Hocaefendi'den çarpıcı tespit

Hocaefendi'den çarpıcı tespit
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin herkul.org sitesinde '491. Nağme: “Kibir Virüsü ve İman Zaafı' başlıklı yeni sohbeti yayınlandı.

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, özetle şunları anlattı:

Kalbinde zerre kadar kibir bulunan ondan kurtulmadan Cennet’e gidemez!..

*Bir gün Abdullah ibn-i Amr ile Abdullah ibn-i Ömer (radiyallahu anhüm ecmaîn), Merve’de karşılaşmış ve bir süre sohbet etmişlerdi. Hazreti Abdullah ibn-i Amr ayrıldıktan sonra ibn-i Ömer hazretleri bir müddet daha orada kalmış ve ağlamış ağlamıştı. Yanındaki arkadaşlarından biri, “Niçin ağlıyorsun?” deyince Hazreti ibn-i Ömer “Abdullah ibn-i Amr bana, Allah Rasûlü’nden şöyle bir hadis nakletti: ‘Kim kalbinde zerre kadar kibir barındırırsa, Allah onu yüzüstü Cehennem’e atar.’ İşte o hadisten dolayı ağlıyorum.” dedi. O büyük sahabinin kalbinde kibrin zerresinin mevcudiyeti düşünülemez. Fakat onlarda bambaşka bir muhasebe duygusu vardı.


*Kibir, kişinin böbürlenmesi, kendini beğenmesi, bir kısım üstün özellikleri varmış gibi davranması ve oturuşu-kalkışı, nefes alıp verişi, el-ayak hareketleri ve mimikleriyle hep bir bencillik tavrı ortaya koymasıdır. Kibir, bir çeşit cinnet ve ruhî rahatsızlıktır. Böyle bir hasta her zaman kendini olağanüstü görmenin yanında çok defa, başkalarını, hususiyle de meslek, meşrep, yol-yöntem açısından kendine/kendilerine rakip saydığı kimseleri küçük görür ve gösterir; başkalarına ait fazilet ve meziyetleri duymaya asla tahammül edemez ve duydukça öfkeden çatlayacak hâle gelir.

*Kibir küçük maraz değildir. O, şirke açılan kale kapısıdır. Kibrin içte bir duygu ve mülahaza şeklinde kalması hastalık; onun dışa vurması ise küfre kadar varıp uzanabilecek büyük bir günahtır.

*Bir kudsî hadîste, Cenâb-ı Hak,

“Kibriya, Benim ridâm, azamet ise Benim izârımdır. Kim Benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu Cehennem’e atarım.” buyurmaktadır. Demek ki, kendini büyük görüp kibirlenen bir insan, bu ilâhî sıfatlarda Allah’a şerik olmaya kalkışmış sayıldığından Cenâb-ı Hak, böyle bir insanı derdest edip Cehennem’e atacağı ikaz ve uyarısında bulunmaktadır.

Kibir, imana girmeye engel, imandan çıkmaya sebeptir.

*Muhakkikîn’in beyanına göre; kibre düşen kimse imana giremez; girse de iman dairesinde ölemez. Belki kültür itibarıyla Müslüman gibi yaşayabilir; belli bir dönemde anne babasını namaz kılıyor ve oruç tutuyor gördüğünden öyle namaz kılıyor ve öyle oruç tutuyor olabilir. Bir dönemde İmam-Hatip’e devam etmiştir, yarım yamalak, taklidî, dar bir ilmihal çerçevesinde bir din öğrenmiştir. Fakat aslında dini tabiatına mal edememiştir. Dinde derinleşememiştir. Tahkikî imanı elde edememiş, kalbî ve ruhî hayata yönelememiş olduğundan, mü’min görünse bile o kibir onu bir gün dışarı atar.

*Onun için hadis-i şerifte “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan Cennet’e giremez!” buyurulmuştur. Herhalde o kibri terk etmediği sürece Cennet’e giremez demektir. Ama bir gün sırtındaki o merkup yükünü atarsa şayet, kendine yakışmayan, -bağışlayın- o pislik hamulesinden sıyrılırsa, “Allah’ın rahmeti gadabına sebkat etmiştir.” Cenâb-ı Allah, o kimsenin o mevzuda verdiği mücadeleyi, yaptığı mücahedeyi veya bir rehberin onu insanlığa yükseltme, ona ahsen-i takvime mazhariyetini anlatma ve insan olmasını hatırlatma adına rehabilitesinin neticesini lütfeder.

Hem iman, İslam, ihsan hem de hizmet hayatı açısından “İki günü müsavi olan aldanmıştır.”

*İnsanlar araştırma mevzuunda hem ciddi, kararlı ve sürekli olurlar, hem de elde ettikleri bilgileri ibadette derinleşme hesabına kullanırlarsa bugün olmazsa yarın tahkîke ulaşabilirler. Güzel davranışlar, salih ameller ve ibadetler, bir süre sonra insanın tabiatı haline gelerek onu, mücerret bilgiyle ulaşılamayan noktalara ulaştırır. Mücerret bilgi ve malûmat, insanı hiçbir zaman, amelin, yaşamanın, tecrübe etmenin ve ibadetin yükselttiği seviyeye yükseltemez. Öyleyse, vicdan mekanizmasını işlettirmek ve ondan semere almak için insan “sâlih amel”e yapışmalıdır.

*Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde ve ilgili hadis-i şeriflerde iman ve amel-i sâlih beraber zikredilmektedir. Sâlih amel, Cenâb-ı Hak nezdinde güzel ve makbul olan iş demektir. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât ve sadaka vermek gibi ameller amel-i sâlihe dâhildir. İmanın tabiata mâl edilmesi ve iç derinliği haline gelmesi bu sâlih amellerle gerçekleşir.

*Kur’ân-ı Kerim buyuruyor. (Nisâ, 4/136) Bu ayet-i kerimede “Ey iman edenler!” buyurulurken mazi kipi kullanılıyor. Fiillerde, teceddüt esastır. Bu açıdan burada mü’minlere yönelik olan hitap şu şekilde anlaşılır: “Ey imanını yenileyerek iman eden insanlar!” Fakat böyle olmakla birlikte, Cenâb-ı Hak bunun arkasından yine “Yeniden bir kere daha iman edin” buyuruyor. Demek ki, insanın sürekli imanını kontrol etmesi, mârifet ve muhabbet açısından sürekli kendisiyle yüzleşmesi gerekiyor.

*Değişik zamanlarda ifade ettiğim gibi, aslında herkes hem de her sabah gözlerini açarken yeni bir günün idrakiyle, dinini yeniden bir kere daha duymalıdır. Bugün ruhta, kalbde, histe duyulan din dünkü olmamalı. Yarın da bugünkü olmamalı. Öbür gün de yarınki olmamalı. Her gün ama her gün daha derin olmalı. Zât-ı Ulûhiyet ve eserleri vicdanda daha engince duyulmalı. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “İki günü müsavi olan aldanmıştır.” beyanı bu açıdan da çok önemlidir. Buna göre ister iman, İslam, ihsan mevzuunda isterse de hizmet konusunda iki günü eşit olan aldanmıştır.

Sahabe-i kiram birbirlerine “Hele gel seninle bir saat iman edelim.” derlerdi.

*Dua etmek isteyen bir insanın, huzur-u ilâhîde bulunuyor olma şuuruyla ellerini kaldırması, ağzından çıkan kelimeleri şuurluca telaffuz etmesi ve lağv u lehvden uzak durması çok önemlidir. Zira Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,

“Allah, ne dediğini bilmeyen, söylediğinden habersiz olan bir kalbin duasını kabul etmez.” buyurmak suretiyle, gaflet hâlinde ve şuursuzca yapılan duaların Cenâb-ı Hak katında makbul olmadığı uyarısında bulunmuştur.

*Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)  “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illâllah’ ile yenileyiniz.” buyurmaktadır. Şu kadar var ki, Allah Rasûlü’nün bu nasihati, sadece dil ile Kelime-i Tevhidi söylemeye hamledilmemelidir. Bu mübarek beyan dil ile telaffuz edilirken, aynı zamanda vicdanda da duyulmalıdır ki, iman tecdîd edilmiş olsun. Bu itibarla da, “Lâ ilâhe illallah deyin” sözü, “Bu kelimeleri vicdanınızda duyun; din ve iman adına her an daha bir derinleşme peşinde olun; devamlı kendinizi yenileyin ve yaratılış gayesine ulaşma uğrunda sürekli mesafe kat’ edin!..” demektir. İmanı yenileme meselesi devamlılık isteyen bir husustur. Bu yenilenme, mü’minin tabiatının bir yanı, fıtratının bir parçası hâline gelmelidir ki, o devamlı surette imanını derinleştirsin ve nihayet tahkikî imana erişsin.

*Evet, imanı tecdîd etme ve böylece ruhen yenilenme, kavlî olarak “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah” demekle başlayıp, onun mahz-ı mârifet hâline getirilmesiyle devam eder; sonra da mârifetin muhabbeti, muhabbetin aşk, şevk ve iştiyakı netice vermesiyle en ileri seviyeye ulaşır.

*Mektubat’ta da vurgulandığı üzere, nefis, hevâ, vehim ve şeytan az-çok her insana hükmetmekte; onun gafletinden istifade ederek, pek çok hile, şüphe ve vesveseyle iman nurunu karartmaktadır. Onun için, her gün, her saat, hatta her vakit, imanı cilalamaya ihtiyaç vardır. Her fırsatta cilalanmış, sürekli parlak tutulmuş ve tahkik ufkuna ulaştırılmış bir iman gemisiyle, değil dünyevî okyanuslar, Cehennem gayyaları bile rahatlıkla geçilebilecektir.

