Fgulen.com sitesinde yeni yayınlanan sohbetinde M. Fethullah Gülen Hocaefendi eskilerin kaht-ı rical dedikleri, kaliteli insan kıtlığından ve bunun nasıl aşılabileceğinden bahsediyor. Bu kıtlığı da düşünen insan kıtlığı, ufuklu insan kıtlığı, mefkûre insanı kıtlığı, adanmış yüksek ruhlar kıtlığı şeklinde tarif ediyor. 24 dakikalık bu kısa ve kapsamlı sohbetinde Hocaefendi çarpıcı değerlendirmelerde bulunuyor.
Değişik dönemlerdeki yazı ve sohbetlerinde vurgusunu yaptığı, bu yeni insanın yetişmesi için kültür ortamına ihtiyaç olduğunu belirten Hocaefendi “Günümüzde de böyle bir ortamın var olduğu söylenemez.” diyor.
Batının kâinatı okuma hususundaki yerini ve konumunu teslim eden Hocaefendi onların eşya ve hadiseleri hallaç etme hususunda şâyân-ı takdir bir şeyler yaptıklarını, Müslümanların ise bu noktada ilerlemelerinin 5. asırda durduğunu söylüyor.
Hocaefendi bu sohbetinde “ipotek edilmiş düşüncelerle bir yere varılamayacağını” da ısrarla vurguluyor. Sitede bu sohbetin yanında, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin farklı eserlerinde bu konuya yaklaşımını, yazdığı eserlerde de görmek mümkün.
DİNLEMEK İÇİN TIKLAYIN
Sohbette anlatılan hususlar şu şekilde:
Müslümanlar olarak siz kendiniz bir şey yapmıyorsunuz. Sizin yaptığınız şeyler beşinci asırda bitti yani. Beşinci asırdan sonra dinlenmeye durdunuz. Ayakta uyuma “sâir fil menâm” diyor Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdullah Efendi romanında; “sâir fil menâm” uyurgezer demek. Ondan sonra 'gezmeden uyuyanlar' faslı başlıyor. O da beş asır evvel başlıyor. Sonra yirminci asırda bunların kısmen sezilmesi söz konusu oluyor. Yani o son devrin ulemasının Hamdi Yazır gibi, Ahmet Naim'i dün bahsettim ben, birisi öyle olabilirdi filan dedim. Belli bir dönemde hafifî karıştırmaları olsa bile Filibeli gibi ve hazreti Pîr-i Mugan Şem-i Tâban gibi kimseler kurcalıyorlar o meseleyi. Bize yeni düşünme ufukları, yeni araştırma ufukları, meseleleri farklı yorumlama, varlığı farklı okuma yolları, yöntemleri talim ediyorlar. Sebepler, sebeplerin konumu nedir, müsebbibül esbab, mahiyet-i nefsül emriyesi nedir, siz, sizin vazifeniz nedir, bu açıdan da biz o müsellese veya o sıradaki üçe bakarken insan, eşya ve Allah farklı bakmaya başlıyoruz ondan sonra.
Şimdi bunun için, tabi esas öyle ortam olması lazım. İnsanların çoğu da biraz primle olur. O primin manevi yanı dediğim gibi Allah rızası gibi, Allah'a ulaşma gibi, vuslat gibi, araştırdığı ilmin içinde marifete dönüşmesi gibi marifetin, muhabbete dönüşmesi gibi yani bir onlarda yetişen insanlarda vardır. Bir Jean gibi, Eddington gibi, Bergson gibi belli ölçüde insanlar Paskal gibi insanlar bunlar, o Cenab-ı Hakk'ın tekvini emirlerdeki o esrarengiz şeylerini gördükçe gözleri dolmuş, hıçkıra hıçkıra ağlamışlardır. Fakat ufukları ancak ona yetiyordu. Ellerinde Kur'an gibi bir şey olsaydı, önlerinde Efendimiz gibi bir rehber olsaydı teşrii emirleri okuyan insanlar gibi tekvini emirleri de onlara telkin eden bir rehber olsaydı belki farklılık onlardan zuhur ederdi. Onlardan bize gelirdi. Fakat onların elleri de ancak ona yetiyordu. Ellerini güçlendirebilecek şekilde onlara doneler veremedik, malzeme veremedik, yetiştiremedik çünkü ya “sâir fil menam”dık veya “nâim fil furûş”tuk yani döşeklerde uyuyan demek.
