*Her sıkıntı ve ızdırap bir kolaylığa gebedir ama haml (yüklülük) müddetine tahammül etmek gerekir.
*“Bi-kaderi’l keddi tüktesebü’l-meali – Sıkıntı ölçüsünde seviye/yükselme elde edilir.” Hatta denebilir ki, sıkıntı ne kadar şiddetli gelirse, “Muhakkak her güçlükle beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirah, 94/5-6) hakikati zaviyesinden, Allah’ın izni ve inayetiyle, o zorluktan sonra gelen kolaylık da o ölçüde çaplı, çok derinlikli ve buudlu olur. Öyle bir inşirah yaşatır ki, çocuğunu dünyaya getiren anne gibi, daha önce çektiği bütün sıkıntıları unutur; “Bu Allah’ın ne büyük nimeti” der ve dedirtir.
Her Dönemin Ashab-ı Kehf’i ve Zalim Dakyanusları Vardır!..
*Geçmiş dönemlerde yaşayan mü’minlerin çektikleri sıkıntılar düşünülünce bugün maruz kalınan şeylere sıkıntı dememek icap eder. Mesela, Ashab-ı Kehf’i düşününüz. O insanlar, Dakyanuslar tarafından kurulan çarmıhlar karşısında dişlerini sıkıp sabretmişlerdir. Her zaman bir kısım Dakyanuslar olacaktır. İnançta, düşüncede, dünya görüşünde, hayat felsefesinde onlarla aynı şeyi paylaşmıyorsanız, biat etmemiş iseniz şayet, birkaç ay içinde üç defa yol, yöntem ve din değiştiren ehl-i nifakın sizi çepeçevre musibetler sarmalı içine alması kaçınılmazdır.
*Her dönemde Dakyanuslar vardır! Fakat inanın, ne Seyyidina Hazreti Musa’nın çektiğinin onda birini çekiyorsunuz, ne Hazreti İsa’nın, ne Hazreti Zekeriya’nın, ne Hazreti Yahya’nın, ne Hazreti Nuh’un, ne Hazreti Lut’un, ne de İnsanlığın İftihar Tablosu Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın çektiğinin onda birini çekiyorsunuz.
*Onlar yapacaklarını yaptılar, arkada bir gül devri bıraktılar. Bâkir topraklara tohumlar saçtılar ve ciddi bir ihlas ve samimiyet şuuruyla, bir îsâr ruhuyla; yani kendileri için bir şey düşünmeden, başkaları için yaşama felsefesiyle tohumu attı gittiler. “Biz tohum atalım, hatta icap ederse bunun tımarını da yapalım! Fakat kim hasat ederse etsin. Kim ambara taşırsa taşısın. O meselenin sonucuna kim sahip çıkarsa çıksın!” Böyle düşündü, böyle yaşadı ve arkada böyle bir miras bırakıp gittiler.
Musibet Varsa da Mübeşşirât da Devam Ediyor
*Kur’ân’a, tarih şuuruna, ruh ve mana köküne gönülden bağlılık içinde, dünyaya ütopyalar üstü bir hayat felsefesi sunma ve bunun için dünyanın dört bir yanına yayılma imkânı vermiş Cenâb-ı Hak. E canım o kadar hizmet, o kadar Cenâb-ı Hakk’ın muvaffakiyeti, o kadar teveccühât-ı Sübhâniye ve şimdiye dek belki bin defa –mübalağa etmiyorum– Hazreti Rûh-u Seyyidi’l Enâm’ın iltifatına mukabil bir kısım sıkıntıların olması tabii değil mi?!. İnsan olan insanların rüyalarında temessül buyuruyor: “Ben sizden hoşnutum, yaptığınız şeylerden. Durduğunuz yerde dişinizi sıkın, kemâl-ı sabırla sabredin, dimdik durun!..” diyor.
*Şimdi bunlar da kendilerine ait olmayınca, “Falanlar rüyayla amel ediyorlar” diyerek ta’n ediyorlar. Halbuki, İnsanlığın İftihar Tablosu, “Benimle nübüvvet kesilir, fakat mübeşşirat devam eder.” buyuruyor. Gözler âlem-i şehadete kapanınca, âlem-i misâle ve âlem-i berzaha açılmalar oluyor. O açılmada değişik levhalar, değişik resimler ve değişik fotoğraflar belli hadiselerin sembolü olarak intikal ediyor. Koca İbn-i Sîrîn “Tâbirât” ile alakalı mücelledler yazmış; günümüzde bunların tercümeleri de var; hepiniz muttali olmuşsunuzdur.
