Rusya’nın en popüler gazetelerinden Moskovskiy Komsomolets (MK) gazetesinde yayınlanan röportajda Hocaefendi, Terörle mücadele, Radikal akımlar ve Türk-Rus ilişkilerini değerlendirdi
Vitaliy Naumkin’in Fethullah Gülen ile MK gazetesi için yayınladığı yazı şöyle:
"Ocak ayının son günlerinde, ABD’de bulunduğum dönemde, bir şarkiyatçı için nadir bir fırsatı kaçırmak istemedim ve ünlü Türk sivil toplum önderi, din adamı Fethullah Gülen’i ziyaret ettim. Pensilvanya eyaletinde küçük bir kasabada kendi evinde beni kabul etti. Burada 1999 yılından beri sürgünde yaşıyor. Fethullah Gülen’in destekçilerinin Türkiye’de baskılara uğramalarına rağmen sayıları halen oldukça fazla.
Gülen – tartışmalı bir figür. Dünya genelinde çok geniş bir üniversite ve okul ağı kuran bu yaşlı adam, çağımızda en etkili kişilerden biri olarak kabul ediliyor (bazı verilere göre ilk 100’de yer alıyor).
Bu yazı, muhalif Türk din adamının sorularıma verdiği kısaltılmış cevaplardan oluşuyor. Bu sıradışı buluşmamızda Gülen'e yönelttiğim sorularla, Türk halkı içerisinde büyük bir popülariteye sahip, birçok aktüel problemlere bakış açısıyla ve resmi ideolojiden uzak bu insanı, Rusya okuyucularıyla tanıştırmayı hedefliyoruz.
Naumkin: Hocaefendi, büyük sorunlara rağmen, müslüman ülkelerin dünyadaki rolü artmaya devam ediyor. İslam dünyasının rolünün artırması ve etkili güç haline gelmesini sağlaması açısında neler yapılabilir? Neden müslümanlar arasında ayrılıklar mevcut: Sunniler ve Şiiler birbirine karşı mücadele ediyor, Sunniler kendi aralarında rekabet ediyor, benim ülkemde selefiler geleneksel Hanefi ve Sunni anlayışlarını tahrip etmeye çalışıyorlar. Bu kavga nasıl söndürülebilir?
Gülen: Bu bölünmüşlük, şu anda olan bir hadise değil, daha Râşit Halifeler (Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali radıyallahu anhum ecmain) döneminde bu bölünmeler oluşmuş. Hz. Ömer (radıyallahu anh) döneminde başlamış denebilir. Irak-Acem’in fethedilmesiyle Hz. Ömer’e karşı Irak-ı Acem’de Persler arası bir düşmanlık duygusu başlamış. Emeviler döneminde Haccac’ın üzerine gitmesiyle belli ölçüde bastırılmıştır. Hz. Ali döneminde Haruri hadisesi (Hâricîlerin sebep oldukları fitneler) olmuş, Harici hadisesi olmuş, bugünkü Selefilerin bunlar ilkleri yani, bugünkülere Neo-Harici denebilir. Kendi içlerinde selefiler farklı kategorilere ayrılırlar. Bir, bugünkü gördüğümüz İŞİD, yani Selefilerin en katısı sayılır, El-Kaide menşeli. Belli ölçüde Taliban’ı da aynı kategori içinde mütalaa etmek mümkündür. Boko Haram da aynı kategori içinde mütalaa edilebilir. Şimdilerde çok az da olsa seslerini duyuran Murabitun var. Onlar da yine Selefilik mevzuunda, meseleyi nasslara (İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha) irca ederek, yani o mevzuda Efendimiz’in sallallahu aleyhi ve sellem anlayışını, Râşit halifelerin anlayışını, o dilin hususiyetlerine bağlı anlayışını bir tarafa bırakarak, ilmi ifadesiyle, meseleyi siyak (sözün son tarafı ve devamı) ve sibakından (sözün ön tarafı ve evveliyatı) kopararak müstetbeatü’t-terakibe (ifadelerin birbirini takip etmesi) bakmayarak, tabiri diğerle usulü’d-din (Kelam ilmi) ifadesiyle, delaletin (işaret) çeşitleri var. “Dâll bil ibare”(ifadenin işaretiyle) gibi, ibarenin delaleti gibi, sabah bizim usul dersinde de okuduğumuz böyle “zahir”,“nass”, “mufassal”, “müfesser”, “muhkem” gibi şeyler, yani bunları nazar-i itibara almadan, yani siyaktan sibaktan koparmak. Mesela “Kimi dinsiz görüyorsanız öldürünüz!” ifadesi var. Fakat hangi şartlar altında böyle denmiş, yani meselenin arkasında bir tedafuîlik (savunma, self-defense) mülahazası var mı? Abdurrahman Azzam, Ebedi Risalet adlı eserinde, İslam’ın Devr-i Risalet Penahi’de (Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem dönemi), Râşit halifeler dönemindeki savaşlar, dünyaya karşı açılmalar, bütün bunların hepsi, tedafüi (savunma, self-defense) birer hareketten ibarettir diyor. Şartlar, konjonktür, onun öyle olmasını gerektirdiği için öyle oluyor diyor. Yoksa böyle muhakkak (kesin) bir tehlike söz konusu olmadığı bir yerde, senin gibi düşünmeyen insanları bertaraf etmeye matuf savaş, bu Kur’an’ın umumu açısından, yani siyak sibak birliği içinde, müstetbeat-ut-terakib diyebileceğimiz bütün ifade tarzlarının hepsini birden, bir ayna gibi karşınıza alarak bakmayınca, öyle o parça parça şeylerden, bu türlü çarpıtmalar çıkabilir.