Evet, o ortamın hazırlanması bir taraftan o manevi şeyler gösterilirken, müeyyidat onlara gösterilirken bir diğer taraftan da prim vermek lazım. Yani bir söz var, ben o söze de biraz evvelki lafa tepkim olduğu gibi marifet, iltifata tabidir. Ezberlediğimiz bazı şeyleri söylüyoruz böyle. Yani millet iltifat ederse siz de ortaya marifetler döktürürsünüz. Bir manada doğrudur bu. Çünkü herkes esasen fazileti kavrayamayabilir, erdemi. Ve her şeyi fazilete bağlayamayabilir. Rıza-yı ilahiye bağlayamayabilir. O ölçüde rıza aşıkı olamayabilir, rıza yolcusu olamayabilir. O ölçüde Efendimiz'le kavi bir irtibat içinde olmayabilir. Dolayısıyla bunlara avans vermeniz lazımdır. İşte o manada, o türler için marifet iltifata tabidir diyebilirsiniz. Yoksa hakiki manada insan-ı kâmil olan bir insan, onlar için şöyle düşünmek lazım: İltifat, marifete tabidir. Bir marifet ortaya koyuyorsanız, gelir onun arkası. Hazreti Pîr, ihlâs risalesinde, siz istemeseniz bile halklara da kabul ettirir. Onun için amellerde rıza-yı ilahi olmalı. O razı olsa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. O, kabul etse bütün dünya reddetse tesiri yok. O kabul ettikten sonra, razı olduktan sonra isterse halklara da kabul ettirir. İşte burada sizin o marifetiniz bir yönüyle iltifatı getiriyor kendisi. Fakat herkes için düşünemezsiniz. Biraz evvel bahsettiğim ve tepkim var dediğim mülâhaza ile ifade edeyim. Yani bir yönüyle onu da düşünmek lazım. Marifet, iltifata tabidir.
Bazılarını harekete geçirmek için eskiden önden kolla çevrilen böyle motorlar vardı. Çevirirlerdi, hareket ederdi. -Ben öyle uçaklar da gördüm; böyle her yere konan- Pervanelerine asılırdı pilotlar böyle, sonra vücutlarının ağırlıklarıyla kendilerini sarkarlardı aşağıya tutmazdı, bir daha sarkarlardı, döndürürlerdi, öyle dönerdi. Şimdi bir yönüyle böyle dış müdahale ile, işte kolla hareket etme durumunda olan insanlar vardır. Marş kolu olması lazım bir, dıştan bir dinamo bağlanması lazım bir yönüyle harekete geçirebilecek bir enerji ona verilmesi lazım, şarj edilmesi lazım ki hareket etsin. Yani herkesi aynı seviyede düşünmemeli. Herkes Ebu Bekir değildir, Ömer değildir, Osman değildir. Mutlaka teyide, desteğe ihtiyacı vardır. Şimdi bu açıdan da tekvini emirlerin doğru okunması, insanların doğru düşünmeleri, doğru tespitlere varmaları, doğru tespitlerde bulunmaları, insanları alıp ileriye götürmeleri, yeni ufuklar açmaları, arkadan gelenlere daha farklı, daha derin düşünme imkân ve ortamı hazırlamaları bir yönüyle işte o manevi müeyyideler, bir taraftan da maddi müeyyideler, müeyyide, destekleyen demektir o işi. O işin primi demektir. Teşviki demektir o meselenin. Bunları vermek suretiyle siz o ortamı hazırlarsınız, seviyeli insan zuhur eder. Şimdi o yoksa, bu da yoksa kaliteli insan yetişmez. Dolayısıyla dünyada olup biten şeyler de görülmez. Hele böyle bencil, sadece nefsi adına insanlar yaşıyorlarsa ye, iç -yirmi üçüncü sözde ifade edildiği gibi- yan gel, kulağının üzerine yat mülâhazasına bağlı kutu gibi bir dünyamız var. Bana ne falan yerde Galiçya'da olan şeyden, Yemen'de olan şeyden, Trablusgarp'ta olan şeyden bana ne falan felsefesi hâkimse böyle yiyip içip yan gelip yatmaya kilitlenmiş insanlar, gaye-i hayali olmayan insanlar, hazreti Pîr ona da işaret sadedinde der ki, gaye-i hayal olmazsa ya nisyan veya tenasi edilse yani bir insanın yüksek bir mefkuresi yoksa, kendini bir şeye adamamışsa, bir yönüyle ruhunun ve millet ruhunun abidesini ikameye kendisini vakfetmemişse şayet o insan kendi benliğinin cazibesinden kurtulamaz.
