İç pusula ve yön

Samanyoluhaber.com yazarlarından Cuma Karaman, yeni köşe yazısını "İç pusula ve yön" başlığı ile kalme aldı.
Bazen bir sabah uyanırsın ve kendine şu soruyu sorarsın:
“Ben nereye gidiyorum?”
Daha doğrusu: “Ben, hâlâ kendim miyim?”
"Bu hayat nehri nereye akıyor? 
Neden buraya gönderildim, nereye gidiyorum?" 
Modern insanın en büyük sorunu yönünü kaybetmesidir. Görevlerini biliyor ama neden yaptığını bilmiyor. Hedefleri var ama yönü yok. Herkes bir yerlere koşuyor, herkes bir şeyler için çabalıyor… Ama çok az insan gerçekten nereye gittiğinin farkında.
Çünkü yön, dıştan verilmez.
Yön, içten bulunur.
Ve içiyle bağı kopan insan, dış dünyanın karmaşasında kaybolur.
Bugün çoğunluk bir ekranda, bir cihazda, bir görevde, bir kalabalıkta bir toplantıda sürüklenip duruyor. Hep meşgul ama hiç derin değil. Hep bilgi dolu ama yönsüzüz. Çünkü iç pusula susturulmuş durumda. Kalabalıkların sesi, iç sesimizi bastırıyor. İlgilerimiz bizi dağıtıyor, ilgilendiğimiz şeyler artık bize ait değil.
Yönünü kaybetmiş insan, kendine ait olmayan bir hayatı yaşar. Başkalarının beklentileriyle, sistemin hızına ayak uydurmakla, çevrenin ne dediğine göre hareket etmekle… Sonra bir gün durur. Durduğunda her şeyin anlamsızlığını fark eder. Geriye dönüp bakar ama nereye gittiğini bile hatırlamaz.
Çünkü yön, ne yaptığınla değil, neden yaptığınla ilgilidir.
Yön, neye sahip olduğunla değil, neyi aradığınla ilgilidir.
Yönünü kaybettiğin zaman, en önce kendini kaybedersin. Ve ne kadar çok şey kazanırsan kazan, içinden bir eksiklik hissi çıkmaz. Çünkü insan, yalnızca sahip olduklarıyla değil, bağlı olduklarıyla yaşar.
Pusulası olmayan insan, doğruyu yanlışla karıştırır. Zor olanla yanlış olan arasındaki farkı göremez. Başarı ile savrulma arasındaki çizgiyi fark etmeden hızla ilerler. Gözleri açık, kalbi kapalı yaşar.
Bu çağ, hız çağı. Ama yönsüz hız felakettir.
Ve yönsüzlük, bazen hiçbir şey yapmamaktan daha büyük bir kayıptır.
Çünkü hiçbir yere varmayan bir yol, yol değil yalnızca oyalanmadır.
Pusulamızı yitirdik. Çünkü içimize bakmayı unuttuk.
Sustuğumuzda cevap vardı, ama konuşmaya zorlandık.
Yalnızlıkta bir yön vardı, ama kalabalıklara kaçtık.
Yavaşlıkta bir huzur vardı, ama hızın sarhoşluğunu seçtik.
Belki de şimdi yeniden sormalıyız:
Ben nereye gidiyorum?
Bu yön bana ait mi?
Yoksa bana dayatılmış bir yolda mı yürüyorum?
Yönünü kaybeden insan, eninde sonunda kendine çarpar.
Ve o çarpışma, her şeyin yeniden başladığı andır.
Değerin Ölçüsü
Her şeyin bol olduğu bir çağdayız ama kıymetli olanı ayırt etmek hiç bu kadar zor olmamıştı.
Ne değerlidir?
Neye göre değerlidir?
Kim karar verir değerli olana?
Bir eşyaya, bir bilgiye, bir kişiye, bir başarıya verdiğimiz değer, bazen sadece onun görünürlüğünden ibarettir. Parlayan değerlidir, öne çıkan önemlidir, çok olan daha fazladır. Zihinlerimiz böyle kodlandı. Ama biz böyle doğmadık. Bu, zamanla yerleştirilen bir ölçüsüzlük.
Bugün değerin ölçüsü bozulmuş durumda.
Gürültü, hakikati bastırıyor.
Gösteriş, sadeliğin önüne geçiyor.
Popüler olan, derin olana tercih ediliyor.
Oysa gerçek değer, gürültüye ihtiyaç duymaz. Sessizliğin içindedir. Azlığın içindedir. Derinliğin içinde gizlidir.
Bir söz değerlidir, çünkü yerinde söylenmiştir.
Bir insan değerlidir, çünkü doğru zamanda yanımızdadır.
Bir hayat değerlidir, çünkü içi doludur — kalabalık olduğu için değil.
Değer, dıştan verilmez. Değer içeridedir.
Ama modern insan, değeri hep dışta arar: etiketlerde, rakamlarda, beğenilerde, takipçi sayılarında, başarı listelerinde… Ve en sonunda içi boş, ama dışı süslenmiş bir hayata kalır.
Ölçüsüzlük burada başlar.
Değerini bilmediğimiz şeylerin, bize yük olduğu bir noktada.
Ve değerini abarttığımız şeylerin, bizi tükettiği yerde…
Bir dostun omuz vermesi değersiz görünürken, bir yabancının övgüsü baş tacı edilir. 
Bir kitabın sessizliği ağır gelirken, bir sosyal medya başlığının hızlı parıltısı bizi tatmin eder. 
Halbuki içimiz bilir: Gerçek değer, gösterişten değil, sadakattan doğar. Kalıcılıktan doğar.
Ölçü, bizi ayakta tutan dengedir.
Bir insanı ölçüsüzce yüceltmek de haksızlıktır, hor görmek de.
Bir fikri ölçüsüzce savunmak da körlüktür, yok saymak da.
Bir arzuyu ölçüsüzce kovalamak da tükeniştir, bastırmak da.
Değerin ölçüsünü kaybettiğimizde her şey birbirine karışır.
Bir dilim ekmeğin değeriyle bir arabanın değeri aynı kefede tartılamaz.
Ama hangisi gerçekten yaşatır?
İşte pusula burada da devreye girer:
Yönünü bulan insan, neyin değerli olduğunu daha iyi görür.
Ölçüsünü bilen insan ise, kıymeti abartmaz ve küçültmez.
Yerinde yaşar. Yerinde sever. Yerinde durur.
Belki de bugün yeniden sormalıyız:
Benim için ne değerlidir?
Bu değeri ben mi verdim, bana mı verdirildi?
Yoksa sadece kalabalıkların yönüne mi kapıldım?
Değer, sessizlikte belli olur.
Sadelikte kalır.
Ölçüyle yaşar.
Ve en çok da, kalbin huzuruyla anlaşılır.
21 Ağustos 2025 12:54
DİĞER HABERLER