Selefiliğin sistematik haline getirilmesi, bir yönüyle mutedil selefi, yani hicazdaki Selefilik, İbn-i Teymiye, İbni Kayyim Cevziye ile biraz olmuş. Bunlar o güne kadar yapılan içtihatlar, sahabe tabiin içtihadı. Daha sonraki Tebe-i Tabiin (sahabeden sonraki nesil) bunları görmezlikten gelerek, meseleyi işte biraz evvel arz ettigim çerçevede, sadece değerlendirmek istedikleri Kuran-ı Kerim’den bazı kelimeleri seçerek, onlara göre ”vaktulûhum haysu vecedtumûhum... ” (Nisa Suresi/89) ”Nerede bulursanız öldürün, nerede yakalarsanız der dest edin...” Ama hangi şartlar altında? Siyakı ne ifade ediyor bunun, sibakı ne ifade ediyor? Bunlar nazar-ı itibara alınmadan, bir yönüyle böyle müptedi insanların, -özür dilerim- meseleye sathi bakan insanların yaklaşımıyla, bu türlü olumsuzluklar meydana gelmiş. Şiilik meselesi, o dönemde biraz “La hubbu Aliyyin bila bu’di Ömer” “Ömer’e düşman olmadan Ali sevgisi olmaz” şeklinde bir yaklaşım olmuş bazıları tarafından. Burada sekiz on tane televizyon kanalı var, onlara ait kanallarda açıktan açığa “Hz. Ömer’e düşman olmayacağım da ne olacak, Pers devletini yıktı ” diyor. Mesele biraz o mülahaza üzerinde teessüs ediyor. Daha sonra böyle saf, hakikaten Hz. Ali muhabbetiyle, Ehl-i Beyt muhabbetiyle ki biz farklı düşünmüyoruz o mevzuda, yani genel kanaatimiz Sünnilerin hususiyle Hanefilerin kanaati, Ebu Hanife, İmam Zeyd’i müdafaa etmiş Abbasilere karsı. İmam-ı Şafi’nin mülahazası “ehli beyti sevmek Şiilik ise, yedi cihan şahit olsun ben Şii’yim” diyor. Ben bütün benliğimle bütün kalbimle İmam Şafi hazretlerinin bu sözüne iştirak ediyorum. Ehli beyti sevmek, Hz. Ali’yi sevmek, Hz. Fatıma’yı sevmek, Hz. Hasan’ı sevmek, Hz. Hüseyin’i sevmek, Hz. Zeynul-Abidin’i sevmek, Hz. Cafer’i sevmek, Hz. Muhammedul-Hanefi’yi sevmek Şiilik ise, yedi cihan şahit olsun ben Şii’yim. Ama mesele o değil, esasen yıkılan Pers imparatorluğu bir yönüyle bir Zerduştizm, esasen bir yerde Yezducirdizm de denebilir, böyle bir tepki hareketidir. Burada psiko-sosyolojik açıdan bir şey arz edeyim ben, tepki hareketinde denge korunamamıştır. Hatta bu Vahhabilik Selefiliğiyle alakalı âlimlerimiz, bir yerde çok olumlu şeyler söyledikten sonra bir yerde sukut geçerler o meseleyi.
