Gurbette ondördüncü seneye basarken 5 Mart 2007 günkü Bamteli sohbetinde Türkiye'ye duyduğu özlemini, rüyalarını ve hasretini dile getiren Hocaefendi "Ülkemin yol kenarlarındaki kahvehanelerini bile özledim" diyordu.
Bu dosyada öncelikle Hocaefendi'nin hasret ifade eden sözlerini aktaracak, ardından da 1959 yılında Erzurum'dan ayrılarak Edirne'ye gelişi ile başlayan 50 yıllık gurbet sürecine göz gezdireceğiz. Hocaefendi 5 Mart 2007 tarihli Bamteli sohbetinde şöyle diyordu:
"Rüyalarımda şimdiye kadar -hilaf olmasın- belki on defa gördüm. Bir defasında giderken, geçeceğim delik o kadar dar ki, ancak bir kolum girecek kadar. Zorluyorum ama geçemiyorum. Vazgeçip geriye dönüyorum. Yine geçeceğim veya ineceğim yerde hızlı trenler gelip geçiyor, Japon trenleri gibi çok hızlı. Bu defa yine orada binemeden dönüp vazgeçiyorum. Böyle buna benzer çok şeyler gördüm.
Fitne ve fesadın gemi azıya aldığı dönemde gördüğüm rüyada her tarafı sular kaplıyordu. Bir gemiye kendimi binmiş gördüm. Sanki böyle İzmir'de veya İstanbul'da yüzüyorum. Bir ara sahile çıktığımı görmüştüm. Meğer Christoph Colomb'un çıktığı sahilmiş orası.
Bu yakında da bir rüya gördüm. Yıkık köprülerden, yollardan geçtim ama yine de gidiyordum. İşte o yıkık köprülerden geçerken devrilecek gibi oldu ama devrilmedi. Geçtik öbür tarafa. Hayli yürüdüm, sonra geriye döndüm baktım ki yine aynı yere dönmüşüm. Kendime göre yine bir manâ çıkardım. Fakat bunlar objektif değil, benim için karar verme mevzuunda mutlak belirleyici faktörler değil.
Ama siz bana deseniz ki, "Ahir ömrünüzde sizin orada olmanız daha isabetlidir, şayet ölürseniz ve eğer izin verirseniz, babanızın-annenizin yanına gömülmeniz daha maslahattır, hatta kuvve-i maneviye adına korkuluk gibi orada durmanız yararlı olur" filan deseniz, zannediyorum düşüncelerimi bir daha gözden geçiririm. Köprü yıkıkmış, yol harapmış oraya varılmazmış, yollarda seller varmış önemli değildir.
Genel ahlakımız budur bizim. Bir sahabe ahlakı gibi, hafif bir işaret, hafif bir imâ, bizim için yer değiştirme adına yeter de artar. Kalkar gideriz yani. Dünyayı terk etme adına da olsa, hangi delikten öbür tarafa geçelim deriz.
İşte o deliklerden rüyada geçemedim. Geldim, kendimi burada buldum. Ama sübjektif şeyler bunlar. Bunlarla karar verme doğru değildir. Yine meşveret etmek lazım, genel kanaat olarak bana "oraya gitmeniz lazım" diyorsanız, çok rahatlıkla bulunduğum bu yeri terk eder oraya gidebilirim.
Şimdi, bu odaya girerken bile vatan hasreti gözümde tüllenince gözlerim doldu. Siz bilemezsiniz onu. Ben o ülkenin (Türkiye) yollarının kenarındaki kahvelerinin bile hasretini çekiyorum. O ayrı bir mesele. Fakat hakkımızda, Hakk'ın ötelerde takdir buyurduğu şeye saygılı olmak ayrı bir şeydir. Hakk'ın takdirini takdirlerinize tercih etmeniz lazım sizin."
11 Mart 1966: İzmir'e Tayin Edildi
Fethullah Gülen Hocaefendi, 1959 yılında Edirne'ye geldi. Üç seneye yakın vazife yaptıktan sonra 1961 yılı Kasım ayında askere gitti. Önce Ankara Mamak'a gitti ve 1963 yılı Ekim ayında İskenderun'da askerliğini tamamladı. Erzurum'a döndü ve beş altı ay kadar Erzurum'da kaldı. Erzurumlular onu bir sene önce hava değişimi sırasında verdiği vaazlardan ötürü "Edirneli Hoca" diye tanıyorlardı. 1964 yılı Ramazan ayında[1] artık Erzurum'daydı. Bir süre Erzurum'da kaldıktan sonra 1964 yılı baharında Erzurum'dan Edirne'ye döndü. Bu dönüş onun Edirne'de ikinci döneminin başlangıcıydı. Daha önceden vaizlik vesikası da olduğu için 4 Temmuz 1964'te Kur'an Kursu öğreticiliğine tayin edildi. Yine bir taraftan da vaazlarına devam etti.
1965 yılı Ramazan Bayramı'nda Edirne'de verdiği bayram vaazından dolayı takibe alındı. Vaazda kullandığı ifadeler çarpıtılarak hakkında soruşturma açılmıştı. Bu yüzden sürekli tazyik ve baskı altındaydı. Ankara'ya giderek başka bir yere tayin edilmesini istedi. 23 Temmuz 1965 günü Kırklareli'ne tayini çıktı. Edirne'den ayrılarak yeni görevine başlamak üzere Ağustos 1965'te Kırklareli'ne gitti. Burada 11 Mart 1966 tarihinde İzmir'e tayin oluncaya kadar yaklaşık 8 ay kadar vazife yaptı.
