama üzerine gaza gelen birileri 'kâğıt parçası' deyip o belgeyi yayınlayan gazetecilere demediklerini bırakmadı. Kara propaganda merkezi haline gelmiş internet siteleri Genelkurmay'a ait çıkınca, "Başbakanlığın emriyle faaliyet yürüttükleri"ni açıkladılar. Başbakanlık yalanlayınca "Önceki hükümetti..." dediler. Ona da balıklama atladı kadim medya. O da fos çıktı; çünkü eski hükümetler de öyle bir illegal işe izin vermemişti. İtiraf etmem gerekiyor ki, en komik savunma imza makinesi diye dâhiyane (!) bir buluş üzerinden yapıldı. Önce 'ıslak imza yok' savunması yapan ve fotokopi olan belgeyi 'kâğıt parçası' ilan ettiler. Sonra belgenin aslı ortaya çıktı; kaçacak yer kalmadı. Bunun üzerine ıslak imzalı belgeyi itibarsızlaştırmak için teknoloji harikası (!) bir yol buldular. Güya Amerika'da bir imza makinesi varmış da onda ıslak imzayı taklit etmek mümkünmüş. Adli Tıp, TÜBİTAK; hatta Jandarma kriminal laboratuvarı da "ıslak imzalı" belgeye "Albay Dursun Çiçek'in elinin ürünüdür" raporu verdi. Şimdi o belgelerin tamamı mahkeme huzurunda ve pek çok rütbeli insan bunun hesabını veriyor. Bugün daha iyi anlaşılıyor ki o belgelerin itibarsızlaştırılma çalışması boşuna yapılmamış. Çünkü o belgelerin nasıl bir suç teşkil ettiğini en iyi o belgeleri hazırlayanlar biliyor. Bir de onlara her daim stratejik destek verenler tabii ki... PANORAMA Cumhurbaşkanlığı, Mümtaz'er Türköne'yi Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu üyeliğine atadı. Daha ilk dakikadan başlayarak bazı çevreler kıyameti kopardı. Marjinal bir grubun protestosu bile ana haber bültenlerinde geniş geniş anlatıldı. Mülakatlarda Hoca'nın söylediğini şöyle özetleyebilirim: "Atatürk'ü seviyorum ama Atatürkçülük maskesi altında yapılanları asla!" Bu kadarcık açılım bile birilerini çıldırttı. Adeta linç ettiler. Sonunda Türköne istifa etti. Ve Türkiye bir kere daha gördü ki "Atatürkçüler"in en küçük bir eleştiriye tahammülü yok. Tabu denilen şey de aynen budur... Hakan Şükür söz konusu olduğunda birilerinin şakûlü kayıveriyor. Nefretle bahsettikleri şey aslında eski bir futbolcu değil; onun bir türlü hazmedemedikleri, duygu dünyası. Lig TV'de yorumculuk yapmasını eleştirebilirsiniz; ama bu öfke patlaması ne? Milletvekili başka bir iş yapamazmış! Güzel. Keşke "İktidar ya da muhalefette olmasına bakılmaksızın vekiller görev süresi boyunca hiçbir ticari faaliyette bulunamaz" diye kanun çıkarılsa. Onca insana gıkı çıkmayanların Şükür söz konusu olduğunda çıldırmasının başka bir nedeni var; onu bilmeden açıklama yapanlar ayıp ediyor... 12 Eylül darbesi için yapılan yargılama süreci artık netleşmeye başladı. Darbe lideri Kenan Evren için ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası isteniyor. Savcılık çok doğru bir iş yaparak sadece darbe yıllarında işlenen insanlık suçlarını değil; darbe öncesi 'şartların oluşturulması' sürecini de mercek altına almış. Suikastlar, bombalamalar, mezhep kavgaları, faili meçhuller... Referandum sırasında, "Bunların hepsi palavra, 12 Eylül 1980 darbesi yargılanamaz!" diyenler mahcup oldu mu acaba? Mehmet Baransu, Emre Uslu, Önder Aytaç, hatta bazı Zaman yazarları... Bazı gazeteciler ne yazsa ne söylese hepsi 'cemaat'ten biliniyor. Aslında o gazeteciler defalarca açıkladı, "Biz cemaat sözcüsü değiliz; kendi düşüncelerimizi yazıyor, konuşuyoruz." dediler. Maalesef bazılarının umurunda bile değil. Varsa, yoksa cemaat! Tam bir paranoya ile karşı karşıyayız. Hal böyle olunca bu yanlış algıya muhatap insanlara da büyük sorumluluk düşüyor. Keşke onlar üzerinden yürütülen psikolojik harbin değirmenine su taşımasalar ve bazı art niyetli kişilere fırsat vermeseler; sonuçta büyük bir kitlenin zan altında bırakılması da büyük bir vebaldir...
09 Ocak 2012 08:01
DİĞER HABERLER