Zannediyorum o sukutun altında şu var: Bunlar malum Bakiyy-i Garkat’ı (Medine’de Mescid-i Nebi’nin yakınındaki kabristan) bile dümdüz etiler, yani sahabe mezarlığını dümdüz ettiler. Hatta Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem Uhud’da mübarek sinni şerifinin-dişinin kırıldığı yer, orada bir şey yapılmış Osmanlı döneminde, orayı da yıktılar. Ben oraya gittiğim zaman, Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in maskat-i re’si olan doğduğu hane, o hane müzeydi ve ziyaret etmiştim. Ekmeleddin İhsanoğlu Bey bana bir şey anlattı -kendisi İKÖ’nün başkanıydı malum- orayı şimdi abdesthane haline getirmişler. Evet, şimdi tepki hareketi bunlar, neye karşı tepki? Bizlerde belki İranlılar’da, daha başka milletlerde böyle hiç olmayacak şeyleri --haşa ve kella-- putperestliğe giden bir yolda değerlendirmeye bir tepki hareketidir. Mesela hala bizde vardır, Lihye-i Şerif. Ben de Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in sakalından, başından düşen bir tüye canımı kurban ederim, fakat hususi meseleyi, bir ibadet haline getirme, onu bir kristal içine koyma, sonra herkese öptürmek orada. Bir ibadet merasimi şeklinde o meseleyi icra etme ve işte mukaddes emanetler deyip, böyle gidip bir cübbenin karşısında, bir hırkanın karşısında, o dönemden kalmış bir kılıcın, bir mızrağın karsısında ibadet ediyor gibi bir tavır alma, hiç farkına varmadan bu meseleyi Hz. Nuh döneminde olduğu gibi Vedd, Yauz, Yauk, Nasr gibi, bence o telakkiye irca gibi bir şey görünüyor. Onlar da demişler ki bunlar salih insanlardır, biz de salih insanlar olmak için resimlerini asalım böyle, onlar hakkında takdirkâr ifadelerimizi ortaya koyalım, onları hatırlayalım, istikametimizi onlara göre ayarlayalım. Zamanla bu mülahazalar unutulmuş tamamen Vedd’e, Yauz’a Yauk’a, Nasr’a idabet edilir hale gelmiş. Belki Lat, Menat, Uzza, İsaf, Naile gibi putlarda da aynı şey olmuştur. Bir yönüyle bir kutsalı temsil etsin diye ortaya konmuş, sonra inhiraf olmuş. Simdi bizde de mezarlara gitme, bez bağlama, dilekte bulunma, mum yakma gibi şeyler oluşmuş. Onlarda böyle bir selefiliğin doğması, yeniden meseleyi Kur’an’a irca etme, Sünneti Sahiha’ya irca etme, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in beyanına binaen “aleykum bi sünneti ve sünneti hulefai’r-raşidin ve’l-mehdiyyin, azzu aleyha binnevaciz”(Ben ve benden sonra, benim raşid halifelerim yoldur, yöntemdir, rehberdir sizin için. Dolayısıyla azı dişlerinizle sımsıkı sarılın.”) buyuruyor. Tamam, bunlara tepki bütün bunları hiç sayalım, Efendimiz’in doğduğu haneyi bile hela haline getirelim... Katiyen tepki hareketlerinde denge korunamaz, mutlaka bir yere kayar gider.
Bugün üç çeşit Selefilik var. Değişik mertebeleri itibari ile Şiilik’te de bu tepkinin tesirini görmek mümkündür. Onlara karşı tavırlarda da, esasen mesela bir uzlaşma yoluna gidilebilirdi. Yavuz’u sorgulayacak durumda değilim ben. Ama isyanlar üzerine gitmiş, Şah Kulu hareketi olmuş, Çaldıran’a gelmişler adamlar. Esasen bir Azeri olan Şah İsmail’i almışlar Persler, Ehli Beyt’ten birisiyle izdivaç yaptırmışlar, onu Ehl-i Beyt’in temsilcisi gibi göstermişler. Bunlara karşı yapılacak acaba başka şey yok muydu? Biz de bu mevzuda ifrata düşmedik mi acaba? Öyle bir şey yapacağımıza; daha farklı bir yol izlenemez miydi? Mesela ilmi yönden, eğitim yönüyle girilemez miydi? Yani oralara ehli ilim gönderilemez miydi? Oralarda okullar, medreseler açılamaz mıydı? Onlar beri tarafa çekilemez miydi? Sevdiğimiz kimseleri, ortak sevme mevzuunda birer ortak payda gibi kabul edemez miydik? Tarihte olmuş şeyler. Vakanuvist olmadığımdan, ben o hadiselerin içinde değildim tabi, şartları bilemiyorum, konjonktürü bilemiyorum ama aklıma gelen şeyleri aktarıyorum. Böyle ifratlar tefrit doğurmuş, tefritler ifrat doğurmuş ve uzantıları bugüne kadar gelmiş. Neo Haricilik, Neo Harurilik, Neo Selefilik gibi şeyler günümüze kadar gelmiş.
