İslam dininin prensiplerini benimseyen devletlerde azınlık dinlere göre belirlenir.
HÜSEYİN ODABAŞI
Azınlıklar neye göre, hangi ölçüye göre belirlenmeli, belirlenir? Tarihi süreç içinde ve günümüzde farklılıklar gösterebilen bu konunun üzerinde durmaya çalışacağız. Çünkü bir memlekette azınlık hakları azınlıkların mahiyetine göre belirlenir.
Azınlıklar zayıftır. Azınlık, milletin ana gövdesine karşı; ki buna biz tüzel kişilik anlamında devlet de diyebiliriz, kendi haklarını savunamayan azlık demektir. Bu bakımdan bir azınlığın doğru kriterlere göre belirlenmesi azınlık haklarının tam olarak belirlenmesinden daha önemlidir. Çünkü yanlış bir kriter o milletin içinde yaşayan azınlığın tanınmasına engel olacağından ötürü toptan haklarının kaybolmasına ve zamanla hüzünlü bir asimilasyon süreci yaşamalarına sebep olabilir. Son aşama ise belirlenen hakların meşru yönetim tarafından teslim edilmesidir.
İslam dininin prensiplerini benimseyen devletlerde azınlık dinlere göre belirlenir. Ehli-kitap olanlar yani Yahudiler, Hristiyanlar bir azınlıktı. Daha sonra İran fethedilince Mecusilerin azınlık statüsünde olup olamayacakları Müslümanlar arasında tartışıldı. Özellikle Hz. Ömer’in tahkik ve tetkikleri sonucunda Mecusiler de kitap ehlinden sayıldı. Abdurrahmân b. Avf (r.a): "Ben, Rasûlüllah'ın; "Onlara kitap ehli uygulaması yapınız" dediğini duydum, demiştir" (Mâlik, Muvatta', Zekât, 42) Neticede Müslüman olmayanlar azınlık olarak kabul edildi. Bu kabullenme sebebiyledir ki özellikle İmam Evzaî ve Sevrî'ye göre cizye bütün küfür ehlinden alınır. Kitap Ehli olup olmaması veya Arap ırkından bulunup bulunmaması hükmü değiştirmez (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, III, 293). Aslında Medine’ye hicretin hemen akabinde gerçekleştirilen “Medine Vesikasında” da küfrün bir millet olduğu ayrıca ifade edilir.
“Zimmi” denilen bu azınlıkları Peygamberimiz (sav) hayatının son günlerinde: Men eza zimmiyyen fekad ezani” diyerek koruma altına aldı. Yani; “Kim bir zimmiyye eziyet ederse bana eziyet etmiş olur.” Peygambere (sav) eziyet ise bir Müslümanın aklından geçmesi mümkün olmayan bir durumdur. Kur’an’a göre müminler sadece kendi dinlerini korumak için savaşmazlar zimmilerin dini hayatlarını garanti altına almak için de savaş ederler: “Allah insanların bir kısmını diğerleriyle savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın adı çokça zikredilen mescitler yıkılıp giderdi.” (el-Hac 22/40)
Necran Hristiyanları, Peygamberimizin (sav) getirdiği dini yerinde tahkik etmek için Medine'ye gelip Peygamberimize (sav) komşu oldular, mescitte günlerce kaldılar. Her şeyi Peygamberimizi (sav) ve sahabeleri ile İslam dinini yakından tetkik eden bu Hristiyanlar kısa zamanda işi anladılar; bu beklenen hak din ve Hz. Muhammet de beklenen peygamberdi. Ancak dünyalık kaygıları onların iman etmelerine mâni oldu. Bu nedenle Efendimiz (sav) onlara ilgili ayet gereği mülaaneyi teklif etti (Al-i İmran 161). Böyle bir lanetlenmeyi kabul etmek bile bile bir insanın veya topluluğun kendini bela ateşinin ortasına atmak demekti. Bu sefer onlar da mülaaneyi kabul etmediler ancak İslam devletine tabi olacaklarını başlarına bir emin emir (idareci) tayin etmesini istediler. Cizye vermeleri karşılığında Peygamberimiz (sav) Necran Hristiyanlarının başına emin bir idareci olarak Ubeyde Bin Cerrah’ı tayin etti. Necran Hristiyanları iç işlerinde, ibadetlerinde ve kendi aralarındaki idareci seçmelerinde hür idiler. Anlaşamadıkları konuları, nizaları veya problemleri hukuki olarak çözmek adına başlarındaki Ubeyde bin Cerrah’a götüreceklerdi. (Muhammet Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, 113) Eba Ubeyde onları dışardan gelecek düşman tehlikelerini bertaraf edebilmek için cizye vergisi aldı. Her yıl Safer ayında iki bin ve Recep'te de bin takım elbise cizye koydu. Her takım elbisenin değeri bir rukye olarak belirlenmişti. Bir rukye kırk dirhemdir. Bir dirhem de yaklaşık bir koyun bedelidir.
