'İman ve Kur'an hizmeti bugün çok sağlam omuzlar bekliyor'

''Îman ve Kur’ân hizmeti, bugün her devir ve dönemden daha çok sağlam omuzlar beklemektedir. Mü’minler, herşeyin hikmetle cereyan ettiği bu dünyada, Allah’ın rızâsına kalbini kilitleyerek vazifelerini hakkıyla îfâ ederlerse; -İnşâallah- inâyet-i İlâhî onların imdâdına yetişir, başarı ve muvaffâkiyeti elde ederler. ''
Mehmet Ali Şengül / samanyoluhaber.com
Dünyaya Bir Daha Gelmeyeceğiz

Zaman çarkı durmuyor dönüyor. Allah’ın bize lütfettiği bu zaman dilimini âhiret hayatımız adına kazançlı hale getirmek, akıl ve irâdemizi bu istikâmette kullanmaya bırakılmıştır.
    
Ağaç, iyi budanırsa daha güzel meyve verir. İnsan; nefis ve şeytanın esâretinden kurtulur; îman, ahlâk ve faziletle kabiliyetlerini iyi donatır ve terbiye ederse, dünya ve âhiret hayatı adına daha verimli hâle gelir.
    
İnsanın en hayırlı anları, kendisini varlık âleminin en şereflisi olarak yaratan Rabbisiyle beraber olduğu anlardır. Böyle olunca zahmetler ibâdete, maddî zâyiatlar sadaka hükmüne geçmiş olur. Bu yolda ölümler, insanı şehâdetle kanatlandırır. 
     
Allah (cc), her devirde Dar-ün Nedve’lere mukâbil Dar-ül Erkam’lar lutfetmiştir. Kâfir, münâfık, fâsık ve fâcirler; ölümle sona erecek dünya hayatları adına ölesiye vazifelerini yerine getirmektedirler. 
    
Âhirete, ölümsüz ebedî bir hayata inanan mü’minler de, atâlet ve meskeneti terkedip hak bildikleri yüce bir mefkûre yolunda ölüm pahasına dimdik durmalı, dünya barışına katkıda bulunmanın yanında, hem nefsi hem nesli adına ebedî saâdeti kazandırabilmek için, aslâ zaafa düşmeden Dar-ül Erkam ruhunu temsil etmelidirler. 
    
Îman ve Kur’ân hizmeti, bugün her devir ve dönemden daha çok sağlam omuzlar beklemektedir. Mü’minler, herşeyin hikmetle cereyan ettiği bu dünyada, Allah’ın rızâsına kalbini kilitleyerek vazifelerini hakkıyla îfâ ederlerse; -İnşâallah- inâyet-i İlâhî onların imdâdına yetişir, başarı ve muvaffâkiyeti elde ederler. 
      
Tarihte olduğu gibi günümüzde de nice insanlar vardır ki; mü’min kimliğini taşıdıkları halde, menfaat ve çıkarları, makam ve mansıbları, şan ve şöhretleri adına, hiçbir cürmü hatası olmadığı halde mü’min kardeşlerine, tarihte eşi az görülen büyük zarar vermekte, kendi irâdeleriyle âhiret hayatlarına da en büyük darbeyi vurmakta ve ebedî hayatlarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya gelmektedirler. 
    
Allah ve Resûlullah’a (as) gönül vermiş, Kitap ve Sünnet çizgisinde yerini almış ama; yurdundan yuvasından, işinden edilmiş, mazlum, mahkum, mağdur nice insanlar; hayatın en zor, tahammül fersa zamanlarını yaşamaktadırlar.
    
Böylesine ağır şartlar altında birbirine destek olup omuz omuza dâvâlarına sahip çıkan bu hak erlerinin, hak bildikleri yüce ve kutsî hizmetlerine hayatlarını adamaları, şartlar ne kadar ağır olursa olsun sabretmeleri ve bu asil duruşlarıyla model ve örnek olmalarını; gelecek hayr-ul halef nesiller hayran kalacak ve onları hayırla yâd edeceklerdir.
   