Ne var ki Fethullah Gülen Hocaefendi, Kırklareli'nde de rahat bırakılmadı. Evinin bulunduğu sokağın her iki başında sivil polisler bekliyordu. Her hareketi gözlem altındaydı. Bir süre izne ayrılır ve yine Ankara'ya gider. Diyanet İşleri Başkanlığında Yaşar Tunagür Hocaefendi'yi ziyaret eder. Yaşar Tunagür Hocaefendi, kendisini Edirne'den tanıdığı için onu İzmir'e tayin etmeyi düşünmektedir. Neticede 11 Mart 1966 tarihinde İzmir'e tayini yapılır. 21 Mart 1966 tarihinde de Kırklareli'ndeki dostlarıyla vedalaşarak İzmir'e gider. Gerisini Fethullah Gülen Hocaefendi'nin ifadelerinden aktaralım.
"İzine ayrılıp küçük bir Türkiye seyahatine çıktım. Çeşitli yerlerdeki dostlarımı ziyaret ettim. Seyahatim kırk gün kadar sürdü. Halbuki izin sürem yirmi gündü. Ankara'ya uğradım. Yaşar Tunagür Hocaefendi Diyanet İşleri Reis Muavini olarak Ankara'ya gelmişti. Ona durumumu anlattım. Geçmiş günler için rapor alınamayacağını söyledi. Meğer aklında başka bir düşünce varmış. İzmir'den ayrılırken onlara kendi yerine beni göndereceğini söylemiş ve benden sitayişkarane bahsetmiş. Bana "Bir dilekçe yaz ve İzmir Vaizliğini iste" dedi. Ben, aniden böyle bir teklifle karşılaşınca şaşırdım. "İzmir büyük yer, beni yutar. Mümkünse beni şarkta küçük bir vilayete verin" dedim. O ısrar etti. Bir başkasına dilekçe yazdırdı, bana da zorla imzalattı. Daha sonra da kararnameyi Diyanet İşleri Reisi Elmalı'ya imzalattı. Kendi imzalamadı. Bu Yaşar Hocaefendi'nin her zamanki temkinli davranışlarından biriydi. Kırklareli'ne geldiğimde ilk işim müftüye tayinimi duyurmak oldu."
Fethullah Gülen'in 1965'te Kırklareli'nde vaaz verdiği Hızırbey Camii
21 Mart 1966: Kırklareli'nden Ayrıldı
Ankara'dan döner dönmez Kırklareli müftüsü ile görüşen Fethullah Gülen, İzmir'e tayin edildiğini bildirdi ve hemen İzmir'e gitmek için hazırlıklara başladı. Kırklareli valisi Nail Memik 25 Mart 1966 günü İçişleri Bakanı Faruk Sükan'a bir yazı gönderdi. Yazıda "Fethullah Gülen, İzmir Merkez Vaizliğine ve İzmir Kestanepazarı Yurt Müdürlüğüne tayin edilmiş ve 21.03.1966 Çarşamba günü yeni memuriyet mahalline gitmek üzere ilimizden ayrılmıştır." deniliyordu.
Bundan tam kırkbir yıl önce Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Kırklareli'nden ayrılışına dair Kırklareli'nde mahalli olarak yayınlanan Yeşilyurt gazetesinin 28 Mart 1966 günkü sayısında bir haber yayınlandı. Haberde şöyle deniyordu:
"Bir yıla yakın süredir şehrimizde vaizlik görevinde bulunan genç vaizlerimizden Fethullah Gülen, İzmir Merkez Vaizliğine atanmıştır. Verdiği vaazlarla aydınların dikkatini üzerine çeken Fethullah Gülen'e yeni görevinden başarılar dileriz."
Fethullah Gülen Hocaefendi Kırklareli'nden ayrılışını şöyle anlatıyor:
"Kırklareli'nden ayrılışım adeta bir merasim oldu. Arabalar tuttular ve beni Edirne'ye kadar tekbirlerle, salâvatlarla getirdiler. Edirne'deki dostlarla görüşüp vedalaştım. İstanbul'a geldim ve İzmir'e gitmek üzere trene bindim."
25 Mart 1966: İzmir Kestanepazarı'na Geldi
Yaşar Tunagür Hocaefendi'nin 1965 yılı sonbaharında Ankara'ya Diyanet İşleri Başkan vekili olarak tayini çıktı. Kestanepazarı'ndaki talebeler veya camiye gelen esnaftan önde gelen insanlar Yaşar Tunagür Hocaefendi'nin vaazlarını takip edenler Hoca'nın gideceğini duyunca "bizi kime bırakıp da gidiyorsunuz?" deyince, Yaşar Hoca onlara "Size öyle kıymetli birisini göndereceğim ki, kısa bir müddet sonra beni bile unutacaksınız" diyordu. Onlara isim vermiyordu. Fakat kafasında sadece tek isim vardı. O da henüz 27 yaşında genç bir hoca olan Fethullah Gülen Hocaefendi'den başkası değildi.
