''Gelin bir daha okuyalım İhlas ve Uhuvvet Risalelerini. Özel programlar yapalım. Birlik ruhunu güçlendirelim, tavsiyelere kulak verelim ve yeter artık Hocaefendiyi ağlatmayalım, güldürelim.''
Cemil Tokpınar / Tr724
HOCAEFENDİ’Yİ AĞLATMAYALIM!
Bundan birkaç yıl önceydi. Küçük oğlum evin salonunda oyuncaklarıyla meşguldü. Yeni bir yapboz almıştım, ondan ev yapıyordu. Ben kendi odamdaydım. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, güçlü bir ağlama sesiyle hemen salona koştum. Ağlayan bizim küçük çocuktu.
– Niye ağlıyorsun oğlum, dedim. Ne oldu?
– Baba, yaptığım ev yıkıldı!
Yapboz malzemeleriyle yapılan evin parçaları salona dağılmış, ufaklığın harcadığı emek boşa gitmişti. Acaba çok yüksek yapınca mı parçalar devrilmişti, bilmiyorum.
– Olsun oğlum, tekrar yaparsın, bunun için ağlanır mı, dedim.
Çocuk içini çeke çeke hem ağlıyor hem bana cevap veriyordu:
– Ama baba, ben onu zorlukla yaptım.
– Canım benim, onun adı yapboz. Ağabeyinle beraber daha güzelini yaparsınız. Hatta ben bile yardım ederim.
Biraz sakinleşmiş, ağabeyi de gelmiş ve tekrar daha güzel bir ev yapmaya koyulmuşlardı.
Olayın üzerinden yıllar geçmişti, ama benim gözümün önünden hâlâ gitmiyordu o ağlayış.
Oysa bir oyuncaktı yıkılmasına üzüldüğü ev.
Hatta bir yapbozdu. Ama çocuk ağlıyordu.
Yenisini yapabilirdi, o malzemelerden nice evler, arabalar, bahçeler çıkarabilirdi. Yapar, bozar, tekrar yapar ve o malzemelere hiçbir şey olmazdı, zaten bu oyuncak o maksatla yapılmıştı.
İçine vura vura ağlayışın sırrı şu cümlede saklıydı:
“Ben onu zorlukla yaptım.”
Yıkılan, dağılan bir emekti. Ve henüz yıkılma zamanı gelmemişti. Belki de yetmiş dakikalık bir emekti. Bu bile takdiri, tebriki, alkışı hak ediyor, çocuk kalbi zamansız yıkılmasını istemiyordu.
İşte bu yüzden minik gözlerden süzülen billur damlaları hiç unutamam ve belki de ömür boyu unutmayacağım.
Şimdi, yetmiş yıl öncesine gidiyorum.
Belki de Hocaefendi henüz on yaşında iken başlayan Hizmet sevdasının büyüyüp gelişmesi ve önce bütün ülkeyi, sonra bütün dünyayı sarmasını düşünüyorum.
Yetmiş yıldır ülke ve dünya çapında yapılan hizmetler ortada ve erbabına malum olduğu için onları tekrar saymayacağım.
Sadece şu acı gerçeği hayal etmenizi isteyeceğim: Hocaefendi’nin ömrünü ve bütün mesaisini vakfettiği bir hareketin beş yıldır uğradığı zulüm ve tahribatı düşünelim. Onun bu durum karşısında nasıl bir acı ve ıztırapla üzüldüğünü, ağladığını, inlediğini, kıvrandığını hayal edebiliyor muyuz?
İnsan kalbi bir yapbozun bile yıkılmasına dayanamayıp ağlarken, bin bir emekle kurulan müesseselere, eğitilen nesillere, oluşturulan muhteşem hizmetlere kıyılmasına Hocaefendi’nin kalbi dayanabilir mi, gözyaşları kuruyabilir mi, gönlü rahat edebilir mi?
Asla! Suya düşen bir karıncayı kurtarmak için yarım saat çırpınan, odasında ölen bir arının arkasından ağlayan bir gönül insanı, hapislerde, yollarda, hicrette acı çeken hatta manevî şehitliğe ulaşan talebelerine kim bilir ne kadar üzülüyor, ne kadar acı çekiyordur.