Nefisler diyor, gaye-i hayal olmazsa ya nisyan veya tenasi edilse, unutulsa veya unutma tavrı içinde bulunulsa diyor. “İzharu ma leyse fil batın” eskilerin ifadesiyle nefisler, enelere döner, etrafta gezer. İnsan, egoizmasından başka bir şey düşünemez. Bir bencil olur o. Her şeyi, “bana ne getirir, bu mesele bana nasıl döner, bana ne faydası dokunur, çocuklarıma ne faydası dokunur” gibi böyle dar mülâhazaların esiri ve zebunu olur. Bir yönüyle kendini, kendi benliğine rehine eder. Kendi benliğine rehine edenler için -bu tabir bana neyi hatırlattı-, onlar ahirette de bir yönüyle cehennem tarafından ipotek edilirler. Bak şimdi Kur'an-ı Kerim'in şeyini hatırlattı bana; “Küllü nefsin bime kesebet rehîne” her nefis kendi kesbiyle, güzel şey kazanabilirdi o. İktisabın yerinde kesb tabirini kullanıyor. Donanımı itibariyle insanın o mualla konumuna işarette bulunuyor. Seçilen kelimelere dikkat etmek lazım. “Küllü nefsin bime kesebet rehîne” her nefis kendi kazancıyla, kazandığı şeyle ipotek edilmiştir. Bir yönüyle şey de diyebilirsiniz buna, haciz koymuştur nefis ona haciz. Evet, bağlıdır, eli-kolu bağlıdır onun. “İlla ashabel yemin” ancak sağ düşünceli, sağduyulu, ufuklu, meseleleri engince gören, engince değerlendiren, biz ona sağ düşünen diyoruz. Ve böyle sağ düşündüklerinden dolayı bunlar sağ yaşıyorlar öbür tarafta da kitaplarını sağdan alıyorlar. Onun için bunlara ashab-ı yemin deniyor. Kitaplarını sağdan alanlar ama kitabını sağdan almak için sağ yolu takip etmişler. Hep sağda yürümüşler. Yürüdükleri hayat yolunda herhangi bir trafiğe sebebiyet vermeden, selamet içinde yürümüşler. “İlla ashabel yemin fi cennetin” onlar cennette “Yetesaelune Anilmucrimiyne Ma selekekum fi sekar” mücrimlere soruyorlar “Allah Allah, insanca bir donanımınız vardı, Allah size akıl vermişti, fikir vermişti, irade vermişti, anlayış vermişti, bir vicdan vermişti. O vicdan ihsaslarıyla, ihtisaslarıyla, -Frenkçe ifadesiyle, Bergson'un ifadesi bu, entüisyonla onu duymaya müsait yaratılmıştı.- E bütün bunlara rağmen “Ma selekekum fi sekar” sizi sakara iten, sürükleyen şey nedir? “Kalu” diyorlar, söz burada, beyan, ifade değil, onlara beyan, ifade denmez, kîl u kâl, boş mazeret “Lem neku minel musallin” namazsız, niyazsızdık. Alâkamız yoktu.
