''Şimdi hayatıma iki sima yön veriyor. Saadet ve Hidayet. Birini gördükçe diğerini hatırlıyor; öbürünü hayal ettikçe birinin yüzüne bakıyorum. Ve mahpus kardeşimi unutmamak için çehreleri birbirine karıştırıyorum.''
Hidayet Bey'e her baktığımda
EKREM DUMANLI | Tr724
Farkında mısınız; 14 Aralık 2014’te gözaltına alınan Hidayet Karaca hapishanedeki 5. yılını dolduruyor. Bu gerçeği hatırlayıp da yüreğine bir sızı düşmeyen adamın insanlıktan nasibi var mıdır acaba? Beş sene…
Bendeki sızı daha bir başka.
Altı gün boyunca göz altında tutulmuştuk o güzel insanla. Mahkemeye çıkmak üzereyken kızımın doğduğunu haber vermişti bir vefalı dost. Adını Saadet koymuştuk. O güzel haberden kısa bir süre sonra Hidayet Bey tutuklanmış ben serbest bırakılmıştım. Sevinmek mümkün mü!
Belki bazı insanlar unutmuş olabilir beş yıl önceki hukuk katlini. Bir senaryo bahane edilerek Samanyolu Televizyonu Genel Müdürü’nün tutuklanmasını zar zor hatırlayan da vardır. Ama biz hiç unutmadık. Ve asla Unutmayacağız da…
Her gün Hidayet Bey’i düşünmek için özel bir nedenim var benim: Saadet. Ona ne zaman baksam, değerli dost, güzel insan, başarılı gazeteci Hidayet Karaca tebellür eder hayalimde.
Siz de tahayyül edin bu iki portreyi; eminim karşınıza hapishanede çilesini dolduran binlerce, on binlerce Hidayet çıkacak.
Bir de madalyanın öbür yüzünü göreceksiniz Saadetlere bakınca: çilemizin masum şahitleri. Kimi sürgünde, kimi demir parmaklıklar arkasında…
Hani hatırlar mısınız beş sene önce bir kumpas kurmuştu birileri. Sırf hırsızlıkları yolsuzlukları konuşulmasın diye tutuklamalar yapmışlardı. O günleri içerden tasvir edeyim size:
Uydurma suçlar eşliğinde mahkemeye çıkıyoruz tam beş yıl önce. Bizi yargılayanlar da biliyor eften püften bahanelerle adliyede olduğumuzu. Mahçup bir edayla sorular sormaya çalışıyorlar. Aldıkları kesin ve keskin cevapla gözlerini kaçırıyorlar gözlerimizden.
Rollerini oynamak zorunda hissediyorlar yine de. Saatler sürüyor sorgular. Yorgun düşüyor zaman, daraldıkça daralıyor mekan. Ve sonuç açıklanıyor. Bir vefalı dostun tutuklandığını söylüyor hakim suçlamalar sahici görünsün diye: Hidayet Karaca!
İşte tam o günden bugüne beş koca yıl geçti, altıncı seneye demir attı saatler. Tam beş yıl!..
Şimdi hayatıma iki sima yön veriyor. Saadet ve Hidayet. Birini gördükçe diğerini hatırlıyor; öbürünü hayal ettikçe birinin yüzüne bakıyorum. Ve mahpus kardeşimi unutmamak için çehreleri birbirine karıştırıyorum.
Ne mi görüyorum?
Hidayet’e bakıyorum; binlerce, on binlerce yiğit Yusuf beliriyor ufukta. Yeryüzü bir Medrese- i Yusufiye’ye dönüşüyor. Dimdik duruyor onurlu insanlar soğuk demirlerin arkasında. Acı bir tebessümle masumiyetin fotoğrafını sunuyor karanlık hücrenin arkasından.
Hidayet’e bakıyorum Mümtazer Türköne’ler, Mustafa Ünal’lar, Fevzi Yazıcı’lar, Yakup Şimşek’ler, Büşra Erdal’lar, Ayşenur Parıldak’lar, Faruk Akkan’lar, Erkan Acar’lar, Ahmet Böken’ler, Gültekin Avcı’lar, Mehmet Baransu’lar, Emre Soncan’lar, Ünal Tanık’lar ve daha niceleri, niceleri sökün edip geliyor karşıma.