11 Mart 1966 günü İzmir merkez vaizliğine tayin edilen Fethullah Gülen Hocaefendi, 10 gün sonra 21 Mart 1966 tarihinde Kırklareli'nden ayrıldı ve İzmir'e gitmek üzere yola çıktı. Önce Edirne'ye uğradı. Orada askerlik öncesi ve sonrasında toplam 4 yıllık bir vazifesi vardı. Epeyce dost edinmişti. Esnaf, eşraf ve bürokrasiden çok tanıdıkları vardı. Vedalaşmak için onlara uğradı. Orada bulunan eşyalarını da alarak İstanbul'a geldi. İstanbul'dan da trenle İzmir'e gitti. İzmir'deki ilk günleri şöyle anlatıyor:
Kestanepazarı'nda İlk Günler
Geleceğimden kimseye haber vermemiştim. Elimde iki çanta Kestanepazarı'na vardım. Faytondan indiğimde beni ilk karşılayan İsmail Türe Bey oldu. Çantalarımı aldı. Daha caminin dış kapısında cemaat beni coşkun bir alaka ile karşıladılar. Eşyamı müdür odasına koydum. Küçük bir cam dolap vardı. Getirdiğim eşyayı oraya yerleştirdim. Gece gündüz kullandığım, açılıp kapanan bir koltuk vardı. Gündüzleri onu koltuk olarak, geceleri de yatak olarak kullanıyordum.
İlk müşahedeme göre, devamlı olarak talebenin başında bulunmamda zaruret olduğu kanaatine vardım. 24 saat hiç uyumamam icab ediyordu. Talebenin umumi durumu bunu gerektiriyordu. Devamlı riyazetten bünyem iyice zayıf düşmüştü. Buna rağmen bir-iki saat uyku ile yetiniyordum. Bazen sabaha kadar beklediğim ve hiç uyumadığım olurdu. Geceleri birkaç defa banyoları, tuvaletleri ve yatakhaneleri dolaşır talebeyi kontrol ederdim. Bir taraftan talebe ile yakından ilgileniyor, diğer taraftan da gördüğüm gayr-i nizami durumları düzeltmeye çalışıyordum. O sene tedrisat döneminin bitimine iki-üç ay kadar bir müddet vardı. Ve o sene öyle geçti.
Son sınıf talebelerinden birkaç asi çocuk vardı. Yaşları da büyüktü. Söz dinletmek mümkün değildi. Benden evvelki idareciler tarafından şımartılmışlardı. Başka çarem olmadığını anlayınca, bunlardan bir-ikisine güzel bir meydan sopası attım. Bir kısmı okulu bitirip gitti, diğerleri de kuzu gibi oluverdi.
Genç Bir İdareci İdi
Yaşım yirmi altı veya yirmi yedi dolaylarındaydı. Onun için hem talebeler hem de hocalar benim idareci olarak gelmemi yadırgamışlardı. Hatta hocaların içinde, hem de bana duyuracak şekilde "Yaşar Hoca, bula bula bu çocuğu mu bulup gönderdi" diyenler oluyordu.
Altı ay kadar sonra, bana kalacak bir yer yaptılar. Burası tahta bir barakaydı. Eni de boyu da iki metre genişlikte bir yerdi. Ben ilk altı yedi ay, hep müdüriyette kaldım. İş oturuncaya kadar sırtımı yere koymadım, diyebilirim.
Kulübemi çok seviyordum. Küçük bir yerdi. Uzansam ayaklarım duvara değerdi. Helası, lavabosu yoktu. Ellerimi dışarıdaki bir bidondan yıkıyordum. Fakat bu küçük oda, beni doyuracak seviyede hizmet veren yerlerden biri oldu. Çok mütevazı ve sade bir yerdi; fakat daha sonra meydana gelecek nice hizmetlere işte bu oda analık yapmıştı. Bir han gibi işlerdi orası... Bazen Ali Rıza Güven Bey, Sacid Bey ile beraber, bazen Saffet Solak Bey bazen de bir başkası gelirdi. Ben de hususi çay yapar ve ikram ederdim. Ali Rıza Güven Bey, o tatlı sesiyle telefon eder ve "Hocam, çay hazır mı?" derdi. Veya ben açardım telefonu "Ağabey, çay hazır" derdim. Gelirdi. Evliya gibi bir insandı.
Gurbet Dergisinde Yazıları Çıkıyordu
Abdullah Aymaz ve Fehmi Koru gibi İmam Hatip Lisesi'nde okuyan talebeler üç ayda bir "Gurbet" adında bir dergi çıkarıyorlardı. Fethullah Gülen Hocaefendi Kestanepazarı'na gelince bu dergiyi yakından gördü. Kendisinden yazı istendi. Böylece Gurbet dergisinde dört yazısı çıktı. Hocaefendi'nin yazdığı yazılar ve tarihleri aşağıdaki gibidir:
Gurbet (Sayı 09) 01.04.1966
İnanıyor muyuz? (Sayı 10) 01.07.1966
Seni Anlayamadık (Sayı 11) 01.10.1966
Kapına Geldik (Sayı 12) 01.01.1967
Fethullah Gülen Hocaefendi Gurbet Dergisi ile ilgili hatıralarını şöyle anlatıyor:
İzmir Kestanepazarı'na geldiğim zaman orada Gurbet mecmuası çıkıyordu. Oradaki talebe arkadaşlar benim müsvedde mahiyetindeki bazı yazılarımı o dergide yayınladılar.
