Hz.Ali'nin şefkat tokadı - Abdullah Aymaz

Samanyoluhaber.com yazarlarından Abdallah Aymaz, 'Hz.Ali'nin şefkat tokadı' başlıklı yazısında önemli ikazlarda bulundu.
         Risale-i Nurları Arapçaya tercüme eden İhsan Kasım Salihî anlatıyor:  “Bağdat Üniversitesine Biyoloji tahsili için gelmiştim. O günlerde Arap dünyasında sol faaliyetler başını almış gidiyordu. Biz dindar bir muhit ve aileden gelmiştik ama onlarla baş edemiyorduk. İlim ve fen kisvesinde karşımıza çıkarılan evrimci görüşlere cevap veremiyorduk. Çünkü hiçbir hazırlığımız yok. Tatilde memleketim Kerkük’e geldim. Komşumuz olan Türkiye’de Tıp Fakültesinde okuyan bir ağabeyimiz vardı. Ona dert yandım. O da, ‘Türkiye’de Bediüzzaman Said Nursi isimli bir âlim var, onun kitaplarında onların cevabı varmış’ dedi. Tatilden  Bağdat’a dönünce araştırdım. Âlim bir zât olan Emced Zehavî’nin Medresesinden Bediüzzaman’ın talebesi Ahmed Ramazan’ın olduğunu öğrendik. Durumu ona anlattım. O da bana Lem’alar isimli bir kitap verdi. Kitabı aldım. Baştan sona, Lamark, evrim devrim ve Darvim isimlerini aradım, bir türlü bulamadım. Onu dolaba koydum.  Bir iş için Diyarbakır’a gitmiştim. Kaldığım otelin sahibi, ‘Burada Bediüzzaman’ın talebeleri var, gel ben seni onlarla tanıştırayım’ dedi. Onlarla tanıştım. Halleri vaziyetleri, ihlas ve samimiyetleri çok hoşuma gitti. İşimi bırakıp onların peşine takıldım. Bursa-İstanbul derken Hizmeti tanıdım. Aradığım meğer Lem’alar’ın 23. Lem’ası olan Tabiat Risalesinde imiş. Okudum, gerekli cevapları fazlasıyla buldum. Türkiye’den döndükten sonra biz de komşularla toplanıp beraber Risaleleri okuyalım diye düşündüm. Ama, Kürtler, Araplar  Türkçe bilmiyor. Sadece bizim Türkmenler biliyor. Ama resmi dil Arapça olduğu için herkes Arapça biliyor. Ama resmi dil Nurları Türkçe okuyor, Arapça izah ediyordum. Cemaat çoğalmaya başladı. Sohbetlere katılan âlim bir zat, ‘İhsan!  Risaleleri Arapçaya tercüme edelim, kitaplaştıralım da, herkes istifade etsin’ dedi. ‘Ben, âlim değilim ki, ben biyoloji öğretmeniyim.’  dedim. ‘Biz sana yardım ederiz’  dedi. Bunun üzerine tercümelere başladık. İlk tercüme edip bastırdığımız  Risale, Onuncu Söz Haşir Risalesi… (Aynen Türkiye’de gençliği İslamdan soğutmak için  Milli Eğitimde Talim Terbiye’ye öldükten sonra dirilmeyi inkâr üzere program yapma emri verilince Üstad’ın Yeni Said döneminde  Küçük Sözler’den (Birinciden Dokuzuncu Söz’e kadar önceden yazılmış olmasına rağmen ilk defa Onuncu Söz basılmıştır.)