*İman, İslam ve ihsanda derinleşme, mü’minler için bir sorumluluktur. Nitekim Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz’in ilk muhatapları olan sahabe-i kiram birbirlerine “Hele gel seninle bir saat iman edelim.” derler ve bu sözle şunları kastederlermiş: Gel, seninle şurada bir müddet oturalım, imanî değerlerimizi mütalaa edelim; kalbî ve ruhî hayatımızda bize seviye kazandıracak meseleleri tekrarlayalım; ibadet ve taat duygumuzu coşturacak, kulluk şuurumuzu artıracak mevzularla meşgul olalım; içtimaî hayatın üzerimize bulaştırdığı tozu dumanı bir silkeleyelim ve fıtrat-ı asliyemize dönelim.

Her türlü haramîliğin ve milletin alın teriyle kurduğu müesseselere çökmenin arkasında iman zaafı vardır.

*Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu, “İki günü müsavi olan aldanmıştır!” buyuruyor. Ne imanımız, ne ibadet u tâatimiz, ne Allah’la münasebetimiz ve ne de hizmetimiz açısından bugünü düne müsavi yaşamamalıyız. Bugünümüzün dünden farklı olması lazım. Dün şu türlü bu türlü stratejilerle yaşıyordunuz. Bugün şartlar biraz ağırlaştı. Ona göre kendinize hız vereceksiniz. Daha yeni yollar, yöntemler oluşturacaksınız. Dün rahat, birleri bin ediyordunuz; şimdi “Bu ağır şartlar altında biri nasıl iki yaparız? Bu baskınları nasıl ters-yüz ederiz?” diyeceksiniz. Elin âlemin size kayıplar yaşatmasına karşılık, o gafillerin, o cahillerin, o Allah bilmezlerin yaptıkları şeylerin sizin hizmet dünyanızda hiçbir boşluğa meydan vermemesi için, nasıl hareket etmeniz gerekiyorsa, ona göre hareket edeceksiniz. Öyle davranacaksınız ki, Allah için çıktığınız bu yolda hiç durmadan sürekli yol almış olasınız; Allah’ı ve Rasûlullah’ı memnun etmiş olasınız (sallallâhu aleyhi ve sellem).

*Toplumdaki dejenerasyon; yalanlar, iftiralar, tezvirler, dünyayı şatafat ve ihtişamla yaşamalar, dünyadan başka bir şey görmemeler ve yaşadıkları dünya hesabına başkalarının dünyalarını yıkmalar, harap etmeler, alın teriyle kazanılan mallar üzerine kırk haramîler gibi konmalar… Bütün bunlar imandaki zaaftan, Allah’la münasebetteki kopukluktan, Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem)’le irtibattaki kopukluktan kaynaklanan boşluklardır.

*Allah hepsinin kalbini ıslah buyursun. Herkes için “Belasını versin!” demiyorum. Ama kim başkasının malına gözünü dikiyorsa; onları iflas ettirmek, servetlerinin içini boşaltmak, başkalarının çalışmalarıyla elde ettiği imkânı ele geçirip onu kendi hesabına değerlendirmek için yapıyorsa, tereddüt etmeden diyorum: Allah öylelerin belasını versin, ıslah etmeyecekse!.. Başkalarını karalama adına değişik ad ve unvanlar takan, onlar hakkında toplum içinde olumsuz algılar oluşturmaya çalışan kimseleri, ıslah kâbilse Allah ıslah eylesin; yoksa Allah yerin dibine batırsın!..

*Batıracağından hiç şüphem yok ama takvim bana ait değil. Allah’ın bir gayret sınırı var. Gayretullaha dokunduğu zaman, bugün ayakta dimdik duran o kimseleri göreceksiniz; bütün saltanat ve debdebeleriyle, Karun gibi “Nihayet Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik.” (Kasas, 28/81) tokadını yiyecekler; servetleriyle, imkanlarıyla beraber yerin dibine geçirilecekler.

*“Olmazsa milletin efrâdı beyninde adalet / Geçer zemîne bir gün, arşa çıksa pâye-i devlet” (Namık Kemal) Ne saraylar korur, ne yatlar korur, ne imkânlar korur, ne iktidarlar korur, ne tahakkümler korur, ne tegallüpler korur. Allah ıslah eylesin!..

(Not: Kalbi zift havuzunda kararmış bazı kimseler bilmem kaçıncı defa Yeni Zelanda, Güney Afrika, derken Kanada’ya taşındığımız yalanını yayıp duruyorlar. Kimi bir bahaneyle gündemde kalma kimi de algı oluşturma kötü niyeti taşıyan bu zavallılara hala inanan var mı, Allah bilir. Hakk’a hizmet nerede bulunmamızı gerektiriyorsa orada olma azmimiz mahfuz; Mevla’nın izin ve inayetiyle biz oraya buraya değil bir gün inşallah Türkiye’mize alnımız açık yüzümüz ak olarak döneceğiz; onlarsa hem burada hem de -bu gidişle- ötede simsiyah yüzlerle kala kalacaklar. Editör)

20 Kasım 2015 10:05
DİĞER HABERLER