Samanyoluhaber.com yazarı Safvet Senih, Risale-i Nur ışığında hadiseleri yorumluyor.
Çok güçlü enzimler gerek
İslâmın ülkemizde bir takım cibillî düşmanları vardır. Bunlara söz anlatmak zordu… Ama bunlar doğrudan düşmanlık yapmaz, açıkça İslâmiyet aleyhine bir şey söylemez ve devamlı takıyye yaparlar. Saygıyı elden bırakmadan hep “Dini duyguları istismar eden gericilerden bahseder, halkın temiz duygularını sömüren irticacılardan” söz ederler. Gerçi bugünlerde artık pek bunu diline dolayan yok. Ne zaman hortlayacakları belli olmaz. Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllar, yazılan romanlarda, yapılan haber ve çizilen karikatürlerde hep bunu gördüğünüz gibi 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerde hatta sonraki post modern darbelerde de bu takıyyeli ifadelere rastlarsınız…
Bir de bu hizmetin sinsi düşmanları vardır. Bunlar, cibillî İslam düşmanlarından hiç de geri kalmazlar. Fazlaları vardır eksikleri yoktur. Bunlar kâfir değildir. Ama hasetten, fesattan, garazdan marazdan dolayı, iman ve Kur’an hizmetine ihanet eder, onun kökünün kurutulması için ellerinden geleni yaparlar. Bunların hasedini fesadını, garazını marazını, tahrik edecek en ufak şeylerden bile sakınmak; günaha girmemeleri için elden gelen dikkati göstermek gerekir. Çünkü bunlar aslında Müslümandırlar ama nefislerine ve şeytanlarına yenilmişlerdir. Biz de nefis ve şeytanlarına yardımcı olmamak için, Allah için hassasiyet göstermek zorundayız.
Elbette içimizde büyük yaralar açıldı ve elbette yutturdukları bu zehirli kaktüsleri hazmetmek çok kolay değildir; sindirebilmek için çok güçlü enzimler gerekir. Bunların temini için çağımızın biricik tefsiri Risale- Nurlara müracaat etmek zorundayız.
“Büyük günah işleyen, nasıl mümin kalabilir?” “-Evvela; geçen işaretlerde (tahribin ne kadar kolay olduğu anlatılarak, şeytanın gayretleriyle, nefs-i emarenin kolayca günah yoluna girdiği) anlatılmıştır. İkincisi; insanın nefsi, acele ve hazır bir dirhem lezzeti, ileride olan ve görünmeyen bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade çekinir.
“Hem insanda hissiyat galip olsa, aklın muhâkemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz hazır bir lezzeti, ileride gayet büyük bir mükâfata tercih eder. Az bir hazır sıkıntıdan, ileride gelecek büyük bir azaptan daha ziyade çekinir. Çünkü kuruntuya düşme, heves bir his, ileriyi görmüyor, belki inkar ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, iman mahalli olan kalb ve akıl susarlar, mağlup oluyorlar. Şu hâlde büyük günahları işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki his, heves ve vehmin gâlip gelmesiyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir.
Hem fenalık ve hevesat yolu, tahribat olduğu için gayet kolaydır. İnsan ve cin şeytanları, çabuk insanları, o yola sevk ediyor. Gayet hayret verici bir hâldir ki, bekâ âleminin, Hadis-i Şerifin ifâdesiyle, sinek kanadı kadar bir nuru, ebedî olduğu için, bir insanın ömrü müddetinde dünyadan aldığı lezzet ve nimete mukâbil geldiği halde; bazı bîçâre insanlar, bir sinek kanadı kadar bu fâni dünyanın lezzetini, o bâkî âlemin, bu fâni dünyasına değer lezzetlerine tercih edip, şeytanın arkasında gider.
İşte bu sırlar içindir ki, Kur’an-ı Hakîm, müminleri pek çok tekrar ve ısrar ile, tehdit ve teşvik ile günahtan sakındırarak hayra sevk ediyor.
“Mâlûmdur ki, âlâ bir şey bozulsa, değersiz bir şeyin bozulmasından daha ziyade bozuk olur. Meselâ, nasıl ki, süt ve yoğurt bozulsa, yine yenilebilir. Yağ bozulsa, yenilmez, bazen zehir gibi olur. Öyle de, mahlûkatın en mükerremi (şereflisi), belki en âlâsı olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur. Çürüyüp kokuşmuş maddelerin kokusuyla lezzet alan haşarat gibi ve ısırmakla zehirlendirmekten lezzet alan yılanlar gibi, dalâlet bataklığındaki şerler ve habîs ahlâklar ile lezzet alır, iftihar eder ve zulmün zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar; âdetâ şeytanın mahiyetine girerler. Evet cinnî şeytanın vücuduna kat’î bir delili, insî şeytanın vücududur.”
“Ben kendim tekrar tekrar müşâhede etmişim ki, yüzde on ehl-i fesat, yüzde doksan ehl-i salâhı mağlup ediyordu. Hayretle merak ettim, tedkik ederek katiyen anladım ki, o galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor, belki fesattan, alçaklıktan, tahripten ve ehl-i hakkın ihtilafından istifa etmekten ve içlerine ihtilaf atmaktan, zayıf damarları tutmaktan ve aşılamaktan, nefsânî hissiyatı ve şahsî garazları tahrik etmekten ve insanın mâhiyetinde zararlı, muzır madenler hükmünde bulunan fenâ istidatları işlettirmekten, şan ve şeref namıyla riyâkârâne nefsin firavunluğunu okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor. İşte bunlar gibi şeytanî, sinsi hileler vasıtasıyla muvakkaten ehl-i hakka galebe ederler. Fakat ‘Güzel âkıbet, müttakilerindir.’ (Âraf Suresi, 7/128) sırrıyla, ‘Hak üstündür, gâliptir’ (Buharî Hadisinin) düsturu ile, onların o geçici galebeleri, menfaat cihetinden onlar için ehemmiyetsiz olmakla beraber, Cehennemi kendilerine ve Cennet-i ehl-i hakka kazandırmalarına sebeptir.” (On Üçüncü Lem’a)
Safvet Senih