Şehit Mehmed Özyurt Hocanın vefatından sonra, “Ağlamaktan gözümde yaş kalmadı, desem sezâdır. Onun firkatinin ağırlığından belim kırıldı zannettim, çok acı çektim” diyen gönül insanı, hapiste, hicrette işkence görenlere, Meriç’te şehadete eren çocuklara, yaşlılara, gençlere, hanımlara kim bilir ne kadar ağlıyor, ne kadar ıztırap duyuyor; tahmin etmek hiç de zor değil.
Haydi insanlara gelen musibetlere uhrevî semereleri için katlanıp teselli bulsun diyelim; ya tahrip edilen binlerce, on binlerce hizmet kurumunun acısını düşünelim. 2014 başında dersanelerin kapanması kararlaştırıldığında kendi sesinden dinlediğimiz “Sefinem gark oldu dert deryasına” türküsünün acısı, hâlâ yüreğimizde yangın, gözümüzde inşallah cehennem ateşini söndürecek bir gözyaşı selidir.
İnanın asıl ıztırap bu da değil. Hizmet kurumları yine kurulur, hem de daha iyi bir şekilde. Ancak asıl ıztırap, asıl dert, iman ve Kur’an hizmetinden istifade edemeyen milyonların kaybettiği ebedî imtihanın, sonsuz davanın acısıdır. Şu anda bin yıl İslâma bayraktarlık yapan bir milletin torunlarında ateizm, deizm yayılıyor, genç nesiller gününü gün etmekten başka bir şey düşünmüyorsa, işte asıl ıztırap budur.
Bu öyle bir acıdır ki, Bediüzzaman Hazretleri, “Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmânını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistân olur” diyecek kadar fedakarlık göstermiştir.
Yeni nesillerin iman derslerinden mahrumiyetini resmeden Zübeyir Gündüzalp ise, “Teessür ve ıztırap karşısında kalpten bir parça kopsaydı, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir.” sözleriyle bu ıztırabı dile getirmiştir.
Hocaefendi gibi Üstad Hazretlerini ve onun güzide talebesi Zübeyir Ağabeyi çok iyi tanıyıp onların yolundan ve izinden giden, 70 yılını imandan mahrum milyarlarca insanın Rabbini tanımasına vakfeden bir şahsiyetin bu alanda nasıl bir acı çektiğini ve nasıl bir ıztırapla kıvrandığını biliyorum.
Tüm bu acılar, ıztıraplar ona gülmeyi, sevinmeyi, huzuru, yemeyi, içmeyi ve uykuyu unutturur –ki zaten ne zaman rahat bir uyku uyumuştur, ne zaman yeme içme sevdasına düşmüştür ki– uykusuz geceler ve gözyaşlarıyla dolu dualar arkadaşı olur. Elbette derin ve iniltili zikir ve dualara İlâhî karşılık muhteşem olur, rahmet ve inayet muaazzam olur, eyvallah. Ancak o da bir insandır, büyüğümüzdür, bugün derdini paylaşmayacaksak ne gün dertleneceğiz, bugün tavsiyelerine uymazsak ne gün uyacağız, bugün yepyeni hizmet projeleriyle ona müjdeler sunmayacaksak ne gün sunacağız, bugün yepyeni atılımlarla onu müteselli etmeyeceksek ne gün teselli edeceğiz, bugün yeni fetih ve zaferlerle onu sevince gark etmeyeceksek ne gün edeceğiz?
Dostlar, kusurumu bağışlayın, Üstadımızın “Kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı; nâmahrem olan kimseler nazar etmesin” dediği gibi, bugün ıztırabımın bir kısmını sizlerle paylaşmak istedim. İşte zikrettiğim sıkıntıların onun sağlığını, huzurunu ve hatta hayatını riske attığını düşünerek belki 15 yıldır, her gün hiç olmazsa 20-30 defa dualarımda, tesbihatta ve özel tazarrularda ismen anarım.