*Yapılan iş Allah rızasına uygunsa, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l Enâm ondan hoşnutsa; iki üç ay içinde üç defa yol değiştiren, ortada durup “Acaba nerede olursam, orada daha fazla çıkar elde ederim!” mülahazasıyla hareket eden, Necip Fazıl’ın ifadesiyle, “zıp orada zıp burada” insanlar tarafından tazyik görüyorsanız; bütün hayatlarını dünyevî çıkara bağlamış insanlar tarafından tazyik görüyorsanız, hakaret görüyorsanız, bunu size Allah’ın bir teveccühü ve iltifatı olarak kabul edin. Ve Fakir’e inanın burada: Allah sizi seviyor ki, sizi bu türlü şeylerle, hem de yakın gördüğünüz insanlarla imtihan ediyor. Çünkü Hazreti Rûh-u Seyyidi’l Enâm, “İnsan, dininin gücü, mukavemeti, enginliği ölçüsünde belalara maruz kalır.” diyor; bir başka hadis-i şerifte de “Belanın en çetini, en zorlusu Enbiyâ-i İzâma, ondan sonra da derecesine göre onların yolunda giden, onları adım adım takip eden ve izleyenlere gelir!..” buyuruyor.
*Bu ölçüde bişaretler varsa, bence, sinek ısırması nev’inden musibetlere aldırmamak lazım. Ölümle tehdit edebilirler, kanaat oluşturmaya çalışabilirler, korkutabilirler, sindirebilirler, bazı kimselere işkence de edebilirler; olabilir bütün bunlar.
*Molla Câmi ne güzel söyler: “Yâ Rasûlallah! Ne olaydı, Ashâb-ı Kehf’in köpeği gibi, Senin Ashâbının arasında Cennet’e girseydim. Onun Cennet’e, benim Cehennem’e gitmem nasıl revâ olur? O, Ashâb-ı Kehf’in köpeği; ben ise Senin Ashâbının köpeği!..” Büyükler kendilerine hep böyle bir “kıtmîr” olarak bakmışlar; biz kendimizi öyle görsek çok mu?
Bir-İki Eve, Birkaç Milyon İkramiyeye Peylenen İnsanları Tanıma İmkanı Buldunuz!..
*Halihazırda yaşananlar, Cenâb-ı Hakk’ın çok değişik tecelli dalga boyunda öyle lütuflar ifade ediyor ki, tahmin edemezsiniz. Sadece bir iki tanesinin kapağını aralayayım: “Mü’min, münafık birbirinden ayrıla, bayram o bayram olur!” Bu sayede, küçük bir tazyik karşısında bir eve peylenen insanları tanıma imkânını buldunuz. Ankara’nın göbeğinde iki eve peylenen insanları tanıma imkânını buldunuz. Bir sürü dönek insanın kaç kuruşla satıldığını görme imkânını elde ettiniz. Kimlerin gerçek fiyatının ne olduğunu görme imkânı oldu. Daha kritik dönemlerde bunların nasıl ters-yüz olacaklarını, tornistan olacaklarını görme imkânına sahip oldunuz. Bu size Allah’ın öyle bir lütfudur ki, hüsn-ü zan edersiniz, fakat böyle döneklerle bu büyük davanın gitmeyeceğine dair de adem-i itimad mülahazasını hatırınızın bir köşesinde daima muhafaza edersiniz veya hatırdan çıkarmazsınız.
*Çok kimseleri tanıma, öğrenme imkânı oldu. Hiç ihtimal vermiyordum! Baktım ki bir milyona satılan insan varmış. İki milyona, üç milyona, dört milyona, beş milyona yer değiştiren, tornistan olan, yüzken astar, astarken yüz olan bir sürü yüzsüz varmış. Bunları tanımak, size Allah’ın öyle bir lütfudur ki… Gelecekte bunlara da bağrınızı açarsınız, hüsn-ü zan edersiniz, tebessüm tasaddukunda bulunursunuz. Fakat “Bu yol uzaktır / Menzili çoktur / Geçidi yoktur / Derin sular var!” Bu yolu onlarla aşamayacağınıza, onların bu yolda size refakat edemeyeceğine dair bilginiz olsun diye, Cenâb-ı Hak, karakterleri kendilerine has resimleriyle, kabiliyetleriyle, donanımlarıyla ortaya koyuyor, “Dikkatli olun!” diyor. İbn Selulleri deşifre ediyor, onun arkasındaki 300 şu kadar insanı deşifre ediyor Allah (celle celâluhu). Siz de uzun yolun ancak kimlerle yürünebileceğini öğrenme imkânını elde ediyorsunuz. İnanın bana, bir trilyon para verseydiniz, bu kadar densiz, zıp orada zıp burada insanı tanıma imkânını elde edemezdiniz. Allah’ın öyle bir lütfu oldu ki size, bir sürü insanı iç dünyalarıyla, kinleriyle, nefretleriyle size tanıttırdı bu sayede; dolayısıyla güzergâh emniyetini sağladı. Yürüdüğünüz o upuzun yolda, yol emniyetini sağlamak adına, kimlerle uzun boylu bu yolculuk kat edilir, onu size talim buyurdu. Hem de nazarî bilgilerle değil, doğrudan doğruya pratikle. İşte bunu Allah size bahşettiyse, bunu alın, cebinize değil kalbinizin nöronlarına işleyin, tâ bundan sonra sûret-i haktan görünen bu türlü insanlar karşısında aldanmayasınız.