Gerçek dost, insanın en zor ve en muhtaç olduğu zamanlarda yanında olanlardır. Kafa ve kalplerin yaralandığı, musibetlerin insanları şiddetle sarstığı böyle bir dönemde inananlar; vücuttaki uzuvlar gibi kardeş olup birbirine sahip çıkmalı, basit şeylere takılmamalı, kusur aramayı, tenkit etmeyi bırakıp gıybet etmeyi terk etmelidirler. 
     
Aynı zamanda, vahdet-i rûhiye ile kardeşlik şuûru içinde oturup konuşarak, istişâre ederek, yarın ölecekmiş gibi dâvâsına sahip çıkmalı ve cihan sulhüne katkıda bulunmaya gayret etmelidirler. 
     
Unutulmaması gereken en önemli hususlardan birisi de, dünyâya bir daha gelinmeyecektir. Cenâb-ı Hakk’ın bugün lutfettiği iman, gençlik, sağlık gibi fırsatları kaçırdığı takdirde; tekrar bunları geriye getirme imkânı olmadığı için, ömrün her gününü hayatın son günü gibi değerlendirmek lazımdır ki; pişmanlık olmasın, eyvah denmesin.
    
İnsan; esbaba tesir-i hakîki vermeden, Müsebbib-ül Esbab olan Allah’a (cc) dayanıp güvenerek, akıl, irâde ve şuuruyla âhireti dünya hayatına tercih edip, iman ve amel-i sâlihle Allah’ın rızâsına kilitlenmelidirler.  Dünya ve mâfiayı kalben terk edip ebedî hayata kanat açabilirse, o zaman dünyanın sıkıcı atmosferinden kurtulur ve sâhil-i selâmete ulaşma imkânını elde etmiş olurlar. 
Allah (cc) İbrahim sûresi 12, 13 ve 14.âyetlerde; 
“Biz neden Allah’a tevekkül etmeyelim ki, gireceğimiz yolları bize O gösterdi. Bize verdiğiniz her türlü eza ve sıkıntıya sabredeceğiz. Tevekkül edenler yalnız Allah’a dayanıp güvenmelidirler.”
“Kâfirler Resullerine dediler ki: ‘Ya sizi yurdumuzdan kovarız, yahut bizim dinimize dönersiniz.’ Rab’leri de onlara şöyle vahyetti: ‘Elbette Biz o zalimleri imha edeceğiz ve onlardan sonra o ülkeye sizi yerleştireceğiz. İşte bu, huzuruma çıkmaktan ve uyardığım azaptan çekinenler içindir” buyurmaktadır. 
      
İnsanlar, maddî uzuvları hastalandığı zaman tedâviye ihtiyaç duydukları kadar; ruhun, kalbin ve aklın da bakıma ve tedaviye ihtiyacı olduğuna inanmalıdırlar. Bu inançla, şeytanın, nefsin esâretinden kurtulup kalb ve ruhun derece-i hayâtına yükselme gayreti içinde bulunmalıdırlar.
       
Enbiya sûresi 83 ve 84.âyetlerde;  “Eyyûbu da an! Hani O: ‘Ya Rabbî, bu dert bana iyice dokundu. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın!’ diye niyaz etmiş, Biz de onun duasını kabul buyurup katımızdan bir lütuf ve ibâdet edenlere bir ders olmak üzere hastalığını iyileştirmiş, kendisine aile ve dostlarını bir misliyle beraber vermiştik’ misâli verilmektedir.

Enbiya sûresi 87.âyette de Hz.Yunus (as) misal verilerek; “Zünnûn’u da an. Hani o halkına kızmış, onlardan ayrılmış, Bizim kendisini sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Sonra karanlıklar içinde şöyle yakarmıştı: ‘Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin. Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” dediği ifâde edilmektedir.
        
Batıp yok olup gidenlere takılıp kalmadan Sâhib-i kâinâta (cc) yönelmeli, günah seylapları içinde cehenneme namzet nesillerin kurtarılması yolunda yapılması gereken bütün fedâkarlıklar ihmal edilmemelidir.
         
