Allahım bizi Sen’den gayrısının merhametine muhtaç bırakma!..

Allah’la münasebet açısından kopukluğun bir lahzasına bile razı olmamak ve sürekli şu duada nazara verilen mülahazalarla Cenâb-ı Hakk’a sığınmak lazımdır

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi özetle şu hususları dile getirdi:

 Allahım bizi Sen’den gayrısının merhametine muhtaç bırakma!..

* Allah’la münasebet açısından kopukluğun bir lahzasına bile razı olmamak ve sürekli şu duada nazara verilen mülahazalarla Cenâb-ı Hakk’a sığınmak lazımdır:

“Ey her şeyi var eden hayat sahibi Hayy, ey her şeyin varlık ve bekâsını kudret elinde tutan Kayyûm! Rahmetinin vüs’atine itimad ederek Sen’den merhamet dileniyorum; bütün ahvâlimi ıslah eyle, her türlü tavır ve hareketimi kulluk şuuruyla beze ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun, beni nefsimle başbaşa bırakma, sürekli kötülükleri emreden nefsimin acımasızlığına terketme!”

* Bazı rivayetlerde “Velâ ekalle min zâlik” ilavesi de vardır; yani, “Göz açıp kapayıncaya kadar..” kaydıyla yetinilmemiş, “Hayır! O kadar değil, ondan daha az bir zaman da olsa beni nefsimle başbaşa bırakma!” denilmiştir. Siz isterseniz, mülâhazalarınızla bu duayı daha da derinleştirebilir, “Allahım, beni ibadetlerimle, hayır ve hasenâtımla da başbaşa bırakma; beni menhiyâttan ictinabımla da başbaşa bırakma.. iyiliklerime güvenme duygusunu söküp at gönlümden, içimi sadece Sana itimat hissiyle doldur. Sen özel sıyanetinle koru beni; hususi himayene al, vekilim ol benim!” diyebilirsiniz.

* Bir diğer rivayette, bu duaya “Velâ ilâ ehadin min halkıke” ifadesi de eklenmiştir ki, bu da “Allahım beni Sen’den başkasına bırakma, kullarından birinin acımasına muhtaç kılma, kalbi şefkatten uzak kimselerin merhametsizliğine maruz koyma!..” manalarına gelmektedir. “Gönül her zaman arar durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de sâdık dedikleri çıkar münafık!”Allah öylelerine düşürmesin.

* Halis müminler, bu duayı ve benzerlerini kendi nefisleri için yaptıkları gibi, eş, dost ve arkadaşlarını dâhil edip şahs-ı manevî hesabına da tekrarlamalıdırlar.

 Nefis, insan mahiyetinde şeytanın santrali gibidir.

* Kur’an-ı Kerim’de “Şüphesiz nefis her zaman fenalıkları ister ve kötü şeyleri emreder.” (Yûsuf Sûresi, 12/53) buyurulmuşturNefs-i emmare, insana kötü ve çirkin şeyleri emreden ve yapılan bu fenalıklar karşısında herhangi bir rahatsızlık duymayan nefistir. İnsanın tabiat ve cismaniyeti eğer bir terbiye, tezkiye görmezse, ruhen terakki yoluna girip kalb tasfiyesinde bulunmazsa, Üstad’ın tabiriyle, cismaniyetten çıkıp, hayvaniyeti bırakıp kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselmezse, o nefis, insana sürekli kötülükleri emreder, fenalıklara yönlendirir ve boynuna bir ip takıp onu istediği yerde otlatır.

* Nefs-i emmare, belli hikmet ve maslahatlara binaen insan bünyesine ayrılmaz bir mekanizma hâlinde yerleştirilen, şeytanın ilkaâtına açık bir santral gibidir. Şeytan onunla kendini ifade eder. Onunla konuşur, onunla tesvîlât ve tezyinâtını yapar.

* Nefis, insan bünyesinde şeytana santrallik yapmaktan kurtarıldığı takdirde, “mahiyet-i nefsü’l-emriye”si itibarıyla yerlerde sürüm sürüm sürünen bir sürüngen iken âdeta sırlı bir metamorfoz görmüş gibi birdenbire başlarımız üstünde pervaz eden bir güvercine dönüşüverir. Ve adına Cenâb-ı Hakk’ın,  “Kendini sorgulayıp kusurlarına pişmanlık duyan nefse and olsun.” (Kıyâmet Sûresi, 75/2) iltifatkâr sözleriyle taltif edilir. İki adım daha atınca,  “Ey itminana ermiş nefis, sen Rabb’inden, Rabb’in de senden razı olarak dön Rabb-i Kerimine.” (Fecr Sûresi, 89/27-28) teveccüh esintileriyle okşanır ve ruhun gidip yaslandığı aynı kanepeye yaslanır.

 “Kendini sorgulayıp kusurlarına pişmanlık duyan nefse and olsun.”

