Türkiye’nin en azından dış siyasetini anlamlandırmada dünyanın bu iki kutuplu durumunu, misyonunu, hedef ve maksatlarını gerçekleştirme gücünü iyi okumak gerekir.
HÜSEYİN ODABAŞI
Dine mesafeli Sosyalist bir gelenekten gelen Kemal Kılıçdaroğlu, 14 Mayıs’tan önce Türkiye’de yapılacak olan seçimlere müdahale etmemesi için Rusya'yı sert bir dille uyardı. Diğer taraftan aynı tarihlerde Bosna Hersek’teki Sırp tarafının en önemli politikacılarından biri Dodik, yapılacak olan seçimlerde Bosnalıların dostu görünen Tayip Erdoğan'ının kazanmasının kendileri açısından önemli olduğunu söyledi. (Mayıs 11, 2023, Hürriyet)
Balkanlarda hemen her faaliyetini Müslümanların aleyhinde gerçekleştiren Sırpların kendini Müslüman dünyaya karşı halife olarak tanıtan bir lideri destekliyor olmaları izaha muhtaç normal olmayan bir durumdur.
Bugün meydana gelen bu tabloyu daha iyi okuyabilmek için biraz gerilere gitmemiz gerekir. Birinci Dünya savaşından sonra dini önceleyen bir devlet olan Osmanlı’nın yıkılmasıyla materyalizm yani Allahsızlık dünyaya hâkim oldu. Rusya'sıyla beraber Batı, katıksız dinden sterilize edilmiş bir yapıya ulaştı. Mücadele ve cidalden ibaret bir hayat yaşayan batı, Makyavelizm prensipleri ile birbirleriyle didişe didişe karşı karşıya geldiler ve menfaatleri çatıştığından II. Dünya Savaşı kaçınılmaz hale geldi.
Fakat İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya, yeniden bir dengeye doğru koşmaya başladı. Çünkü bu savaşta 65 milyon insanın ölmesi özellikle Avrupa’da şok tesiri yaptı. Tanrıyı kovarak ırkçılık üzerine tesis ettikleri dünya neticede ölüm, kan ve gözyaşı getirmişti. Bu felaket Avrupalının acaba nerde hata yaptık diye düşünmesini sağladı. Dine, ahlaka veya insani kriterlere dönüş yapmaktan başka çare olmadığını gördüler. Çünkü bu savaşla “Tanrı öldü” deyip hayatlarından dini kovarak kurdukları materyalist ve menfaatçi dünyaları temelinden yıkıldı.
Evet, 70 sene önceki bu savaş sonrasında komünist blok ülkelerini de değişime ve yenileşmeye zorladı. Öyle ki bu etkiyle 90’lara gelindiğinde komünist blok ülkeler çöküverdi. Avrupa, ABD’nin Marshall (5 Haziran 1947) yardımıyla bellerini doğrulttuğundan Amerikan NATO blokunun eteklerine yapıştı. Böylece bir tarafta Amerika'nın daha doğrusu NATO'nun diğer tarafta SSCB’nin olduğu iki kutuplu bir dünya oluştu. Ancak soğuk savaşlarla mücadelesini devam ettirmekte olan bu dünya, 90’ların başında SSCB’nin çökmesiyle tek kutuplu haline geldi. Aradan 30 sene geçtikten sonra 2020’lere geldiğimiz Rusya büyüdü, güçlendi ve yeni bir kutup haline geldi. Ve bir sene önce Rusya, NATO’yu ve bütün Batı’yı karşısına alacak şekilde Ukrayna'ya büyük bir cesaretle savaş açtı.