Derginin tahrir ve yazar heyeti içinde beşinci sınıfta okuyan Abdullah Aymaz, Mehmet Binici ve Fehmi Koru vardı. Başlarında da İmam Hatibi bitirmiş Ihsan Emci ve Osman Eskicioğlu vardı. Bunlar orada hakimdi. Daha evvel Yaşar Tunagür Hocaefendi'ye bir iki yazı yazdırmışlar. Kaçıncı sayıdan itibaren bilemiyorum ben de öyle aceleden karaladığım, o gün için o dergide bir kaç yazım çıktı. O mecmuayı da seviyordum. Evet mecmuanın adı "Gurbet" idi. Benim orada ilk yazdığım yazının adı da Gurbet idi. "Sen de gurbettesin" diye bitirmiştim. Aklımda kaldığı kadarıyla tabii bugünkü gibi çok tahkik, tasnif falan olmuyordu. Çok hatalı da olabilir. Fakat ruh, Azerilerin dediği gibi "yine o benim ruhumdur" yani.
Tabii o sırada bir şeyler yapmaya çalıştık. Ama o da uzun ömürlü değildi ve sadece İzmir çapında çıkıyordu. İki veya üç bin belki ancak basıyordu. Kalanları da dağıtıyorlardı.
İlk Sahip Çıkanlar
Fethullah Gülen Hocaefendi İzmir'de vaizliğin yanı sıra Kestanepazarı Kur'an Kursu Derneğinde gönüllü olarak öğreticilik ve idarecilik yaptı. Kestanepazarı Camii'nde her Cuma vaaz verdi. Hafta sonunda Cumartesi-Pazar günleri Ege'de Aydın, Ödemiş, Tire ve Salihli gibi civar il ve ilçelerde vaazlara gitti. Kahve sohbetleri yaptı ve konferanslar verdi. 1966 Mart ayında başlayan ve 1970 yılı Mayıs ayına kadar süren yaklaşık 4 yıllık Kestanepazarı hayatı Fethullah Gülen Hocaefendi'nin İzmir'deki ilk dönemini teşkil eder. Bu dönemde kendisine ilk sahip çıkan vefalı dostlarını şöyle anlatıyor:
Bana ilk sahip çıkan Mustafa Birlik Bey oldu. Yusuf Pekmezci Bey ise, dıştan bir insan, cami cemaatinden biri olarak yanıma gelir giderdi. Çok samimi bir insandı. Her konuşmadan sonra, ağlayarak sarılır ve alnımdan öperdi. Mehmet Metin, Hüseyin Çağdır[2], Sami Bey de alaka gösterdiler. Sami Bey kısa bir müddet, Güzelyalı'daki yurtta da idarecilik yaptı. Bunlar iman hizmetine yürekten gönül vermiş hasbilerdi.
Ali Rıza Güven Bey, dernek başkanıydı. Dernekte en çok sözü geçen oydu. Gıyabımda beni takdirle yâd ettiğini ve bir gün idarecileri toplayarak "Bu hoca, buranın yemeğini dahi yemiyor. Eğer onu rahatsız edici bir tavrınız olursa, hepinizi buradan atarım" dediğini, daha sonra duydum. Kısa bir müddet sonra da, gerek talebe, gerek idarecilerin büyük çoğunluğu, gerekse hocalar beni kabullendiler ve aramızda ciddi bir kaynaşma oldu.
Benden evvel, Ali Rıza Güven Bey, her sabah gelir talebeleri kontrol edermiş. İlk günlerde sık gelirdi. Fakat beni hep ayakta ve talebelerin başında buldu. Bir gün "Hocam artık burası bütünüyle size emanet. Benim gelmeme gerek kalmadı" dedi. Ve ondan sonra da kontrol maksadıyla yurda hiç uğramadı.
Ali Rıza Güven Anlatıyor
28 Haziran 2006'da vefat eden rahmetli Ali Rıza Güven Bey o günleri şöyle anlatıyor:
Yaşar Tunagür Hocaefendi Ankara'ya gidecekti. Kendisinden yerine mutlaka birini bulmasını talep ettik. Zaten aldığımız söz üzerine gidişine muvafakat ettik. O da Hocaefendi'yi gönderdi.
Hepimiz onu çok genç bulmuştuk. Acaba Yaşar Hoca'nın yerini doldurabilecek miydi diye. Fakat o çok kısa zamanda tereddüt ve kuşkumuzun yersizliğini ispat etti. Onu, tahminimizin çok üstünde, alim, faziletli, feragat sahibi ve çalışkan bir insan olarak bulduk. Disiplinine hayran olmamak mümkün değildi. Hem derslere girer hem de talebenin sevk ve idaresiyle meşgul olurdu.
Kendisini gün aşırı ziyaret ederdim. Küçük odasında -ki bir insan uzansa ayağı duvara değerdi-beraberce çok çay içtik. Çayı, Hocaefendi kendi elleriyle demlerdi. Odasında küçük bir elektrik sobası vardı. Bununla ufak tefek ihtiyaçlarını görebiliyordu. İkili sohbetlerimizi ve bazen de dertleşmelerimizi çoğunlukla bu çay vaktinde yapardık. Vakit olarak da ekseriyetle ikindi namazından sonra olurdu.
İmam Hatip Okulunun döşemeleri için İzmir'in zengin bir kadınına beraberce gitmiştik. Prensiplerine aykırıydı, fakat fedakarlık yapmıştı. Onun bu fedakarlığını hiç unutamam..
Hocaefendi beş sene kadar Kestanepazarı'nda hizmet verdi. Bu zaman zarfında yetişen talebeler çok daha başka yetişmişlerdi. Şuurlu ve ruh köklerine bağlı birer insan oldular.