Tarih huzurunda her birini tek tek alkışlamak geçiyor içimden. Sarılmak istiyorum Abdullah Kılıç’a, Ercan Gün’e, Ali Akkuş’a, Bayram Kaya’ya. Ve daha nicelerine…
Hidayet’e bakıyorum; ismini bilmediğim, yüzünü görmediğim kahramanlar kanatlanıyor tarihin yansıdığı perdelerde. Akademisyenler, bürokratlar, esnaflar, ev hanımları, öğrenciler…
Nasıl da çınar gibi köklü, çam gibi heybetli. Dönekliğin, kalleşliğin, gaddarlığın, mekkarlığın mağlup edemediği bu güzel insanlar ellerinden tutuyor Habbabların, Ammarların, Sümeyyelerin. Dudaklarında pelesenk olmuş yakarışlar. ‘O’ndan başkasına itaat yok” diyor gürül gürül. Ve tiranların yüreğine korku salıyor bu mehîb duruş, uykularını kaçırıyor bu müstağni tavır. Onların duasına ortak olmayı arzu ediyor gönlüm dışardaki her fert adına…
Hidayet’e bakıyorum; oğlu Sıtkı geliyor gözümün önüne. Büyümüş avukat olmuş, babasına sırdaş olmuş. Bir de oğlu Emin geliyor aklıma.
Çıkacak gibi oluyor aklım! Minnacık çocuğun beş seneden beri babadan uzak yaşadığı bayramlar gırtlağımda düğüm düğüm oluyor. Bir de vefalı eşi Şule Hanım’ı hatırlıyorum. Sadakat ve sabır abidesi bu insanı tasvir edecek kelime bulamıyorum; herkes adına ayakta alkışlamak istiyorum bu onurlu insanı…
Hidayet’e bakıyorum; Sıtkı, Emin, Şule Hanım… Büyüdükçe büyüyor bu üç insan. Binlerce Sıtkı oluyor delikanlılar, on binlerce Emin yürüyor karanlık ufukların üzerine.
On binlerce Şule Hanım asaletin ve hürriyetin destanını yazıyor yeniden. Özgürlük şarkılarının bir gün gerçek bir özgürlüğüne dönüşeceğini ve koro halinde zafer türkülerinin söyleneceğini ispat ediyor bu insanlar…
Bir de Saadet’e bakıyorum; bir neslin yaşadıklarını anlamaya vesile ederek.
Ne mi görüyorum?
Saadet’e bakıyorum; sürgünde büyüyen on binlerce insan geliyor hatırıma. Başka bir ülke, başka bir kültür, başka bir çevre. Parçalanmış aileler, hasret dolu nağmeler, izah edilemeyen mesafeler.
Saadet’e bakıyorum; hapishanede annesiyle büyüyen bine yakın bebek dikiliyor karşımda. Demir parmaklıklar arasında masumiyeti linç etmeye yeltenen hangi firavun nefretidir ki, vahşete adalet maskesi takmış.
Hangi tırsak zalim korkmuş bu minnacık yavrulardan. Hangi mütekebbir narsist, parmak kadar çocuklara bu zulmü reva görmüş. Hangi akılsız, bu masumlara yapılan zulmün bir gün inceden inceye hesaba çekilmeyeceğini sanmış.
Saadet’e bakıyorum; sürgündeki çocuklar büyüdükçe büyüyor; yürüdükçe yürüyor. Bulundukları toplumla yeni bir sentez oluşturuyor bir nesil. Köprüler inşa ediyor kültürler arasında. Daha güzel bir dünya için şiirler yazıyor dil sorunu yaşamayan bu güzel çocuklar.
Bir Hidayet’e bakıyorum, bir Saadet’e.
Birinde heybetli bir direniş, vefalı bir duruş görüyorum apaçık. Verdiği ilhamla umut devşiriyorum. Diğerinde bir zorbanın kırbacıyla başlayan sürgüne şahit oluyorum. O sürgün ki kültürler arası kaynaşmalara sebep oluyor; olacak da.
En az üç dil bilen Anadolu çocuklarının her türlü yobazlığı ayaklar altına alarak insanlığı kucakladığını ve dünya vatandaşlığının bir kimliğe dönüştüğünü görüyorum.
Zalim zulmünü icra ediyor etmesine de kader ağlarını başka türlü örüyor be birader!
Ne zindandaki boyun eğiyor baskıcı rejimin goygoyuna; ne sürgündeki ufka yürümekten vazgeçiyor. Bütün varoluş ve direniş destanları da böyle yazılmadı mı?