Baş ağrıtan bu problemler nasıl çözülebilir? Bilemiyorum ama benim aklıma gelen bazı hususlar var. Bir: Eğitim yolu çok önemli. Yani bütün dünyaya açılarak, eğitim yoluyla meseleyi dipten ele alıp, böyle birbiri ile uzlaşabilecek, anlaşabilecek, kucaklaşabilecek, kendi temel değerlerine yürekten saygının yanında, kendi değerlerine, anıldığı zaman, burnunun kemikleri sızlayacak şekilde sımsıkı bağlı. Ama “kendi mesleğine muhabbet, başkalarına adaveti gerektirmez” esprisine bağlı olarak, başkalarını da kendi konumları içinde saygıyla karşılamak. İster mezhepler açısından olsun, ister ırklar açısından olsun, isterse dinler açısından olsun, ben kendi değerlerime yürekten saygılı olmalıyım. Aynı zamanda bir Hristiyan’a karşı da saygılı davranmalıyım. Zaten Kur’an’ı Kerim’in emri bu. Kur’an’ı Kerim’de bazen bir surede, seyyidina Hz. Mesih’in (a.s.) adı, beş defa geçiyor, Hz. Meryem belki on defa geçiyor. Hz. Hatice’nin (Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in eşi) adı geçmiyor Kur’an’ı Kerim’de, Hz. Aişe’nin (Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in eşi), Hz. Fatıma’nın(Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kızı) adı geçmiyor ama Hz. Meryem’in adı, belki on defa geçiyor. Şimdi Kur’an’ı Kerim, değer atfettiği seyyidina Hz. Mesih (a.s.) gibi kutsuyor onları, yani onlara karşı saygı duymak meselesi ve günümüzde böyle bir kısım hayt-ı vuslatlar, köprüler kurma, anlaşma yolları düşünerek oluşturma, yeni argümanlar geliştirme ve yeniden bir kere daha el sıkışma, hatta kucaklaşma. Bu geçmişten tevarüs edilen şeyler, haçlı döneminde olmuştur, bir düşmanlık ekilmiştir. Kavgalar, savaşlar böyle arkada düşmanlığın tevarüs(miras) edilmesine sebebiyet vermiştir. Bence bunları unutturacak şekilde eğitim yoluyla, temelden meseleyi ele alarak yaklaşmak, fakire çok önemli geliyor. Kendileri de zannediyorum bu recada benimle müttefiktir(ortak).
İkinci mesele de; esasen böyle bu seviyede insanlarımız, büyükler, yani geçenlerde Sidney (Griffith), Scott (Alexander) da gelmişti buraya. Bu kırılmaları tamir etme adına, köprü oluşturma adına, böyle çareler peşinde koşuyorlar. Ekmeleddin İhsanoglu Bey’e de o dönemde söylemiştim. Herkesin kendi değerlerine karşı, saygılı olması mevzuunda İKÖ acaba değişik yerlerde konferanslar tertip edemez mi? Yani meseleyi temelden ele almanın yanı başında, bir de uluslararası popülaritesi çok yüksek bilim adamlarını ve çok saygın ilim adamlarını bir araya getirerek bir karar alınamaz mı? Buna itiraz edecek bir şirzime-i kalil -bir azınlık- her zaman çıkabilir. Fakat elden geldiğince, onu bir yönüyle minimize etme, azaltma ve tesirlerini kırma olamaz mı? Bir de kanaati acizanemce bu yol var. Bunlar değerlendirilerek günümüzdeki problemler belki aşılabilir. Ajitasyonu azaltma adına.
Naumkin: Hocaefendi, siz Türkiye’de demokrasinin oluşum şartları konusunda, demokrasinin gelişmesi için neler yapılmalı gibi yazılar yazmıştınız, aynı zamanda müslüman dünyasında demokrasinin İslam ile uyum tartışmaları mevcut. İslam ile demokrasinin bağdaşma sorunu var mı? Müslümanların büyük bölümü ‘laikliği’ İslam düşmanı olarak görüyor. Fakat Müslümanların büyük bölümü laik devletlerde yaşıyor, hem de barış içinde ve sorunsuz. Benim ülkemde de sorunları yok, halbuki benim ülkem de laik bir devlet. Laik devlet ile İslam barış içinde sürdürülebilir mi? Müsümlanlar kendilerini laik devletlerde güvende hissedebilir mi? İslam modernleşmesi gerekiyor mu? Hocaefendi, siz çalışmalarınızda ve bilimsel araştırmalarınızda ve söyleşilerinizde, bazı İslami görüşlerin bölgesel yorumlamalara ve şahıslara ait olduğunu söylüyorsunuz ve bu görüşlerin yeniden gözden geçirilebileceğini ifade ediyorsunuz. Allah Araplar’a kendi dillerinde hitap etti, o günlerin şartları altında. Ve o dönemde köleler vardı. İslama göre bir köleyi azad etmek büyük sevap ve Allah’ın hoşnut olduğu bir davranış. Bugün ise DAİŞ yine kadınları köle haline getirdi. Bu anlamda ortaçağ yorumlamaların gözden geçirilmesi ve günümüze uyarlanması, sizin görüşünüze göre, ne kadar mümkün?