Talebelerin herşeyi ile bizzat meşgul olurdu. Dersleriyle, terbiyeleriyle ve sosyal durumlarıyla.. O hem yurt müdürü hem de başöğretmendi. Yetişen talebeler de ona göre ihlaslı ve samimi oluyordu. Bu farkı her zaman hissetmişimdir.
Kestanepazarı Camiinde verdiği vaazlar da çok ilgi topluyordu. Zaten içi dolu bir insandı. Ancak içindekileri aktarabilmede de çok mahirdi. Seçkin bir hitabet tarzı ve üslubu vardı. İkna gücü çok kuvvetliydi.
Vaazlarında işlediği konular, her seviyedeki insanı tatmin ediyordu. Onun vaazlarına kim gelse ve dinlemesi peşin bir hüküm sebebiyle değilse mutlaka çok beğenirdi. İlmî ve teknik ağırlıklı konuşuyordu. Zaten bütün, vaazları çokları tarafından teyplerle kaydediliyordu.
Yaşar Tunagür Hocaefendi
30 Nisan 2006 tarihinde İstanbul'da vefat eden Diyanet İşleri eski başkan yardımcısı Yaşar Tunagür o dönemde Kestanepazarı'nda bulunuyordu. Ankara'ya tayin olduktan sonra Hocaefendi'yi İzmir'e tayin etmişti. Yaşar Tunagür şöyle anlatıyordu:
1965 yılında benim İzmir'den ayrılmam icap ediyordu. Diyanet İşleri Başkanlığı Yardımcılığına tayinim çıkmıştı. Ankara'ya davet edilmiştim. Kestanepazarı'ndan ayrılmak beni üzecekti. Ancak Ankara'da daha çok hizmet imkanı bulabileceğim düşüncesi üzüntümü hiç olmazsa biraz hafifletiyor ve bana teselli kaynağı oluyordu. Halk durmadan gelip soruyordu. "Bizi kime bırakacaksın" diyorlardı. Ben ise onları teselli ediyor ve "Size öyle kıymetli birisini göndereceğim ki, kısa bir müddet sonra beni unutacaksınız diyordum. Onlara isim vermiyordum. Fakat kafamda sadece tek isim vardı. O da Fethullah Hoca'dan başkası değildi. İkinci bir isim, ihtimal dahilinde bile olsa aklıma gelmedi. Ankara'ya gider gitmez de ilk işim Hocaefendi'nin tayinini İzmir'e yapmak oldu. Ve böylece bu müessese ehil bir insana teslim edilmiş oldu.
İnsanı hangi ameli kurtaracaktır, bunu ancak Cenabı Hakk bilir. Fakat ben kendi namıma şöyle düşünüyorum: "Ahirette beni kurtarmaya vesile olacak hiçbir amelde bulunmadım. Sadece bir işe vesile oldum ki bütün ümidim ondadır. O da Fethullah Efendi'yi İzmir'e tayin etmiş olmamdır. Evet, beş senelik Diyanet İşleri Reis Muavinliği döneminde yaptığım en hayırlı iş odur."
Cahid Erdoğan
10 Haziran 1991'de vefat eden "Tuzcu Cahit" lakabıyla bilinen Cahit Erdoğan, Hocaefendi hakkında şöyle anlatıyordu:
Çiğli'de bir tuz fabrikam vardı. O gün için meşhur olan Tahir Büyükkörükçü ve Yaşar Tunagür gibi hocaların vaazlarını kaydedip, civar bölgelerde dinletmeyi kendime göre bir hizmet telakki ediyordum. Bilhassa Yaşar Tunagür Hocaefendi'nin vaazları bana daha heyecanlı geliyordu. Onun için Yaşar Hocanın vaazlarının mümkün mertebe civara yaymaya çalıyordum.
Birgün Yaşar Hocanın tayini Ankara'ya çıktı. Diyanette Reis Muavini olarak vazife yapacaktı. İzmir'in ileri gelenleri bu tayinin durdurulması hususunda Yaşar Hoca'ya müracaat ediyorlardı. Birgün toplu halde gelip müracaat ettiler. Aralarında ben de bulunuyordum. "Bize, benim gitmeme üzülmeyin, ben size benden daha çok seveceğiniz birisini göndereceğim" dedi. Tabii ki orada bulunanların hepsi, bunu tahakkuku mümkün olmayacak bir teselli kabul ettik. Ve Yaşar Hoca gitti.
Gelecek şahsı merakla bekliyorduk. Ancak ben, o günün bütün meşhur vaizlerini tanıdığım için, gelen vaizin pek öyle Yaşar Hocaefendi'nin dediği gibi çıkacağına inanmıyordum. Derken Hocaefendi geldi. Dinlemeye gittim. Tabii ki teybimi götürmeye lüzum görmemiştim. Fakat o gün vaazı dinlerken beni bir pişmanlık aldı. Keşke bu vaazı kaydetseydim, diyordum. Vaaz bitmiş ben de bitmiştim. Hayatımda dinlediğim en tesirli vaazdı. O gün karar verdim. Bu şahsın vaazlarını zayi etmeyecek hepsini kaydetmeye çalışacaktım. Rabbime hamd ederim ki beni bu kararımda muvaffak kıldı. Ben kendime bunu birinci bir vazife kabul ettim ve bu günlere kadar, Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle getirdim. Ömrüm oldukça da aynı vazifeyi yürütmeyi düşünüyorum. Rabbim muvaffak kılsın.