Azınlık haklarının dini temeli ta gidip Medine Vesikası’na dayanır. Peygamberimizin (sav) Medine’ye vardığında oradaki yerlilerle onların haklarını temellendiren böyle bir anlaşma yaptı. Daha doğrusu bir anayasa tertip edip Medine devletinin temellerini attı. Bu anayasanın 14. Maddesine göre Müminler ve kafirler ayrımı yapıldı. (Muhammet Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, 98) 15. Maddesinde Müslümanlar arasındaki cahiliye esaslarına göre kişilerin veya kabilelerin ayrı ayrı verebildikleri himayeler Allah'ın zimmeti tektir prensibiyle bütün Müslümanları kapsayacak hale getirildi. Verilen zimmi yani azınlık statüsü, kabile ırk farkı gözetmeksizin bütün Müslümanlar için geçerliydi.
Azınlığı belirlemek için önce ana gövdenin tespiti daha önemlidir. Bu bakımdan 17. Maddeyi olduğu gibi yazıyorum: “Sulh müminler arasında bir tektir. Hiçbir mümin Allah yolunda girişilen bir harpte diğer müminleri hariç tutarak bir sulh anlaşması akdedemez; bu sulh ancak Müminler arasında umumiyet ve adalet esasları üzere yapılacaktır. (a,g,s,98) 20. Maddeye göre Mekke müşrikleri azınlık hakkından istisna tutulmuştur. Çünkü azınlık hakkı (zimmi) Müslüman topluluğa rai, tabi olmuş Müslüman olmayanlar için geçerlidir. (a,g,s,98). 23. Madde Allah ve Resulünün azınlıklar arasında temyiz görevini ifa etmesi gerektiğini belirtir. (a,g,s,98) Yahudilerin Müslümanlarla savaşa çıkması Peygamberin müsaadesi şartına bağlandı. Bu konuya Osmanlı dönemi içindeki durumu ele alırken yeniden döneceğiz.
Bu yazılanlar kağıtlarda, kitaplarda kalmadı bilakis pratikte uygulandı. Habeşistan’a Hz. Peygamber genel bir vali statüsü ile Amr bin As’ı idareci olarak gönderdi. Fakat gayr-i müslimler kendi idarecilerine bırakıldı.
Azınlıklar tanınan hak, çoklu İslam hukukunun doğmasına sebep oldu. İslam hukukunun içinde azınlıkların hukuklarına da yer verildi yani. Çelişkili noktalarda ve zarar olabilecek konularda Şeri Şerif, söz sahibi ve yetkiliydi. Yoksa azınlıkların İslam’la yönetilen bir devlete tabi olmalarının bir anlamı olmazdı. İslam onlara geniş bir alan tanımıştı. Azınlıkların hukuku dahil bir İslam beldesinde birden fazla mezhep, şeyhler, müftüler, fıkıh, fetvalar, söz sahibi alimler olabilirdi. Ancak son sözü devlete bağlı kadılar söyler ve kolluk kuvvetleri yerine getirirdi.