Gülen: Demokrasiyi, âcizane daha evvel de izah etmiştim; dünyanın değişik yerlerinde değişik şekilde, farklı farklı kullanımları var. Eğer hak, adalet, bütün insanların hukukuna riayet ise, herkesi kendi konumunda kabulden ibaretse, demokrasi dediğimiz şeyi bence İslam’dan ayrı düşünmek doğru değildir. Sadece zannediyorum, yabancı bir kelime olması itibari ile belki bir dönemde Cumhuriyet’e de esasen aynı şekilde bakmışlardı insanlar. Fakat Üstad hazretleri “ben sizden evvel cumhuriyetçiyim” diyor, hatta bir yönüyle o karıncaları cumhuriyetçi gördüğünden dolayı, onlara yediği şeylerin artıklarından veriyor ve diyor ki “Bu karınca milletini ben çok seviyorum, onlar cumhuriyetçidirler, cumhuriyetperverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum.” Râşit halifelerin intihap(seçim) şekline bakılacak olursa, hak hakikat karşısındaki duruşlarına, adaletlerine, hakkaniyetlerine bakılacak olursak bence, demokrasiye malzeme olabilecek çok şey vardır. Bu açıdan, ona karşı doğrudan doğruya, adı demokrasi diye karşı çıkmak doğru değil. Böyle bir anlayış, bence bir katılığın ve bir tepkinin ifadesidir. Sorunuzda geçmedi ama, Cumhuriyet’i de aynı şekilde düşünmek mümkündür.
Zaten, toplumun idaresi demek, önemli olan esasen haktır, adalettir, istikamettir, Allah duygusudur ve insana saygıdır. İnsan sevilmek için, saygı duyulmak için yaratılmış bir varlıktır. Öyle olmasaydı Allah (cc) bütün Melaikeyi Kiram’a, Hz. Âdem’e (a.s.) secde emrinde bulunmazdı. Ve şeytanın kaybettiği bir nokta o. İnsan ahsen-i takvime (en güzel yaratılış) mazhar, a’layı illiyyine -yüksekler yükseğine- namzet bir varlıktır. Kalbi ve ruhi hayata yöneldiği anda meleklerin önüne geçer. Sahih hadislerde, Efendimiz’in sallallahu aleyhi ve sellem Miraç’ta Hz. Cebrail (as)’in önüne geçtiği söylenir. Hz. Mevlana’nın bir ifadesi vardır, der ki: “Bazen nezaket ve inceliğimize melekler imrenirler, işte bu a’layı illiyyine, kemalata çıkma, bu ufku ihraz etme, zirveleşme ifadesi. Bazen de şeytanlar küstahlığımızdan tiksinirler. Bu da esfeli safiline sukûtun(düşmenin) ifadesidir.” Şimdi insanı temelde ele alarak, bir yönüyle Zât-ı Uluhiyet’i (Allah’ın varlığı) aksettiren bir ayna gibi görmek lazım. Hani Aziz Mahmut Hüdai Hazretleri bir sözünde “Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim” der.(Hz. Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem aynasından her zaman Allah görünür.) Önemli bir şey. Yani o aynaya baktığınız zaman, Zat-ı Uluhiyet’i müşahede ediyor gibi olursunuz. Çünkü bir yönüyle, çok parlak bir mecladir, tecelligâh demek. Bir mazhardır. Felsefedeki tezahür anlayışına göre zuhur etmiş bir şeydir Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem. Bu açıdan insana saygı, esasen demokraside bir esas olmalı, yani demokrasi gözden geçirilmeli. Şu bahsedilen hususlarda eğriliği büğrülüğü varsa, kırığı döküğü varsa, onlar tamir edilmeli. Ve günümüzün şartlarına göre bir kere daha gözden geçirilmelidir. Bence baş tacı yapılmalıdır. Kıtmir (Fethullah Gülen’in, tevazuundan dolayı kendisi için kullandığı ifadedir), yirmi küsur sene evvel söylediğim zaman, bugün o Türkiye’de hizmetin aleyhinde olan medya, demokrasi dedi diye taarruz ettiler, hücum ettiler, biliyorsunuz bu meseleyi.
Laikliğin dünyada değişik yerlerde, farklı uygulamaları var. Fransa’da biraz tarihi geçmişi itibariyle, laiklik ortaya konduğunda, din ciddi bir baskı altına alınıyor. Fakat Amerika’da öyle değil. Amerika’da da bir laiklik var, oraya göre. Hatta bir akademisyen arkadaşımızın, bizim bu mevzuda o iki laikliği birbirinden farklı mütalaa eden bir kitabı var. Şimdi böyle bir laikliğin bence dine ters bir yanı yoktur. Herkes kendi inancında, kendi anlayışında serbest olsun. Umumi heyete zarar vermeyecek şekilde. Toplum için tehdit ifade ediyor olmama kaydıyla, esasen herkesin inancına, herkesin düşünce tarzına, dünya görüşüne, hayat felsefesine karşı saygılı olsun. Şimdi bu manadaki bir laiklik, bu da gözden geçirilebilir. Yani şurasında şöyle bir restorasyona ihtiyaç var, şurada bir reforma ihtiyaç var, onu da gözden geçiririz. Böyle daha makul, kalıcı ve herkesin kabul edebileceği bir kalıp içine konulabilir. Herkes birbirine karşı, birbirinin anlayışına karşı, düşüncesine karşı, dünya görüşüne karşı saygılı olurlar. Belki bunun içine, şu medya özgürlüğü de, herkesin kendisini çok rahat ifade etmesi meselesi de girebilir. El verir ki birbirlerinin değerlerine karşı sövüp saymasınlar, hakaret etmesinler. Hatta sorgulama da olabilir, şu meseleyi çok doğru bulmuyoruz diyebilirler yani. Şu mesele bir daha gözden geçirilmeli diyebilirler. Bu kadar bir sorgulama hakkı olması lazım, fakat tahkir (aşağılama) gibi tezvir (yalan ve iftira isnadı) gibi, böyle onları tamamen tehcir (sürgün) gibi, yok etme gibi, ibade (yok etmek), tenkil (sindirmek) gibi şeylere başvurmak, bunlar asla İslam’ın ruhuyla, Kur’an’ın ruhuyla te’lif edilemez.