Hocaefendi vaazlarının teybe kaydedilmesine razı değildi. Hiçbir zaman da razı olmadı. Ancak biz ısrar ettik. Onun razı olmayışını göz ardı ettik. Vaaz ve sohbetlerini kayda muvaffak olduk. İmam Gazali'nin bir sözü var: "Bazen emri dinlememek edeptir." der. Biz de bu yola süluk ettik.
Bu mevzuda Yaşar Hocaefendi çok müsamahakar ve lütufkardı. Hatta birgün kendisine "Hocam, dedim, ben bandı değiştirinceye kadar epey bir zaman geçiyor ve bu arada konuşulanları kaydedemiyorum. Bant bittiğinde ben size işaret etsem, bir müddet durur musunuz?" Verdiği cevap beni sevindirmişti:" Evet, dururum, işin bittiğinde yine haber verirsin" demişti. fakat Hocaefendi'ye böyle bir teklif götürmeye asla cesaret edemedim. Bu sebeple de makaralı teypten kasete geçeceğimiz ana kadar arada bazı cümleleri hep kaçırmış oldum. Şimdi ise tek kelimeye zayi etmeden kaydedebiliyorum.
Rahmetli Ahmet Feyzi Kul abi, pek vaiz beğenmezdi. Kendisine ne Tahir Hocayı ne de Yaşar Hocayı dinletmem mümkün olmadı. Zaten kendisi de alim bir zattı. Hocaefendi'nin İzmir'e gelişinin tahminen üçüncü haftasıydı. Ben vaaza giderken yolda Ahmet Feyzi Abi ile karşılaştım. Nereye gittiğimi sorunca vaaza gittiğimi söyledim. "Beraber gidelim" dedim, kabul etmedi. Israr ettim. Beni çok sevindirdi. Çok fazla ısrar edince teklifimi kabul edip geldi. Vaaz bitti, Cuma namazı kılındı, cemaat boşalmaya başladı. Ben de malzemeleri toparlıyorum. Baktım, Hocaefendi oturuyor, Ahmet Feyzi abi de birkaç saf arkada oturuyor. Hocaefendi yerinden doğrulunca o da ayağa fırladı ve koşup Hocaefendi'yle musafaha ettiler. Aralarında neler konuştular bilmiyorum; fakat bildiğim bir şey varsa Ahmet Feyzi abinin bu vaaza gelişinden gayet memnun olmasıydı. Çünkü biraz sonra yanıma gelip, "Sen haklıymışsın, bu diğerlerine benzemiyor" demişti. Bu cümleyi vaaza gelmeden evvel ben ona söylemiştim ve şimdi o da aynı kanaati benimle paylaşmış oluyordu..
...Ve Başka bir 21 Mart: Uzaklara, Hem de Çok Uzaklara Gitti
1999 yılı başka bir gurbetin başlangıcıydı. 33 sene evvel 21 Mart 1966 günü Kırklareli'nden İzmir'e giden Fethullah Gülen Hocaefendi, bu sefer yine bir 21 Mart günü okyanus ötesine, ABD'ye gidiyordu. Yüksek tansiyon, şeker ve kalp rahatsızlıkları vardı.
Kalbinde olağan dışı sıkışma hisseden Hocaefendi 31 Mart 2002 Pazar günü durumu iyice ağırlaştı ve yerel saatle 7.30'da acil olarak hastaneye kaldırıldı. 2 Nisan 2002 Salı günü doktoru Hüseyin Çopur tarafından bir basın açıklaması yapıldı ve yerel saatle 16:30 civarında hastaneden çıkarıldı. Fakat rahatsızlıkları bitmiyordu. Daha sonra 21 Ocak 2004 Çarşamba günü Philadelphia'nın Allantown kentindeki Heart Care Group kliniğinde bir ameliyat geçirerek kalbine stent takıldı.
Bütün bu şartlara rağmen sohbet ve yazılarına devam etti. Hayatı gurbetlerde geçen Hocaefendi 48 sene önce 1959 yılında Erzurum'dan ayrılarak Edirne'ye gitmişti. Cami pencerelerinde kalıyor, bazen aç, bazen hasta yine vazifesine devam ediyordu. Şimdi de öyle. Tansiyonu yükselse de, kalbi bazen sıkıştırsa da yine vazifesine devam ediyor.
Geriye Dönüp Bakacağımız Günler
Fethullah Gülen Hocaefendi yine başka bir mart günü olan 24 Mart 1990'da İzmir Hisar Camii'nde verdiği vaazında o eski günlere olan özlemini, yapılan hizmetlerin ne kadar bereketli ve samimi olduğunu ifade ederken Kestanepazarı Camii'nde geçen 4 yıllık görevi esnasında kaldığı "Kestanepazarı'ndaki tahta kulübeciğim" dediği kulübedeki günlerini anmadan geçemiyordu. O vaazında şu sözleri haykırıyordu Hocaefendi.