Türkiye’nin en azından dış siyasetini anlamlandırmada dünyanın bu iki kutuplu durumunu, misyonunu, hedef ve maksatlarını gerçekleştirme gücünü iyi okumak gerekir. Türkiye kendini son bir asırdan beri bu iki kutbun çekim alanında, etkisinde buldu. Türk siyaseti bu iki kutbun tam da arasında, ortasında kaldığından bir türlü kendi iç dinamiklerine göre bir strateji belirleyemedi. Bu bakımdan Müslüman bir nüfusa sahip olan Türkiye, Batı etkisi ile Rus etkisi arasında gidip geldi. Hatta bu nedenle derin yapısı, çekirdeği ikiye bölündü. Kabaca bir genelleme yapacak olursak Türkiye'nin derinlerinde daha çok Ruslar, görünen yüzünde ise Batı tesirli oldu.
Türkiye’nin en büyük problemi Rusya'nın merkezinde olduğu Doğu ile Avrupa'nın vücut bulmuş hali olan Batı arasında sıkışıp kalmış olmasıdır. Türkiye’nin ta kuruluşundan itibaren yönü Batı’ya dönüktür. Evet, Türkiye’nin kuruluşundan itibaren yönü batıya dönüktür fakat aynı zamanda dünyanın diğer bir zıt kutbunu temsil eden Rusya’nın komşusudur. Onun da bir çekim alanı vardır. Bu jeopolitik ve coğrafi konumun, Türkiye'de günümüze kadar yaşanan karmaşaların, darbelerin fail-i meçhul cinayetlerin vb. sayısız hukuksuzlukların yaşanmasında büyük payı vardır. Hatta bu etki sebebiyle Türkiye, hukuk devleti vasfına ve şartlarına riayet edemez duruma gelmiştir.
Bismarck'ın Amerika için talih olarak gördüğü coğrafi avantaj Türkiye için söz konusu değildir. Ne diyordu Bismarck: “Amerika coğrafi yapısı itibarıyla ne kadar talihlidir, şanslıdır. Bir taraftan ya komşuları zayıf ve fakir devletlerden veya denizler ve balıklardan meydana geliyor.” Amerika gücünü, tesirini kırabilecek bir komşularına sahip değil. Bir devlet için zayıf komşuların olması bir avantaj ve talihliliktir. Türkiye, Rusya gibi çok güçlü ve agresif bir komşuya sahip olmanın sıkıntısını daima yaşadı halen daha yaşıyor.
Bize Türkiye’nin jeopolitik olarak Rusya ve Avrupa'nın arasında köprü olmasının hep avantajları anlatıldı. Fakat bana göre dezavantajları daha çok. Mesela İkinci Dünya Savaşı’na dahil olmadığımız halde savaşa giren ülkeler kadar fakirleştik, gıda kuyruklarına girmek zorunda kaldık. Bugün yıllık enflasyon seviyemiz Ruslar tarafından işgal edilmek istenen ve savaş hali yaşayan Ukrayna'dan daha yüksektir ve daha kötüdür.
Ülkemizin tarihi Ruslara taraftar olanlarla Batıya taraftar olanlar arasında kavgayla, çekişmeyle geçer. Kâh Avrasyacılar ülkenin kaderine hâkim olur kâh Batı yanlıları... Yıllar yılı geçer de biz ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranamayız. Her ikisine yaranma duygusu da koskocaman devlet yapısını münafıklaştırmaktan başka işe yaramadı. Hem hukuk hem de diktatörlüğün bir arada yaşandığı ülkemizde uzun vadeli planlar, yatırımlar yapmak güven probleminden dolayı mümkün olmaz.
Çare kendimiz olmaktır. Kendimizi bulmaktır. Kur’an diyor; siz doğru yoldaysanız başkasının dalaleti hakareti size zarar veremez. Doğu Batı arasında sıkışıp kalmamanın yolu da kendi değerlerimize sahip çıkıp geleceğe açılan kaliteli insanlar yetiştirmekten geçer. Eğer böyle olursa bir muhalefet lideri kalkıp da, Ruslarla bir tür dayanışma içine giren hükümetle mücadele ederken Ruslara “iç işlerimize karışmayın, seçimlere müdahale etmeye kalkmayın” ihtarında ikazında bulunmaz.