Kölelik meselesine gelince, o belli bir dönemde yaygıncaydı. İslam köleliği icat etmedi yani, kölelik vardı. Ve savaşlar devam ettiği sürece de, insanlar esir alınıyorlardı. Fakat İslam, bu insanları esir alma mevzuunda bir yönüyle kapıyı aralık bırakmıştı. Mevali (azad edilmiş köleler) denen bir sistem oluştu. Hem efendiye, yani köle sahibine mevla deniyordu, hem de azad edilmiş kölelere mevla deniyordu. Mevla kelimesi de, geldiği kök itibariyle, belki birbirine karşı alaka duyan, sevgi duyan, birbirine yardımcı olan manalarına gelen, veli manasında bir kelimedir. Belli bir dönemde, kölelerin hürriyete kavuşturulması, onların yeniden gerçek insani değerlere ulaştırılmasına çok önem verildi. Hatta denebilir ki o İslam’ın ilk dönemi, -sahabe ve tabiin döneminde- Abdülmelik’in yanındaki birisine sorması karşısında bir hadise vardır. Hadiste, Kur’an tefsirinde, falan adam? O mevalidendir, falan? o da mevalidendir, falan? o da mevalidendir. Abdülmelik Beni Ümeyye’den gelmesi itibariyle biraz onurlu, az da ırkçılığa dayanıyor ve diyor ki: “Yahu! Hür insanlardan kimse yok mu?” Yani bir yönüyle o büyük insanların yanında Hz. Ebubekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın ve Hz. Ali’nin yanında yetişen o insanlar, birer Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali olmuşlardır. Mesela, İmam Malik gibi hukuk sisteminde, hadis sisteminde çok önemli bir imamın en önemli imamı Nafi’dir ve bu zat İbn Ömer’in mevlasıdır. Mercane diye bir kadıncağız esir alınmıştır. Sahibi, Kur’an-i kerimde “Len tenalul birre hatta tünfiku mimma tuhibbun….” ( Bizzat sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, gerçek fazilete ve kâmil manâda iyiliğe ulaşamazsınız. Bununla beraber, her ne infak ederseniz, Allah onu mutlaka bilir. Al-i İmran Suresi, 92. Ayet), ayeti kerimesini hatırlar. Mercane’yi çok sevdiğinden, onu hürriyete kavuşturuyor. Mercane biriyle evleniyor, ondan da Nafi oluyor. Nafi mevaliden ve İmam Malik’in bir numaralı üstadı tabiin döneminde, yani sahabeden hadis alan insanlar arasında oluyor. Ve bunların sayısını çoğaltabiliriz.