Hiç Paralel Olmadık, Hep Türkiye ve Mefkûremiz İçin Yaşadık!..
*Mağdur olan, mevkuf olan ve aynı zamanda istintak edilme durumunda bulunan insanlar vardır. Allah onların da yardımcısı olsun.. ve olacaktır da!
*Evvelki sohbetlerde de dedim: Paralel, paranoyanın nesebi gayr-i sahih, gayr-i meşru bir veled-i mülevvesidir. Hiç paralel diye bir şey yok. Ve dedim: Kim paralelse, Allah onun belasını versin. Çok rahat.. endişe duymuyorsunuz değil mi? Devletinize, milletinize, hükümetinize dünya çapında itibar kazandırdınız. Paralel olmadınız. Aklı başında olan insanlar, evvelki gün Süleyman Bey, daha sonra Turgut Bey, hatta Mesut Bey bu hizmetin yanında olmayı, Türkiye’nin gelişmesi, dünya tarafından tanınması adına çok önemli saydılar.
*Görüyorsunuz, bir yerde tek cepheli bir problemle başa çıkamıyoruz. Kırk senedir kan döküyoruz, dil döküyoruz, olmadı taviz veriyoruz, olmadı haysiyet ve şerefimizi ayaklar altına alarak pazarlıklara giriyoruz, vaatlerde bulunuyoruz. Tek bir cephedeki problemi halledecek kadar bir dirayet, bir kiyaset gösteremedik. Düşünün (Osmanlı’yı), 250 milyon ve içinde herkes var; Hristiyan var, Yahudi var, Ermeni var. Bunların hepsi insan ve her insana, ahsen-i takvime mazhariyeti cihetiyle o ölçüde saygı duymak bir mü’minin vazifesidir. İman ayrı bir meseledir. O sizin kendi yolunuz yönteminize karşı daha derince, daha içten, daha buudlu bir sevgi, bir alaka duymayı gerektirir. Fakat bu katiyen başkalarına adavet etme, onları bir cephe kabul etme, onları tahkir etme, onları tezyif etme, onların üzerine gitme densizliğini gerektirmez.
*Kürdüyle, Türküyle, Zazasıyla, Lazıyla, Çerkeziyle, Abazasıyla, Boşnağıyla, Makedonuyla, Arnavutuyla Anadolu insanı, el ele vermiş; dünyanın 160 ülkesinin okulunun arkasında duruyorlar. Öyle bir fasl-ı müşterek arkasında duruyorlar ki, bu meselenin makuliyeti katiyyen sorgulanamaz. Gittikleri yerlerden bu arkadaşlar hakkında en küçük bir şikâyet gelmedi. Üniversiteyi yeni bitirmiş ve bazıları da talebe olarak rehber gibi gittiler. Bu insanların hayat tecrübeleri yoktu. Rehabilitasyondan geçmemişlerdi. Kendilerine bir seminer verilmemişti. Demek ruhlarında bir saffet vardı, bir insanî sevgi vardı, bir alaka vardı ki, gittikleri yerlerde yadırganmadılar. İnsanca davrandılar. Demek ruhlarında bir yönüyle bir derinlik haline gelmişti İslam’ın engin ruhu. Bu muvaffakiyetin ikinci ve daha önemli yanı da Allah’ın iltifatıydı. Cenâb-ı Hak, onlar için kalblere vüdd (derin ve içten sevgi) vaz’ etmişti.
Dünyanın Bütün Şeytanları Toplansa da Mefkûre İnsanını Yolundan Alıkoyamaz!..
*Anadolu insanı, her rengiyle, her deseniyle, o dantela gibi şekliyle 160 küsur ülkede okul açıyor. Bir yönüyle yabancı elçilik yapıyor, ticarî münasebetler adına zemin oluşturuyor, ülkenizi tanıttırıyor, ruh ve mana köklerinizde nebeân eden zülali onlara tattırıyor. Birileri de kalkıp “Aman kapatın!” diyorlar. Bir kere demeyle iktifa etmiyorlar. Mesela, bir iki ay içerisinde Rusya’ya sekiz defa “Bu okulları kapatın!” diye başvuruda bulunuluyor. Öyle bir kin, öyle bir nefret, öyle bir iğbirâr, öyle bir haset, öyle bir intikam duygusu ki, yirmi değişik yol, yirmi değişik alternatif kullanılarak, Peygamber yolu olan o yoldan insanları vazgeçirmek için, şeytanın dürtüleriyle hiç durmadan uğraşıyorlar.