* Nefs-i levvâme; kendisini sorgulayıp levm eden, kınayan nefis demektir. Bu nefis mertebesindeki bir insan, işlediği günahlar karşısında, iç dünyası itibariyle devamlı kendini sorgulama içindedir. Bu itibarla da, düşer-kalkar ama yerinde tevbe eder ve nefsine karşı metafizik gerilime geçmeye çalışır.

* Nefs-i levvâme mertebesindeki bir insan, limandan açılmış, rıhtımdan fırlamış ve O’na doğru yürümeye -bu yürüme kalbîdir ve tamamen sâlike ait bir keyfiyet sayılır- başlamıştır ama o, yine de yer yer sapmalar yaşar.. kaymalara maruz kalır.. bazen hatalar gelir sevapların çehresini karartır ve hayatında güzellikleri çirkinlikler takip eder.. sık sık sürçer ve düşer; sonra da her defasında nedametle toparlanır.. istiğfarla hem günahlarından arınır hem de şer temayüllerinin kökünü kesmeye çalışır ve ümitle yoluna devam eder. Sadece bunları yapmakla da kalmaz; sürekli nefsini kınar.. vicdan azabıyla kıvranır.. zaman gelir iç ızdıraplarını gizli iniltilerle seslendirir ve zaman gelir halvet koylarına koşar, duygularını gözyaşlarıyla münacatlaştırır ve hep inler durur.

* Nefs-i levvâme çok kıymetlidir, çünkü meselenin ilk adımıdır; adeta amelin niyeti gibidir. Onun için Allah (celle celaluhu) “Kendini sorgulayıp kusurlarına pişmanlık duyan nefse and olsun.” (Kıyâmet Sûresi, 75/2) buyurarak onun üzerine kasem etmiştir.

 Nefis, kendi istek ve arzularından vazgeçip Hakk’ın muradının itirazsız mümessili hâline gelmiş ise artık “nefs-i râziye” olarak anılır.

* Eğer nefis; sadece hayvanî ve cismanî arzularını yaşıyorsa, buna “nefs-i emmare” veya “nefs-i hayvanî” denir. Din u takva yolunda yürümekle beraber, sık sık düşüp kalkıyor ve her defasında kendini sorgulayarak Rabbine yöneliyorsa, buna da“nefs-i levvame” adı verilir. Fenâlıklara karşı bütün bütün tavır alıp yüzü hep Rabbine müteveccih bulunuyor ve safveti ölçüsünde ilâhî mevhibelere de mazhariyet kazanıyorsa ona “nefs-i mülheme” tabir edilirİhlâs-ı etem ve ubudiyet-i kâmile içinde Rabb’i ile münasebet ve muamelesi açısından vicdanı tam oturaklaşmış ise böylesi bir nefis “nefs-i mutmainne” adıyla yâd edilir. Nefis, kendi istek ve muratlarından vazgeçip Hakk’ın muradının itirazsız mümessili hâline gelmiş ise artık “nefs-i râziye” olarak anılır. Hak hoşnutluğunu en büyük bir gaye hâline getirmiş ve her zaman o istikamette davranıyor, o hedefi gözetliyor,“Ben razı oldum, Sen de razı ol!” mülâhazalarıyla dolup boşalıyorsa, bu nefis de “nefs-i mardıyye” şeklinde adlandırılır. Bunun ötesinde, istidadı elveren ve ilâhî sıfatlarla ittisafa açık peygamberâne azim sahibi bir nefis de “nefs-i kâmile” veya “nefs-i sâfiye/zekiyye” unvanını alır.

* Bazı Hak dostları rıza meselesini terakkî (kulun Yaratıcı’ya yönelip yükselmesi) açısından ele almışlar, önce kulun kalbinde Cenâb-ı Hakk’a karşı bir meyil, bir sevgi olması gerektiğini söylemişlerdir. Yani, O’nun rızası peşinde koşturuyorsanız, O da size rızasını yâr eder. Teveccühe teveccühle, nazara nazarla mukabelede bulunur. “Allah’ı Rab, İslâm’ı din, Hazreti Muhammed’i (aleyhissalatü vesselam) nebî kabul edip razı olan, imanın mânevî zevkini tatmış olur.”hadisi de, başlangıç itibarıyla rızânın irâdî ve kulun kesbine bağlı bulunduğuna, nihayetinin de Cenâb-ı Allah’ın rahmetine ait bir mevhîbe olduğuna işaret etmektedir.

* Ehlullah’tan bazıları ise meseleye tedellî (en âlâdan başlayıp aşağı doğru gitme) zaviyesinden yaklaşmış ve “Allah sevmeyince siz sevemezsiniz; O sizden razı olmayınca, siz rıza ufkuna ulaşamazsınız.” demişlerdir. Onlar biraz da eşyanın perde arkasına göre hüküm verdiklerinden dolayı, Cenâb-ı Allah’ın rızasının önce geldiğini, kulun Allah’tan hoşnut olmasının ise onu takip ettiğini söylemişlerdir. Nitekim ayet-i kerimelerde “Allah onlardan, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır.” (Maide, 5/119; Beyyine, 98/8) denilmiş ve önce Allah’ın hoşnutluğu zikredilmiştir.