Allah karşısında ubudiyet duygusundan mahrumduk. Hiç el pençe divan durmadık. Hiç kemerbeste-i ubudiyet içinde O'nun mabudiyetini ve bizim kulluğumuzu ifade etmeyi düşünmedik. Kestirmeden geçiyorum, oraya getirmek için. “Ve lem neku nut'imul miskiyne” fakir, fukara onları da hiç gözetmiyorduk, hiç bakmıyorduk. Hani şimdi takdirle karşılıyoruz. Kimse Yok mu, Gemi feneri, Deniz feneri, fener..evet nerede bir acı olursa imdada koşuyorlar. Mülâhazaları ne olursa olsun biz bu güzel davranışı, bu güzel davranışın hususiyle devam ve temadisine bakarak bu insanlar güzel düşünmüyorlarsa, bu güzel işleri mütemadi yapamazlar. Gösteriş, nihayet bir kereye, iki kereye, üç kereye yeter de mütemadiye yetmez yani müsaadenizle. Demek ki bunların bu dünyeviliğin ötesinde, maddi yaşayışın ötesinde daha çok farklı mülâhazaları var. Evet, insanları yedirme, içirme ve böylece o insanları memnun etme, kazanma şeyi, yapmıyorduk bunu da diyorlar. Yapmıyorduk, Hazreti Üstad'ın yaklaşımıyla “Ez zekatu kantaratul İslâm” sınıflar arası korkunç uçurumlar meydana geliyordu. Avrupa'da o sosyal hareketler ve ihtilaller tarihi, Max Beer'in kitabına bakacak olursanız bir, iki asır, üç asır yaka paça insanlar birbirlerini bağışlayın yamyamlar gibi yemişlerdir. Yani Komünizm, o meselenin son şecere-i zakkumudur. Öldüren meyvesi.
“Ve lem nekü nut'imul miskiyne Ve kunna nehudu me'al-haidin” bir de işin doğrusu, bizi hiç alâkadar etmeyen boş şeylere dalar, giderdik. Hayatımızı hep dalgınlık içinde geçirdik. Evet, batakçılarla beraber olduk, öyle de diyebilirsiniz. “Hâidin” batakçı demek. Yerinde hortumculuk yaparlar bunlar. Yerinde irtişâ' yaparlar. Yerinde rivaya girerler, yerinde meselelerini aldatma ile götürürler. Ve bunları akıllılık sayarlar. İşimiz, gücümüz hep bizim batakçılarla beraber, batmış gitmiş insanlarla beraber, hayatı dalgınlık içinde götürenlerle beraber geçirdik. Yoktu böyle ahiret diye bir hesabımız yoktu. “Ve kunna nukezzibu biyevmiddin” bir de kıyamet gününü inkâr ediyorduk. Öyle bir hesabımız yoktu. Oraya gidip hesap vereceğiz “Hatta etânelyekin” derken ölüm geldi, tepemize bindi diyorlar, çarptı. Şimdi burada nefse ipotek edilmiş insanlar, onun güdümünde olan insanlar, onun yönlendirmesine göre hareket eden insanlar, işte bunlar ve bunlar sonuçta da esasen cehennemin ipoteğine teslim oluyorlar. Cehennem, ipotek ediyor. Onu çözmek Allah'ın rahmetine kalmış bir şey. Evet, ipotekten geldi aklıma, kusura bakmayın.
İpotek edilmiş düşüncelerle bir yere varamazsınız. Şu ideolojiye, bu ideolojiye ipotek edilmiş düşüncelerle bir yere varamazsınız. Dünyeviliğe ipotek edilmiş, Sekülerizme ipotek edilmiş düşünce ile mantık ile bir yere varamazsınız. Egoizmaya kilitlenmiş insanların mülâhazaları ile bir yere varamazsınız. İlim adamı çıkaramazsınız, hakikat aşıkı yetiştiremezsiniz, ilim aşıkı yetiştiremezsiniz, araştırma âşıkı yetiştiremezsiniz, iyi bir gelecek hazırlayamazsınız. Gününüzü gün etmek istersiniz fakat işin doğrusu onu da yüzünüze, gözünüze bulaştırırsınız. Çünkü dünü olmayan gün, gün değildir. Yarınlara emanet edilmeyen gün de gün değildir. Dünü ve yarını olmayan gün, Allah'ın belasıdır. Dünden gelen bir çağlayan gibi geleceğe akan ve aynı zamanda ümide, recaya emanet edilmiş gelecek.. işte o bütün zaman geçmişiyle, hâliyle, geleceğiyle bu hür insanların zamanıdır. Hür insanların hareket alanıdır, kendilerini ifade etme alanıdır. Vesselam. “Evfü bi ahdi ûfi bi ahdikum”
Fgulen.com