Başbakan Erdoğan “Gelmezsen gelme” diye meydan okudu ya... Kemal Kılıçdaroğlu adamlarına talimat vermiş, “Söyleyin Auster’a, Türkiye’ye gelmemezlik etmesin” demiş.
Hey Allah’ım...
Kılıçdaroğlu’nun adamları, Can Yayınları’nı aracı koyarak Auster’a gidecekler, “Sen kulak asma Başbakan’ın söylediklerine... Bizim için gel...” diyecekler ve Türkiye’ye davet edecekler.
Davet kapsamında, “basın özgürlüğü” konulu bir de söyleşi yapmasını isteyecekler.
Bir kısım basın Kılıçdaroğlu’nun bu girişimine alkış tutuyor.
Demiştim ya, “Bu kadar mı zavallılaşacaklardı” diye...
Bu kadar zavallılaştılar.
Referandum öncesinde de, bir siyaset bilimci olan başka da bir şey olmayan Arato’yu pazarlamışlardı... Güya “anayasa hukuku” konusunda uzman Arato “Türkiye’de sivil vesayet var” diyesiymiş, anayasa değişikliği gerçekleşirse sivil vesayet daha da artabilirmiş...
Kendileri söylemiyormuş, vallahi billahi Arato söylüyormuş.
Birkaç kez de muhabir yollamışlardı, “Türkiye’de anayasacılık” filan gibi laflar ettirmişlerdi adamcağıza... Yazılar yazdırmışlardı, konferanslar verdirmişlerdi.
Hiç utanmamışlardı.
Benzeri bir çalışmayı Auster üzerinden yürütüyorlar.
Kılıçdaroğlu da balıklama atlıyor konuya...
Paul Auster’ı çağıracaklar, “Türkiye’de basın özgürlüğü yok” dedirtecekler, sonra da kendi dedirttikleri üzerinden “muhalefet rolü” oynayacaklar.
Hadi yap da, ne kadar tanırsın Auster’ı?
Hangi kitabını okudun, hangi söyleşisini izledin ve Türkiye hakkındaki önyargılı lafları dışında hangi düşüncelerini bilirsin?
İkincisi, ne umarak ya da vehmederek böyle bir davete cesaret edebiliyorsun?
Sevabına yazayım da, Amerika’lara kadar yorulmasınlar:
Paul Auster, bir romancıdır.
İyi bir romancıdır üstelik.
Bir “aktivist” ya da “radikal” değildir.
Muhalif hiç değildir.
Roman yazmak, olabilirse Nobel almak dışında bir derdi yoktur.
Kaldı ki, bugüne kadar siyasal görüşleriyle temayüz etmedi.
Bu alandan uzak durdu. Daha doğrusu, kaçtı.
Bush döneminde, polis devleti uygulamalarına mırın kırın eder gibi olduysa da pek de rahatını bozmadı. Chomsky kadar delikanlı, John Le Care kadar muhalif olmadı. Olmak istemedi.
Diyorum ya, rahatına ve keyfine düşkün bir yazardır.
Neredeyse bütün mesaisini, hemşerisi ve din kardeşi Philip Roth’u kıskanmakla geçirdi.
Roth’un her yıl “Nobel aday adayları” arasında zikredilmesine ve bahis şirketlerinin ihtimal yüzdesini artırmasına hep içerledi.
Nobel komitesine de içten içe diş biledi.
Nazım Hikmet’i bildiğini ve okuduğunu söyler ama bilmez. Şiir konusunda yazılar yazan, “şiir teorisi” üzerine düşünen, şiir antolojileri hazırlayan bir adamdır ama Nazım’a yer verdiği ya da Nazım’dan söz ettiği görülmemiştir.
Bir tek Orhan Pamuk’u bilir.
Eli mahkûmdur... Çünkü, Pamuk’un ödül aldığı yıl, “en kuvvetli ikinci Nobel adayı”ydı.
Pamuk’u okuduğunu ve sevdiğini söyler ama ben kolpa yaptığını düşünüyorum. Bilakis kıskanır. Haklıdır da kıskanmakta. Çünkü Pamuk daha büyük romancıdır.
Haa, Fransa’yı ve İngiltere’yi sever.
Norveç’e bayılır.
İsrail’i el üstünde tutar.
İsrailli devlet adamlarıyla aynı objektife poz vermişliği vardır ve gündeminde Türkiye diye bir ülke bulunmamaktadır.
Paul Auster budur...
İsterseniz davet edin. Bakalım ne cevap alacaksınız.