'Hiç şüphesiz bahar gelecek, ne var ki onun bir vakt-i merhûnu vardır'

''Unutmayın!.. Bir gün, dünyanın bağrında renk renk bir bahar tüllenecek. Bahar düşmanları o zaman hazan yemiş ağaçların yaprakları türünden dökülüp toprağa, gübre olacaklar! Ama bu kasvetli havanın, tsunamilerin, fırtınaların dinmesi için bir vakt-i merhûn vardır. Her şeyi tevkît eden (belli bir zamana bağlı kılan) Muvakkit, bilir onu. Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sı içinde öyle bir isim yok, fakat düşünülebilir. Belli bir vakte bağlayan, o vakti Kendi belirleyen, “Falan iş, falan zaman tahakkuk edecek; nokta konacak bu işe!” buyuran… Dolayısıyla biz bilemeyiz. O, geldiği zaman, kendi gelecek. “Gelir ise gelir, bir kıl ile, eyleme tedbir.” O’nun (celle celâluhu) tarafından, Meşîet-i İlahiye o istikamette tecelli ettiği an, hemen vücuda gelir o mesele. Şimdi, o vakt-i merhûna karşı sabretmek lazım.''
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şu konuları anlattı:

* Ömrün uzunluğu kısalığı değil, onun yediveren, yetmiş veren başaklar gibi nemalandırılması esastır.

* Sürekli “Dünya!” der ve ektiğiniz her şeyi dünya adına hasat etmeyi düşünürseniz, hiç farkına varmadan sonunda kendiniz hasat edilirsiniz!..

* Sabrın başlangıcı zehir-zemberek olsa da sonu şeker-şerbettir; şu kadar var ki, gerçek sabır, musibet başa geldiği ilk andan itibaren olandır.

* Yâd-ı cemîl olmak da var, lanetlenen cebbarlardan biri olarak anılmak da!..

* “Allah’ım, tasamı, hüznümü, şikayetimi, şiddetli elemimi ve yürek yangınımı Sana arz ediyorum!..”

* “Tebessümle yaşa, tebessümle öl!..”

(...)

* Hiç şüphesiz bahar gelecek, ne var ki onun bir vakt-i merhûnu vardır; hâlis mümine düşen, sabr-ı cemil ve temkîn içinde tazarru ve niyazdır.

“Acaba ne zaman bahar gelecek?” Herkes böyle bir beklenti içinde olabilir. “Şu gadre uğradı! Bu, zulme uğradı! Şu, ciddi i’tisaflara, irtikâplara, tagallüplere, tahakkümlere, tasallutlara, temellüklere maruz kaldı. Falanın malını gasp ettiler, haramiler gibi. Geldi üzerine oturdular; ‘Mülk, bizimdir!’ dediler, istedikleri gibi tasarruf yaptılar. Pazarlığa çıkardılar, meşherlerde teşhir ettiler, kendi hesaplarına…” Bütün bunlar karşısında, dişini sıkıp sabretmek esasen çok önemlidir. Birileri öyle yapacaklar; onlar, zulmün -bağışlayın- daniskasını irtikâp edecekler, siz de sabrın a’lâsını sergileyeceksiniz, katlanacaksınız. Böyle bir şey… “Yakın”larınızı tutup içeriye atacaklar. “Tanıdık”tır, “dost”tur, “kardeş”tir, “sempatizan”dır, “muhip”tir, “tanıyan”dır, “Hizmet’e omuz veren”dir, sizinle “aynı güzergâhı paylaşan”dır, “aynı yolda koşturup duran”dır, “aynı şehrâhta yarış yapan”dır… Her seviyede alakadar olduğunuz insanları zulme uğratacaklar. Bunların o hale maruz kaldığını, mü’min olarak sizin düşünmemeniz mümkün değil!.. Nasıl düşünmezsiniz ki!..

“Müslümanların dertlerini paylaşmayan, onlardan değildir.” O, başka bir cephenin insanı demektir.