*Fakat bütün bunlar sizde katiyen sarsıntı meydana getirmemeli. Biz her birerlerimiz çarşıda pazarda demircilik yaparız, ayakkabı boyacılığı yaparız, şuna buna takke öreriz, çorap dokur satarız, Allah’ın izni ve inayetiyle bu işi devam ettiririz ve Allah’ın yanında olduğu, zahîr bulunduğu bir meseleyi, dünyanın bütün şeytanları toplansa, O’nun izni, müsaadesi olmadan engelleyemezler.
*Bu açıdan, böyle tutarsız şeylerle, inanan insanların yol emniyetini tehlikeye atıyor gibi tehdit etseler bile, Allah’ın izni inayetiyle diriğ etmemek, kâle almamak, belki şöyle düşünmek lazım: İhtimal, Allah bize çok geniş imkânlar bahşetti; herhalde bu imkânlar benim gibi birinin elinde değil de Ali, Veli, Bekir, Osman gibi birinin elinde olsaydı, Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle bu yapılanların beş katını yapardı. Demek ki, biz bazı şeyleri çok iyi değerlendiremedik. Zaman, imkan ve çevre adına Cenâb-ı Hakk’ın bize bahşettiği imkanları rantabl olarak değerlendiremedik. Cenâb-ı Hakk bu şekilde bizde bir metafizik gerilim hâsıl etti: Daha dikkatli olun! Bünyan-ı mersus gibi kenetlenin! Parmakların birbirine girmesi gibi birbirinize girin! Elli tane müfsit cereyan olsa, kopmamaya çalışın! Ve Kur’ân’a göre, Sünnete göre doğru bildiğiniz bu yoldan da ayrılmayın!
*Eğer yürüdüğünüz yol doğruysa, döndüğünüz zaman, tarih size de dönekler diyecektir; zıp orada zıp burada gezen münafıklar diyecektir. Allah hakkınızda böyle dedirtmesin. Ben hepinizi dırahşan çehreler, pırıl pırıl, aynı zamanda insanların içine ilham akıtabilen ilham kaynağı insanlar olarak görüyorum. İnşaallah o keyfiyet, o hususiyet ve o derinliklerinizi koruyarak, “Gelse Celâlinden cefa / Yahut Cemâlinden vefa / İkisi de câna safa.. / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..” der, Allah’ın inayet ve riayetiyle yolunuzda yürürsünüz.
Paralel Bahane; Mesele Karakuşî Kararlarından İbaret
*Mağdurlar var, mazlumlar var, müstantakîn (sorguya çekilenler) var. “Kadı ola davacı ve muhzır dahi şahit / Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?” (Ziya Paşa) Hâkim davacı oluyor, ihzâren celbeden emniyetçi de şahit oluyor, o mahkemenin hükmüne derler mi adalet?!. Şimdi o kadar komik duruma düşüldü ki bu mevzuda, her gün bir skandal. Hatta riyâzî değil de, skandallar hendesî katlanarak gidiyor.
*Seleflerimiz, akıl ve mantıkla izah edilemeyen ya da kızgınlıkla veya tarafgirlikle verilen kararlara “Karakûşî Hüküm” demişlerdir. Kadı Karakuş’un kararları adeta birer fıkra ve darb-ı mesel niteliğinde dilden dile yayılmıştır. Bu anlatılanlardan biri de şöyledir:
*Bir hırsız adına yakınları, Kadı Karakuş’a gelir ve hırsızlık için girilen evin sahibini şikâyet ederler: “Kadı Efendi, evin penceresine çok boya çalınmış, iyice kayganlaştırılmış; adamımız kaçarken düşmüş ve kolu kırılmış/felç olmuş!” derler. Kadı, ev sahibini çağırıp sorguya çeker; o da “Efendim, pencereyi boyattım ama suç boyacıya aitti; o boyayı fazla kullanmış!” diyerek, işin içinden sıyrılır. Bu defa boyacı derdest edilip getirilir ve sorgulanır. Boyacı herhangi bir mazeret bulamayınca, Karakuş onun idamına karar verir. Görevliler adamı alıp idam sehpasına götürürler; ne var ki, boyacının boyu uzun olduğu için idam sehpası çok kısa kalır ve idam bir türlü gerçekleştirilemez. Vazifeliler gelip durumu haber verince, Karakuş, “Gidin daha kısa boylu bir boyacı bulun ve hükmü infaz edin!” der.
*Bu hadise, şu anda “paralel” yakıştırması ve bahanesiyle tutuklanan, sorgulanan ve sırada tevkifleri ve istintakları zalimîn güruhu tarafından söz konusu olan insanların durumuna da misal teşkil etmektedir. Mesele, Karakuşî kararından ibarettir.