Size bir şey söyleyecek, bir şey diyecek güçte ve iktidarda değilim, inanın değilim. Belki bunlar sizin gelecekte iyi günleri idrak ettiğiniz zaman, geriye dönüp yüzüne bakacağınız günler olacaktır. Çok kimseler, tatlı günleri ilerde arayacak, fakat siz yer yer dönüp gerilere bakacaksınız. Alınlarında nur tele'lü' eden dırahşan çehreleri, evlerinizin çehrelerine bakacaksınız. Emeğinizle kurduğunuz yurtlarınızın çehrelerine bakacaksınız, okullarınızın çehrelerine bakacaksınız ve camileri lebâleb dolduran genç delikanlıların çehrelerini tahayyül edeceksiniz ve bir gün Sahabenin dediği gibi; "Hey gidi günler" diyeceksiniz, "Meğer tatlı günler o günlermiş" diyeceksiniz. Belki ben de öyle diyeceğim. Ama belki yerin altında, belki de yerin üstünde. Ben de öyle diyeceğim.
Hey gidi günler!
Hey gidi günler! Tam yaşanacak günlermiş, hiç durmadan gecelerinde koşulacak günler. Hiç durmadan soluk soluğa küheylanlar gibi gündüzlerinde koşulacak günler, utana utana, hicab ede ede, terleye terleye "ne olur Allah aşkına, coşun" denen günler!
Ben de diyeceğim, siz de diyeceksiniz. Belki bu hicranlı ve hasretli günler, bir gün gelecek "özlenen günler" olacak. Nesibe, yetiştiği gül devriyle şen, şâd ve hurrem değildi. O Uhud'u düşününce seviniyor ve gülüyordu. Sırtında yumruğun saklanacağı kadar büyük bir yarayı gösterdikleri zaman mesud ve bahtiyar oluyordu. Gül devrini yaşarken değil. Abdullah İbni Hüzâfetü's-Sehmî başının kaynayan sulara sokulduğu günleri hatırlıyor "Hey gidi günler!" diyordu.
Huzeyfe babasının evinden kovulduğu günü düşünüyor, "Hey gidi günler!" diyordu. Ammar yeldire yeldire geziyordu. Sırtında ateşlerin söndürüldüğünü düşünüyor "hey gidi günler" diyordu. Zübeyr bin Avvam hasırlara sarılıp yakıldığı günleri hatırlıyor, "Hey gidi günler" diyordu. Onlar "hey gidi günler"di. Çünkü o günlerde müminler, hiç bir şeye gönül kaptırmadan, başka hiç bir sevgiye dilbeste olmadan, turnikeye önce girmiş olmanın hakkını araştırmadan, hizmet karşısında hakk-ı temettu aramadan, sadece "hizmet diyor" ve yürüyorlardı.
"Hey gidi günler!" diyorlardı o çile günlerine, o ızdırap günlerine. Çünkü o günlerde "içlerinde Allah'ın hoşnutluğundan başka mülahaza" yoktu, çünkü o günlerde büyüklük yoktu, çünkü o günlerde herkes küçüktü, çünkü o günlerde herkes neferdi, çünkü o günlerde turnikeye evvel girmiş olmanın hesabını yapma yoktu. Çünkü o günlerde "Kün inde'n-nâs ferden mine'n-nâs." (insanlar arasında insanlardan bir insan ol) vardı.
"Ah! nankör nefsim!" sen de "hey gidi günler" diyeceksin. Kafanda hiç o türlü duygular ve düşünceler yoktu, dinleseler de dinlemeseler de alınmıyordun. Sekiz saat derse girdikten[3] sonra, iki yerde de akşam derse iştirak ediyordun. Bir cumartesi-pazar, burası Simav senin, orası Gediz benim, şurası da Demirci senin. Ve Pazartesi derslere yetişme de yine senin. Alınmıyordun, gönül koymuyordun, "dinleyen yok" diye üzülmüyordun, "tesir etmiyorum" diye müteessir olmuyordun.
Ah tahta kulübeciğim!
"Hey gidi günler!" ne kadar arkada kaldınız, bizden ne kadar uzaklaştınız, biz ne kadar büyüdük. Siz ne kadar küçük kaldınız, "ah eyyâmullah!", "Ah peygamber günleri!", "Ah hizmet günleri!", "Ah başka mülahazaların içine girmediği günler!" Biz büyüdükçe sizler arkada kaldınız. Benim Kestanepazarı'ndaki tahta kulübeciğimin içinde kaldınız! Ah tahta kulübem, her şey senin içinde kaldı gitti. Ah küçüklük, sen ne iyiydin, arkadaştık seninle ve yine "hey gidi günler..."