Zimmi akdi sebebiyle cizye alan Osmanlı devleti azınlıkları malını canını korumak Osmanlı Devleti'nde ana gövdeyi oluşturan Müslümanlara düşen bir görevdi. Bu nedenle Osmanlılar azınlıkları devletten hariç tuttular. Çünkü düşmanla savaşan askerde gazilik ve şehitlik duygusu ve ideali olmalıydı. Çünkü Müslümanlara Allah Kitabı’nda mücadele şartları oluştuğunda sadece İ'la'yi Kelimetullah için savaş etmelerini emrediyordu.
Haliyle bu duygu veya durum sadece Müslümanlar için söz konusuydu. Bu nedenle Osmanlı bünyesinde birden çok ırk millet ve dini barındırmasına rağmen sadece Müslümanların orduya alınıp savaş etmelerine izin verdiler. Aslında cizyenin temel mantığı da buydu. Bir anlamda bedelli askerlik gibi. Fakat büyümekte olan Osmanlıya sadece Müslümanlardan alınan askerler yeterli olmadı, değildi. Bu nedenler gayr ı müslim yani ecnebilerden de orduya asker alma zarureti oluştu. Ama bu iş nasıl olacaktı. Osmanlılar bu işe dahiyane bir çözüm buldular. Müslüman olmayanların evlatları alınacak İslam’la terbiye edilecek ve böylece orduda ve devlet kademlerinde memur olmanın yolları açılacaktı.
Gayr -ı müslimler, azınlık iken Müslüman olmakla devletin bütün imkanlarını ardına kadar açarak sınıf değiştirme imkanını veren devşirme olmayı pek çoğu can u gönülden kabul ettiler. Devşirme demek sadece Osmanlı ordusunda yeniçeri olarak görev yapmak demek değildi, Osmanlı bürokrasisinde vezirlik noktasına kadar yükselebilmenin yollarının açılması anlamına gelirdi. Sırp asıllı Sokullu'nun Osmanlı’da sultanlıktan sonra en büyük makam olan vezirlik makamına gelmesi gibi.
Fakat Osmanlı Devleti son anlarını yaşarken Fransız İhtilali’nin de etkisiyle dünya çok değişti. Dini klikler ve toplulukların etkisi oldukça azaldı. İnsanlar ve toplumlar kendilerini daha çok milletler ve ırklar üzerinden tanımlar, ifade eder oldular. Bütün dünyayı saran bu değişimin sonucunda ulusal devletler çıktı, azınlık tarif ve tanımları da değişti. Mesela azınlık bir ırk o devlette adliyeden polis teşkilatına kadar nüfus oranına uygun olarak bir kontenjana sahiptir. Devlet televizyonunda yine nüfus oranına uygun olarak kendi dilinde yayın yapma hakkına sahiptir. Her ırk dilinde dergi ve gazete çıkarabilir. Devlet okullarındaki eğitimi de aynı şekilde kendi dilinden kendinden öğretmenler tarafından verilir.
Türkiye'ye gelince ırklara dayalı bir azınlık yoktur, dini azınlıklar vardır. Eğer bir memlekette dini azınlıklar varsa ana gövdenin de dini olması gerekir, dini kurallarına göre belirlenmiş bir anayasasının olması gerekir. Halbuki Türk anayasası bu devletin değiştirilemez bir ilkesi olarak laik, yani profan olduğunu söylüyor. Yok kardeşim Türkiye devletinin ana gövdesi Türklerden meydana gelir diyorsanız o zaman bu gövdenin yanındaki azınlıkların da küçük ırklardan ve milletlerden meydana gelmesi gerekir. Bu durum yani kriter farklılığı veya uyuşmazlığı bence tam bir asırdan beri devam eden haksızlıkların temel nedenidir. Kürt sorununu da burada aramak gerekir.