Hatta Keyy bin ibn Vehb gibi devasa bir insan, Haccac-ı zalimin mevalisindendir. Yani hadis ricaliyle meşgul olanlar bilirler. Bu açıdan da, köleliği, o sistemi yeniden ika (oluşturmak) ederek, böyle biz de insanları köle yapalım savaşlarla, sonra hürriyete kavuşturalım, sevap kazanalım. Bu doğru bir yol ve yöntem değildir. Savaşta şehit olmak kutsaldır. İnsan Allah için meşru bir savaşta, meşru nefis müdafaası, düşünce müdafaası, namus müdafaası, mal müdafaası, hatta bazı usulcüler hürriyet müdafaası adına, savaştığınız zaman da ölürseniz şehit olursunuz. Fakat ben gidip, -bağışlayın, çok özür dilerim- eften püften şeylerden dolayı, şurada işte canlı bomba olayım, öleyim, şehit olayım! Hayır! Katiyyen ve katibeten hayır! Kıtmir daha evvel de ifade ettiğim gibi, böyle birisi cup diye cehenneme düşer. Yani bir gaye-i hayali, bir mefkûreyi ikame etme adına, devletin izniyle, sistematik olarak savaşlarda savaşırken kendini müdafaa ederken ölen insan, ancak şehit olur ve cennete gider. Yoksa başkalarını öldürmeye matuf, gidip kendisini bir canlı bomba gibi kullanan insanın, katiyyen gideceği yer Cehennem’dir. Evet, bu açıdan, o meseleyi yeniden ihya etme gibi bir şey yok. Ancak, hala bazı milletler, farklı ad ve unvanlarla, bazı kimselere, esir muamelesi yapıyor. Bildiğiniz yerler var malum, maalesef günümüzde de devam ediyor. Kutub’un el-Adaletu’l-İctimaiye fi’l-İslam adlı eserinde, kölelik meselesinde, “İnsanlık bu meseleyi kaldırma mevzuunda ittifak etmeyince, tek başına bir milletin bu meseleyi kaldırmaya gücü yetmez” der. Siz kaldırırsınız ama başkaları sürekli o sistemi işlettirir. Onun için biraz evvelki mülahazaya bağlı, bu konuda da yine uluslararası konferanslarla, seminerlerle, üniversite hocalarının bu mevzudaki bildirileriyle, zamanla minimize edilebilir. Yoksa bu geçmişte, tarihe gömülmüş o meseleyi, yeniden hortlatarak onunla bir yerlere varma meselesi, bu İslam’ın ruhuyla, Kur’an’ın ruhuyla te’lif edilemez.
Naumkin: Ve son sorum terör ile ilgili olacak. Teröre karşı çıkışınızı büyük takdirle izliyorum. Siz diyorsunuz ki İslam suçsuz insanların öldürülmesine karşı, teröristlerin tüm vahşi davranışlarına karşı. Ben bunu tamamıyla destekliyorum. Bizim ülkede terörden dolayı çok mağdur ve terörle mücadele ediyor. Fakat neden böyle insanlar var ve terörü destekliyor? Bu kötülüğe karşı mücadele etmek için nasıl strateji izlenmeli? Ayrıca Rusya ve Türkiye’nin bu konuda işbirliği konusunda, özellikle uçağın düşürülmesinin ardından ili ülke arasında yaşanan anlaşmazlıklara rağmen, görüşünüzü dile getirebilir misiniz?
Gülen: Terörizm başka milletler arasında da var, Hristiyan dünyasında da var, Yahudi dünyasında da var. Bazen böyle iste IŞID gibi, el-Kaide gibi terör örgütleri oluyor. Bazen de terör devletleri oluyor, nasıl bakarlar bilemiyorum yani. İslam dünyasına bakıldığı zaman, bugün terör devletleri var. Bilmem yani kendi ülkem için aynı şeyi söylemeden hicap duyuyorum, belki mülahaza dairesini açık bırakmak lazım orda da. İnsanlara baskı oluyorsa, hürriyetler görmezden geliniyorsa, adalet yoksa, istikamet yoksa, yapmak istedikleri her şeye kanunlar uyduruyor, sonra yaptıkları şeyi yaptıktan sonra kanun çıkarıyorlarsa, bunlar da bir nevi terör sayılır. Fakat esas İslam dünyası içinde ortaya çıkan terör, Müslümanlığın bir yönüyle doğru yaşanmaması meselesinden kaynaklanıyor. Kur’an’ı Kerim’de anlatılan, Sünneti Seniyye’de anlatılan ve Selefi Salihin’in anladığı manada İslam yaşanmadığından dolayı, -bağışlayın- bir kısım cahil kimseler İslam arayışına giriyorlar. Yani acaba nasıl yapsak ki; Din-i Mübin-i İslam’ı, insanların hayatına hâkim kılsak mülahazasına giriyorlar. Eğer Müslümanlar, İslam dünyası, Müslümanlığı Kur’an’a göre yaşasaydı, Cenab-ı Hakk’ın emirlerine göre yaşasaydı, ütopyalarda olduğu gibi, örnek imrendirici bir sistem ortaya koyabilselerdi ki belli dönemlerde olmuştur. Raşit halifeler döneminde, Emeviler’den Ömer ibn Abdulaziz döneminde, Abbasiler döneminde, Hadi, Mihdi, Mu’tasım döneminde belli ölçüde Osmanlı döneminde yaşanmıştır. Bütünüyle diyemeyeceğim ama imrendirici olmuşlardır.