Dolayısıyla bütün bunlar karşısında dişini sıkıp sabretmek, zordur; zehir-zemberek, fakat neticesi, şeker-şerbet. Bütün bunlar, Allah’ın izni ve inayetiyle, vakt-i merhûnu gelince savrulup gidecek. Böyle hiç erimez gibi zannettiğiniz granit gibi şeyler eriyiverecek. Bazı virdlerde de var, Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî hazretlerinin ve başkalarının virdlerinde var; “Ateşte buzun eridiği gibi, tuz-buz olup eriyecek!” Allah’ın izni ve inayetiyle; hiç tereddüdünüz olmasın. Fakat işte ona karşı da sabretmek lazım. Yoksa “Ne zaman, ne zaman?” diye tekrar etmek ve “Böyle dua da ediyoruz, olmuyor!” demek suretiyle, O’nun takdirât-ı Sübhâniyesine itiraz nev’inden laflar etmek, düşüncelere dalmak, tasavvurlar içinde bulunmak, taakkuller içinde bulunmak, O’na karşı saygısızlık olacaktır. Bundan dolayı, “vakt-i merhûn” mevzuunda da sabırlı ve saygılı olmak lazımdır.

Başkalarının seyr-ü sülûk-i ruhânî yoluyla ulaştıkları “temkîn” duygusunu, daha şimdiden yakalayarak “temkîn” içinde hareket etme… Temkîn, seyr-ü sülûk-i ruhânîde ulaşılan son noktadır ki, aynı zamanda “mehâfet” makamına ve “mehâbet” makamına bakar; insanı “naz”dan çeker alır, “niyaz”a sevk eder; insandaki yalvarma duygusunu, tazarru ve niyaz duygusunu tetikler, Allah’ın izni ve inayetiyle.

Ve önemli şeylerden bir tanesi de şudur: Bazıları, gönül kaptıracağımız/kaptırılması gereken şeye gönlünü kaptırır; gözü hep ondadır. Cennet’in sekiz tane kapısı mü’minlere açılacak; birinde “Reyyân” olacak, birinde “Feyezân” olacak, birinde bilmem ne olacak; herkes, ameline göre bir kapıdan girecek. O sekiz kapısı birden açılsa, o Cennet’in içindeki huriler-gilmanlar görülse, akan çayların/ırmakların çağıltıları duyulsa, ağaçların üzerindeki bülbüllerin şakıması işitilse, güllerin size tebessümler yağdırdığı görülse… Sonra bir de dönseniz, burada Hizmet’e baksanız… Fakat cenderede bir Hizmet.. sıkıntılar içinde bir Hizmet.. canlar gırtlakta bir Hizmet… Tercihini o istikamette kullanan o insanlar şöyle derler: “Buraya, talimgâha, talim görmek üzere beni gönderen Sen’sin! Tezkere Sen’den geleceği âna kadar da ben kendi kendime tezkere uydurma niyetinde değilim! Sana iştiyak ile yanıp tutuşuyorum; gözüm görmüyor o Cennet’i!”

Dün, birisine birisi söylüyordu: “Kollarımdan tutsalar, bütün debdebe ve ihtişamıyla beni o Cennet’e zorlasalar, yemin de edebilirim, girmek istemem ben oraya! Şu sıkıntılı, kalbi her an durdurabilecek hadiselerin tazyikâtı karşısında, sizinle beraber o Hizmet şehrâhında yürümek üzere aranızda kalmayı Cennet’e girmeye tercih ederim! Sizin aranızda, nâm-ı Celîl-i İlâhî’nin dört bir yanda i’lâ edilmesi istikametinde…”

Not: Bütün sohbetlere herkul.org ve ozgurherkul.org sitelerinden ulaşabileceğiniz gibi, bu sohbeti de hem ses/video olarak hem de yazıya dökülmüş haliyle şu adreste bulabilirsiniz: TAMAMI İÇİN TIKLAYINIZ
11 Eylül 2017 13:55
DİĞER HABERLER