Son günlerde Hocaefendiye yaptığım dualara yeni bir dua ilave ettim. Kastamonu Lâhikasında Üstad kendisine yapılan bir duadan şöyle bahsediyor:
“Aydınlı Hasan Atıf’ın, Hafız Ali’nin mektubunun haşiyesinde yazdığı misli görülmemiş şu dua, ‘Yâ Rab, güldür Said’i, ta gülmelerinden güller açılsın’ diye pek garip fıkrası, Risale-i Nur’a onun sadakat ve ihlasının acip bir kerametidir ki, otuz günde bir defa gülmeyen o biçare Said, bir günde otuz defa güldüğünün yazılması ve size o mektubun gönderilmesi zamanına tam tamına tevafuk ediyor.”
Ben de o hatıradan hareketle sık sık, “Yâ Rab, güldür Hocamızı, ta gülmelerinden güller açılsın. Gönül yarasına tuz biber eken şu hadiselere karşı onu teselli et, hizmetteki başarılarla beşaretler lütfet, bizleri de onun yüzünü güldürmeye ve mesut etmeye vesile kıl” diyerek dua etmeye başladım.
Peki biz onu güldürmeye ve mesut etmeye nasıl vesile olacağız?
Biz onu her gün üzüyoruz, her gün ağlatıyoruz, ona her gün yeni gam ve keder yüklüyoruz.
Nasıl mı? Bizden istediklerini yapmayarak ve hoşnut olmayacağı şeyleri yaparak…
Bizden ne istiyor?
1-Süreçte maddî ve manevî kayıpları olanlara muavenet etmemizi istiyor.
2-Beş yıldır kaliteli bir namaz, derinlikli ve uzun dualar etmemizi tavsiye ediyor.
3-Zulmü cihana duyurun, zalimin işini kolaylaştırmayın, diyor.
4-Yepyeni atılımlar ve projelerle muhteşem hizmetler sergilememizi istiyor.
5-Ve tüm bunları yapabilmemiz için dillere destan bir şekilde kardeşlik, birlik ve beraberlik içinde olmamızı arzu ediyor.
Allah aşkına bunları ne kadar yapabiliyoruz? Hakkını ne kadar veriyoruz? Yarın “Keşke yapsaydım” dememek için bugün hakkını versek daha güzel olmaz mı?
Özellikle birlik ve beraberlik konusunda Hocaefendi o kadar yaralı ki, eğer okumamışsanız Süleyman Sargın’ın 16 Ağustos 2018 tarihli “Kısa, öz ama sitemkar” başlıklı yazısını okuyun da görün. Ben o yazı yayınlanınca yer yerinden oynayacak sanmıştım ama, ne gezer! Hocaefendinin gündemiyle bizim gündemimiz arasında uçurumlar var sanki…
Buyrun, o yazıda yer alan notlardan bir bölüm:
“Unutun! Hayır hasenat adına yaptıklarınızı unutun! Fakat kardeşlerinizin yaptığı en ufak iyilikleri bile unutmayın, onları nazara verin, kardeşlerinizle iftihar edin.
“Tam burada Hocaefendi’ye şöyle bir soru soruluyor: ‘Mü’minler arasında vahdet-i ruhiyenin olamaması bu süreçte yaşanan bazı zorlukların tesiri ile mi alakalıdır?’
“Cevap yine aynı sitemkâr tonda geliyor: ‘Hayır, Müslümanlar olarak bu başımıza gelenler birlik şuurunun zedelenmesinin bir neticesidir. Bir kere, Allah’la aramızdaki münasebet açısından vifak ve ittifak tevfîk-i ilâhînin vesilesidir; onu kaybediyoruz. Bir de günaha giriyoruz bu mevzuda. Bir de belki farkına varmadan birilerini İslâm’dan uzaklaştırıyoruz. Ama ne olur yani kardeşlerimizin kusurlarına karşı gözlerimizi yumsak. Enerjimizi o mevzuda kullanmasak!”
Dostlar, kendimizi kandırmayalım. Vallahi tam bir birlik ve beraberlikle, tam bir organizeyle yapılanların on katını yapabiliriz, daha rantabl, daha etkili ve verimli çalışabiliriz. Ve buna mecburuz, mükellefiz.
Gelin bir daha okuyalım İhlas ve Uhuvvet Risalelerini. Özel programlar yapalım. Birlik ruhunu güçlendirelim, tavsiyelere kulak verelim ve yeter artık Hocaefendiyi ağlatmayalım, güldürelim.