Yani Fransuva’nın Türkiye’ye kaçıp gelmesi, Kanuni’ye sığınması boş şeyler değildir. Fatih döneminde öyle bir imrendiricilik yaşanmıştır. Şimdi yeryüzünde böyle hakikaten gönüllerde inşirah hâsıl edecek, itminan hâsıl edecek, memnuniyet verici, göz kamaştırıcı bir İslam yaşantısı olmadığından dolayı, birileri o mevzuda arayışa giriyorlar. Belki bir kısım servisler, servis elemanları da içte ve dışta, insanlardaki bu arayışı kendi hesaplarına değerlendiriyorlar. Yani insanları teröre sevk ediyorlar, çünkü dünyanın değişik yerlerinden İŞİD’e katılan insanlar var, El-Kaide’ye katılan insanlar var, Boko Haram’a katılan insanlar var. Bu şimdi Afganistan’daki Taliban, belli bir dönemde idarede hâkimdiler, Müslüman gibi görünüyorlardı. Zahidi Kevseri’nin de hayranıydılar. Fakat şimdi canlı bombalar, insanları öldürmeler, değişik vahşetler. Bunlar kabul edilemez şeylerdir. Böyle doğru Müslümanlık yeryüzünde yaşanmadığından dolayı, aramada hatalara düşme oluyor. Ararken birileri, bir kısım gençler, -bağışlayın, cahil gençler- böyle işte o aramada olan insanlar yanlışlara giriyorlar. Görüyorsunuz, dini bilmiyorlar sadece! Onlarla, böyle dinin, insanlığın hayatına hâkim olacağını zannediyorlar, gidip iltihak ediyorlar ve hiç farkına varmadan esasen Müslümanlığa en büyük ihaneti yapıyorlar. İslam’ın dırahşan (parlak) çehresine zift atmış oluyorlar. Kanaati acizanemce, doğruyu, güzeli araştırma sonucu, yeryüzünde onu göremediklerinden dolayı, “acaba böyle bir akıntıyla oraya ulaşabilir miyiz?” gibi mülahazalar oluyor. Bu anlayış, Hristiyanlık dünyası içinde de olabilir, Yahudi âlemi içinde de olabilir, Müslümanlar içinde de olabilir. Her Müslümanın, her sıfatı mümin değildir. Her inanmayan insanın her sıfatı da kâfir değildir. Bazı müminlerde kâfir sıfatı olur, bazı kâfirlerde de mümin sıfatı olur. Allah da sıfatlara göre hüküm verir insanlara. Bir hadis-i şerifte zikredildiği üzere, “innallahe la yenzuru ila suverikum…” Allah insanların şekillerine değil; kalplerin temizliğine, amellerine, davranışlarına bakar.
Bu meseleyi yine baştaki şeye irca ederek, belki mesele eğitimle çözülebilir. Dünyadaki elit sınıfın, entelektüelin bu meseleye sahip çıkmasıyla çözülebilir. Belki hani acil bir çare olarak, böyle bugün silahlı terörizme karşı, teröristlere karşı da, bir ittifak sağlanabilse. Mesela İŞİD’i halledebilseler, El-Kaide’yi halledebilseler bir araya gelerek. Amerika, Rusya, bunlar bir araya gelerek, ikisi de önemli güçtür yani.
Belli bir dönemde, Rusya komünizme kaydığı dönemde Türkiye’yle aralarında bir münaferet olmuş esasen, bir huzursuzluk olmuş. Fakat şimdi onlar da, demokratik sistemle, seçimle gelen hükümetlerce idare ediliyorlar. Türkiye’nin komşusu. İşte o komşuluk münasebetiyle bence Türkiye NATO’ya bağlı, ne Amerika’yla münasebetlerini zedelemeli, ne de Ruslarla çekişmeye girmeli. Son zamanlarda yapılan şeyler yanlıştı yani, o uçağın düşürülmesi de yanlıştı. Bu hata kime ait olursa olsun, bence bu mesele yine akl-ı selim, hiss-i selim, ruh-u selim, muhakemeyi selime diyeyim ben, bunlarla çözümüne gidilmeli bence. Yanı başımızdaki kocaman bir devlet, dev bir devlet. Bence onunla münasebet içinde, sıkı ve yumuşak bir münasebet içinde bulunma, Türkiye’nin geleceği adına çok önemlidir. Onunla çekişmeye girme, bizi zaafa uğratır, Türkiye’yi zaafa uğratır. Başkaları başka alternatifler kor onun yerine. Mesela, yine İran’ı öne çıkarırlar. Suriye’yi öne çıkarırlar, kocaman 70-80 milyonluk Türkiye böylece sıfırlanmış olur. Problemler sarmalı içine düşmüş olur. Bu da artık Türkiye’yi idare eden insanların basiretine vabeste. Dilerim Cenab-ı Allah onlara basiret ihsan eder ve bu basireti Putin, Medvedev, Rusya halkı, oradaki elit sınıf değerlendirir ve eskiden olduğu gibi münasebetlerimiz daha sıcak şekilde devam etmeye yeniden başlar.
Naumkin: Çok teşekkür ederim. Size sağlık, başarılar ve huzurlu yaşam diliyorum.
Vitaliy Naumkin’in Fethullah Gülen ile MK gazetesi için gerçekleştirdiği röportaj 10 Mart 2016 tarihinde MK gazetesinde basılı olarak yayınlanmıştır."
Yaşar Niyazbayev, Adem Aktekin, Moskova, Haberrus