         “Sonra İslam Dünyasına bilhassa Arapça konuşan Müslümanlara, en başta da  âlim zâtlara tanıtabilmek için, Üstad’ın  Birinci Dünya Savaşında harp meydanlarında zor şartlarda at üstünde söyleyip  yazdırdığı İşârâtü’l-İ’caz tefsirinin tahricini yaptım. Yani âyetlerin,  hadislerin, şiirlerin kelam-ı kibarların kaynaklarını bulup tahkik ederek tesbit ettim. Bağdat Üniversitesinin  Tefsir Bölüm Başkanı Prof. Dr. Muhsin Abdülhamid’e gittim. Beni sever, evinde misafir olarak kaldığım da  olur. Kendisine arzettim. Bana ‘İhsan anladık Bediüzzaman mücahit kahraman, ama bu tefsir yani… (Aslında ‘dinin dilini biz biliriz, yazılacaksa, biz yazarız, o kim oluyor’  demek istiyordu.) İhsan eğer sen bu çalışmayı Râzî tefsiri üzerine yapmış olsaydın, biz Fakülteden sana bir tefsir doktorluğu ünvanı bile verirdik. Şimdi ne oluyor?!.’ dedi. Ben de cidden kızmıştım. Ona dedim ki,  ‘Okumadan, araştırmadan verilen karar bâtıldır. Şimdi bunu sana isbat edeceğim. Şimdi sen İslam Dünyasında tanınmış meşhur bir âlimsin mesela hata kusur arayan müsteşriklerden (doğu bilimci oryantalistler)  şöyle bir soru gelse… Bir konuda ayrı ayrı üç âyet var. Birisine göre sanki gökler yerden önce yaratılmış  gibi…  (  Bakara, 29  )  Başka bir âyete göre yer, göklerden önce var edilmiş gibi ( Nâziat, 30 )  Aynı konuda üçüncü bir ayet var, onda da yer-gökler bir iken sonra ayrıldıkları ifade ediliyor. (Enbiya  Suresi,  30-33 âyet ) Peki, şimdi bunlar tevfikini yapıp nasıl uygun olduklarını, aralarında hiçbir çelişkinin olmadığını izah et bakalım.’ deseler ne cevap verirsin?’ Benim karşısında Muhsin Abdülhamid, düşündü taşındı, kafasını sağa sola çevirdi, öne eğdi bir cevap bulamadı. ‘Şeyh ne diyor?’ dedi. Ben de ‘İşte kitap önünde orada yazıyor!..’ dedim ve çekip gittim. Bir hafta sonra görüştüğümüzde…  ‘Sen haklısın…  Okumadan araştırmadan verilen karar  batılmış. Bu çok müthiş ve  mükemmel bir tefsir. Hiçbir tefsirinde görmediğim güzellikleri, yenilikleri, orijinallikleri bu İşârâtü’l-İ’caz  tefsirinde buldum. Hem bir önsöz, bir takriz yazacağım ve meşhur âlimlere kendi elimle verip, Üstad’ı tanıtmaya çalışacağım’  dedi. Öyle de yaptı.

         “Tam bu güzellikler olurken, birden İran-Irak Savaşı patladı. Biz her şeyi unutup Hizmeti bir tarafa bırakıp radyo dinlemeye başladık. Artık radyodan kim cepheye gitti, kim öldü, kim döndü onları takip ediyorduk. Bir gece rüyamda ulu bir divana, bir mahkemeye çağrıldım. Orada hakim Hz. Ali ve Abdülkadir Geylanî idi. Beni suçlu bulup bir ceza kestiler tam saçları dökük zat cezayı infaz edeceği zaman  uyandım!.. Bu korkulu rüyanın hikmeti ne ola ki, diye düşünürken, Üstad’ın Meyve Risalesinde yazdığı DÖRDÜNCÜ  MESELE  aklıma geldi…. İkinci Dünya Savaşında camiyi, cemaati, Hizmeti bırakıp radyo dinlemeye koşanları Üstad ikaz ediyor, bunun zararlarını ve tehlikelerini anlatıyordu. Hemen ona sarıldık, cemaatimizi tekrar toplayıp derslere, tercümelere başladık.”

         İşte bu tesbitler de bizim aklımızı başımıza getirmeli. Sosyal medyanın câzibesinden vakit öldürücülüğünden, ruhumuzun manevi anatomisini gıybet ve bazan iftiralarla kirletmesinden korunmak için dört elle hizmet-i imaniye ve Kur’aniyenin hayırlı ve bereketli atmosferine sığınmalı ve işimize bakmalıyız. Çünkü bütün dünyanın bu hususla ilgili müşterileri bizleri bekliyor…
27 Ocak 2025 14:18
DİĞER HABERLER