 Allah’ın sizden razı olup olmadığını bilmek istiyor musunuz? Özellikle musibet anlarında kalbinize nazar edin!..

* Belalar gelip çarptığı zaman, musibetlere maruz kaldığımız zaman, dehrin hadiseleriyle preslendiğimiz zaman, zalimlerin gadrine/zulmüne uğradığımız zaman  “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.” diyebiliyor ve O’nun kaderini/kazasını içimizde memnun olabileceğimiz en büyük bir armağan şeklinde duyabiliyorsak, Allah bizden razı demektir.

* Bütün musibetlere rağmen, her zaman içinizden kopup gelen, dilinize “Ne diye duruyorsun!?.” diyen, dudaklarınıza “Ne diye duruyorsunuz?!.” diyen, ses tellerimize “Ne diye duruyorsunuz!?.” diyen bir heyecan ve coşkuyla,  “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.” ikrarını seslendirebiliyorsanız, demek ki Allah sizden hoşnut. Demek ki O sizden razı olduğu için siz de oturup kalkıp hep aynı şeyi telaffuz ediyorsunuz.

* Fakat öyle bir şey yoksa, kendinizi yıkılmışlık içinde görüyorsanız, iflas içinde görüyorsanız, “Bu iş bitmiştir!” mülahazalarına kapılıyorsanız; bir kısım gafillerin söylediği gibi “Niye bunlar başımıza geldi? Ne ettik ki biz? Neden bütün bunlar gelip gelip beni buluyor, bana tosluyor? Neden balyozlar benim başıma inip kalkıyor?!.” şeklinde mırıldanıyorsanız, demek ki bir yönüyle O’nun rızasıyla sizin idrak ufkunuz arasında bir kısım haileler, perdeler oluşmuş. O yine kullarından razı olacak ama siz şikâyetlerinizle, kadere taş atmak suretiyle O’ndan gelecek rıza tayflarının önünü kesmiş oluyor ve gönlünüzü rıza tayflarından mahrum ediyorsunuz. Oysaki burada O’nun kazasına rıza, öbür tarafta Rıdvan’ına mazhariyetin en önemli vesilesidir.

 Kendisini sürekli sorgulayıp nefsini yerden yere vurmayan bir insan, kaderi ve başkalarını yerden yere vurur.

* Nur Müellifi, “Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye gururlanma. ‘Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da te’yid ve takviye eder.’ hadisi sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racul-i fâcir bilmelisin. Hizmetini ve ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü, vazife-i fıtrat, farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucub ve riyadan kurtul.” demiştir. Demek ki, nefis tezkiyesine nâil olamamış bir insan, dine ve diyanete hizmet ediyor olsa bile, gurur, ucb ve riyaya düşmemek için çok temkinli hareket etmeli ve kendisinin de bir racul-i fâcir olabileceğini düşünüp titremelidir. Hizmetlerinden dolayı asla şımarmamalı, gurura kapılmamalı ve kendisini emniyette saymamalıdır; aksine, Allah yolundaki mücahedesini tabii bir vazife, bir kulluk borcu ve o zamana kadar lutfedilen nimetlerin şükrü kabul etmelidir. Şahsı itibarıyla fısk u fücura açık olduğunu hep hatırda tutmalı, nefsi ile başbaşa kaldığında her haltı karıştırabileceğine inanmalı; dolayısıyla her zaman Allah’a sığınmalı ve eksiklerine, kusurlarına, hatalarına ve günahlarına rağmen hâlâ imana hizmet dairesinde bulunuyor olmasını büyük bir arınma fırsatı olarak görmelidir.

* Kendini yerden yere vurmayan bir insan, kaderi yerden yere vurur. İnsan kendini debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi vurmalı ki, işe yarar hale gelsin.

* Cenâb-ı Hak, “İfk Hadisesi” münasebetiyle öyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Şeytanın adımları ardınca gitmeyin. Kim şeytanın izinde giderse, bilsin ki o, daima ve ısrarla çirkin, fena ve gayr-ı meşrû işleri teklif ve telkin eder. Eğer Allah’ın üzerinizdeki lütf u keremi ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiç kimse (inanç, düşünce, davranış ve karakterinde) katiyen paka çıkamazdı. Ancak Allah, dilediğini temizler ve paka çıkarır. Allah, her şeyi hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Nûr Sûresi, 24/21)

* Başkalarında değil, kendisiyle yüzleşen insanlarda hesap ve akıbet endişesi olur. Hâliyle ve akıbetiyle alâkalı endişe duyma meselesi, hayalinden geçen şeylere bile hesap soran muhasebe insanlarının işidir. Hâlbuki akıbetinden endişe etmeyenin akıbetinden endişe edilir.

19 Ağustos 2016 10:40
DİĞER HABERLER