Samanyoluhaber.com yazarlarından Abdullah Aymaz, köşe yazısında İhlas'ı ele aldı.
Yirmi Birinci Lem’a’nın Dördüncü Düsturunda, Üstad diyor ki:
“Ey Hizmet-i Kur’aniye’de arkadaşlarım! İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, RÂBITA-İ MEVT’tir. Evet, ihlası zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevk eden, tûl-i emel olduğu gibi, riyadan nefret veren ve ihlası kazandıran, râbıtayı mevttir. (Yani daima ölümü hatırda tutup, geçici, boş veya haram olan dünyevî zevk ve lezzetlerden uzak durarak nefis ve şeytanın hücumlarından kurtulmaya çalışmaktır.) Yani, ölümünü düşünüp dünyanın fâni olduğunu mülahaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır. Evet ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat, Kur’an-ı Hakim’in ‘Hiç şüphe yok ki, sen de öleceksin, onlar da ölecekler.’ (Zümer Surei, 39/30) ‘Her canlı ölümü tadacaktır. (zâten tadıp durmaktadır.)’ (Âl-i İmran Suresi, 3/185) gibi âyetlerden aldığı dersle, râbıta-yı mevti seyr-i sülüklerinde (mânen yolculuğa girip, devam etmelerinde) esas tutmuşlar, tûl-i emelin (Uzun emel, hırs, bitmez tükenmez arzumun kaynağı olan ebedilik vehim ve kuruntusunu o ölümle irtibat ile izâle edip gidermişler. Onlar farazi ve hayali bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip yıkanıyor, kabre konuyor farz edip, düşüne düşüne nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvur müteessir olup uzun emellerinden bir derece var geçer. Bu râbıtanın faydaları pek çoktur.
Hadiste “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” diye bu râbıtayı ders veriyor. Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı belki hakikat olduğu için, bu râbıtayı ehl-i tarikat gibi farazî ve hayâli suretinde yapmaya mecbur değiliz. Hem hakikat mesleğine uygun gelmiyor. Belki düşünmek suretinde, müstakbeli hazır zamana getirmek değil, belki hakikat noktasında hazır zamandan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır.
“Evet, hiç hayâle, faraza lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının ölümünü gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşâhede eder tastamam en mükemmel ihlasa yol açar.”
(İnsan ve yaman bir tenakuzun bir çelişkinin içinde bulunuyor! Dikkat edelim, bir yandan güneşin karşısında karın eridiği gibi eriyip gidiyor; fânilik yolunda hızlı mesafeler kaydediyor. Ama bir bir yandan tevehhüm-ü ebediyetle, ebedî dünyada kalma kuruntusuyla dünyaya kazık çakacak gibi davranmakta ne yaman çelişki! Ama bir türlü ayılmıyor. Bile bile lâdes!.. İşte ölümle irtibat, ölümü düşünme, bu derin gafleti paramparça ediyor. Gaflet veren fani lezzetleri zekir gibi acı hale getiriyor. Alarm verip uyarıyor…
“İkinci Sebep: İman-ı tahkikinin kuvvetiyle marifet-i Sânii netice veren masnuattaki (Allah’ın yarattığı hârika sanat eserleri üzerinde marifetullahı, İlahî irfan bilgilerini netice veren îmanî tefekkürden gelen parıltılar ile bir nevi huzur kazanıp (her an Allah’ın huzurunda bulunmanın şuuruna varıp)
Rahîm olan Yaradan’ın hazır ve nâzır olduğunu düşünüp O’ndan başkasının teveccühünü aramayarak, huzurunda başkalarına bakmak, medet aramak o huzurun edebine muhâlif olduğunu düşünmekle o riyadan kurtulup
İHLASI kazanır.
Her ne ise, bunda çok dereceler, mertebeler var. Risale-i Nur’da riyadan kurtaracak, ihlası kazandıracak çok hakikat zikredildiğinden, ona havale edip burada kısa kesiyorum.”
(Bir saat tefekkürün, bir sene nâfile ibadetten hayırlı olduğunu ifade eden hadis-i şerif, insanın derin tefekkürle tahkiki imanı elde etmeye vesile olmasından dolayıdır. Çünkü bu tefekkür hem İhlasa hem de ihsan şuuruna kazandırır.
Yani hem her an Allah beni görüyor; hem de ben de her an O’nun huzurundayım, sanki hep O’nu görüyorum şeklinde bir yüce idrak insana hakim olur. Bu ulu şuur da insanı riyadan kurtardığı gibi, ihlasın da insanda derince yerleşmesine sebep olur.