Ege'de Gezici Vaizlik
Hocaefendi "Hey gidi Günler"de bahsettiği "Sekiz saat derse girdikten sonra, iki yerde de akşam derse iştirak ediyordun. Bir cumartesi-pazar, burası Simav senin, orası Gediz benim, şurası da Demirci senin. Ve Pazartesi derslere yetişme de yine senin" dediği döneme ait anekdotlarını 1992 yılı mart ayında Zaman Gazetesi'nde yayınlanan Küçük Dünyam[4] adlı röportajda şöyle anlatıyordu:
İzmir'e tayin olunca bana, yarı resmi Ege'nin her yerinde vaaz etme salahiyeti verdiler. O sıralarda İzmir ve Aydın yöresinde Tahir Hocaefendi tanınıyor ve alaka da görüyordu. İzmir'e geldiğim ilk yıl ben Aydın'a da gitmiş hatta üç-dört gün kalıp vaaz da etmiştim. Ödemiş ve Tire biraz daha farklıydı. Tire'ye birkaç defa vaaza gittim. Oradaki arkadaşlar da hep geliyordu. Salihli'ye de giderdim. Yakın olduğundan Turgutlu'ya gitmem daha sık oluyordu. Denizli'ye de gittim. O devrede değil ama Isparta'ya da gittim. O sene, ertesi sene, kış olmasına rağmen Simav, Gediz ve daha uzak yerlere gidip sohbet edebiliyordum. Bir taraftan da İzmir'in içinde iki-üç yerde vaaz veriyordum. Aynı zamanda gitmeye çalışıyordum. Zaten her cuma Kestanepazarı Camii'nde vaaz veriyordum. Bunun dışındaki vaazları mümkün mertebe cumartesi pazar günlerine sıkıştırmaya gayret ediyordum. Demek ki bünyem mukavemetli imiş, dayanabiliyormuşum. Mesela, cumartesi gidip bir yerde vaaz veriyordum. Geceyi yolda geçiriyor ve ertesi gün de bir başka yerde vaaz veriyor ve hiç dinlenmeden o akşamı da yolda geçiriyor, derken ertesi sabah derse yetişiyor talebeye ders veriyordum. Böyle sıkı bir program ve yüklü bir çalışma tempom vardı. Önceleri gidip-gelmeleri umuma ait vasıtalarla yapıyordum. Daha sonra, Yusuf Pekmezci ve Köse Mahmut'la tanıştık. Onların da arabaları yoktu. Ama onlar araba kiralar ve gideceğimiz yerlere öyle giderdik.
Kestanepazarı Camii'nin Avlusu
Fethullah Gülen Hocaefendi, 17 Eylül 2003 tarihinde yayınlanan "Mebde'de Yenilik, Münteha'da Derinlik[5]" başlıklı yazısında 1966'lardan 1970'e kadar kaldığı Kestanepazarı'ndaki genel görüntüyü şöyle anlatıyordu.
Allah'ın yüce ve yüksek adının bütün dünyaya duyurulması beklentisi ve ümidi içinde olan bazıları bu uğurda vazife bildikleri şeyleri dur-durak bilmeden yapmaya devam etmişler. Meselâ, "bir yerde birisi vaaz ediyormuş" diye her hafta çok uzaklardan, kilometrelerce yolu kat ederek o camiye koşanlar olmuş. Konuşan şahıs değilmiş önemli olan onlar için. "Bizim arkadaşlardan birisi varmış, vaaz ediyormuş, genç biriymiş" deyip adeta nefes almaya gelmişler oraya. Şahsen ben Kestanepazarı Camii'nin avlusunu öyle görürdüm: Öğle namazı biterdi de İkindiye kadar sarmaş-dolaş bitmezdi. Birbirlerine sarılırlar, el sıkışırlar ve hasret giderirlerdi adeta. Ben de o tahta kulübeme çekilir, penceresinden temaşa ederdim bu manzarayı. Bana yeter de artardı bu. Mebde'de (başlangıçta) çalınan ve hemen tutan bir boya gibiydi bu manzara. Bir de bunun yanında bir boşalma zemini teşkil ederdi orası. O günkü insanlar belli bir derinliğe açılmaya hazırlardı. Ufukları derindi. Büyük şeylere dilbesteydiler. Yüksek mefkûreleri vardı. Her hareket, her kıpırdayıştan kendilerine göre çok büyük bir anlam çıkarıyorlardı.
Ayrı bir husus; güzellik paylaşması olurdu camide. Bakışlardaki anlamlılık bana çok tesir ederdi. Bazen o anlamlı bakışlar, tabir caizse bir matkap gibi içimi oyan o bakışlar bana daha önce planlamadığım çok şeyleri söylettirirdi. Adeta "şunu da de, bunu da söyle" der gibi yüzüme bakarlardı. Tamamen onlara ait ve yine tamamen o döneme ait bir hususiyetti bu. Bu sözlerim yadırganmamalı. Çünkü:
Siz de bir yerde, yeni bir ruh ve heyecanla ciddi bir sorumluluk yüklenirseniz
Kaf dağından daha ağır mesuliyetleri omuzlarsanız,
Yeniliği iliklerinize kadar duyarsanız,
Yeniliği duyan insanlarla yüz yüze gelirseniz,
Her gün birisine bir şey anlatma aşk, iştiyak ve şevkiyle canlı kalırsanız,
"Acaba şu insanın gönlüne nasıl girsem, bir ışık olsam da kalbine damlasam!"mülahazaları ile sabahlar ve akşamlarsanız. Evet, siz de böyle olursunuz.
********************************************************************
[1] 1964 Yılında Ramazan ayı 16 Ocak ile 15 Şubat tarihleri arasında olmuş
[2] Halı ticareti yapan Hüseyin Çağdır, 2 Eylül 2005 tarihinde İzmir'de vefat etti.
[3] Kestanepazarı Kur'an Kursunda girdiği dersler.
[4] Latif Erdoğan, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin hayatını anlatan uzun bir röportaj yaptı. Bu röportaj "Küçük Dünyam" adıyla Zaman Gazetesi'nde 2 Mart-4 Nisan 1992 tarihleri arasında 32 gün boyunca yayınlandı. Röportaj, daha sonra yapılan ilaveler ve düzeltmelerle Kasım 1995'te Milliyet Yayınlarından kitap olarak piyasaya çıktı.
[5] Kırık Testi; "Mebde'de Yenilik, Münteha'da Derinlik" başlıklı yazıdan; 17.09.2003
Kaynak: fgulen.com