Cenab-ı Hak, Ra’d sûresinde şöyle buyurmaktadır: 
“Onlar Rabbin tarafından sana gönderilenin hak ve gerçek olduğunu bilip, Allah’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözetirler. Rableri olan Allah’tan çekinirler ve pek çetin bir hesaptan endişe ederler.” (13/21)
“Onlar, sırf Rab’lerinin rızasını kazanmak için sabreder, namazı tam gerektiği şekilde kılarlar. Kendilerine ihsan ettiğimiz rızıklardan gerek gizli, gerek açık bir tarzda bağışta bulunur ve kötülüğe iyilikle mukabele ederler. İşte onlardır dünya diyarının güzel âkıbetini kazananlar!” (13/22) 
“O güzel âkıbet Adn cennetleri olup, onlar babalarından, eşlerinden ve nesillerinden iyi olanlarla birlikte o cennetlere girerler. Öyle ki melekler de her kapıdan yanlarına varıp: “Sabretmenize karşılık size selamlar, selametler! Dünya diyarının ne güzel âkıbetidir bu!” diyecekler.” (13/23) 
“Ama Allah’a verdikleri sözü iyice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri terkedenler ve yeryüzünde fesat çıkarıp nizamı bozanlar yok mu, işte onlara sadece lânet vardır. En kötü yurt olan cehennem vardır.” (13/24)
“Allah dilediği kimsenin rızkını bollaştırır, dilediği kimsenin rızkını ise daraltır. O inkârcılar, sadece dünya hayatıyla sevinirler. Halbuki dünya hayatı, âhiretin yanında geçici, değersiz bir metadan başka bir şey değildir.” (13/25) 

Süfyan bin Abdullah Sakafî (ra); ‘Yâ Resûlallah bana öyle bir nasihat et ki, ona sarılıp kurtulayım’ dediğinde;
Efendimiz (sav); “Rabbim Allah de! Sonra müstakim ol, istikâmetten ayrılma, bu sana yeter” buyurdular.
Yâ Resûlallah beni en çok tehlikeye atan nedir?’ diye sordu. 
Efendimiz (sav); “(Mübârek eliyle dilini tutarak) Senin ve ümmetim hakkında en çok korktuğum işte budur” buyurdular. (Tirmizi)
     
Dil kendisi küçük ama, (hayır ve şerde) sebep olacağı sonuç büyüktür.  Ağızdan çıkan söz, yaydan çıkan ok gibidir. İnsan dünyada dilini nasıl kullanırsa, âhirette ona göre muâmele görecektir. 
    
Efendimiz (sav); “Allah’a ve âhirete inanan ya hayır konuşsun veya sükût etsin” buyurmuşlardır. (Tirmizi)
    
Hz.Ömer de (ra); ‘Ey Kâbe! Seni bin defa yıkayım ama insan kalbini bir defa kırmayayım. Zirâ, senin yapın taş ve topraktan ibarettir. Yıkıldığın zaman tekrar yapma imkanı vardır.’    (Nitekim tarih boyunca çok yıkılmış ve tekrar yapılmıştır. Ama insan kalbinin malzemeleri Allah’a aittir. Yeryüzünde alınıp satılmamaktadır.)
      
Adâletin tahakkukunda, İslam ferdi esas almış, emir ve yasaklarında onu muhatap kabul etmiştir. Tarih boyu adâlet, dinden beslenmiştir.
        
Allah (cc) Mâide sûresi 42.âyette; “Şüphesiz Allah âdilleri sever” buyurmaktadır.
      
Adalet, ifrat ve tefrite girmeden emr-i İlâhiyi yerine getirmeye, insan ve toplumun ahenk ve dengesini sağlamaya denir. Ebedî hayatımız için Allah’ın lütfettiği fırsatları kazançlı hâle getirmek de, akıl ve irâdemizi adâletle kullamaya bağlıdır.  
     
Zulüm ise, adâletin zıttıdır. Ve aynı zamanda adâletin temeline konan bir dinamittir.
      
İslâm’ın özü, ruhu, kavl-i leyyin (tatlı dil güler yüz) ile insanlara  muâmeledir.
     
Şerre alet ve tâbi olmak ihlâsla yapılacak işleri, semereleri iptal ediyor. İman; zalimlerin, makam, imkan ve gücün karşısında bükülmeden, dik durmayı müstağni ve izzetle yaşamayı gerektiriyor. 
    
Derdimiz ve vazifemiz; küfür ve dalâlet yangınından insan kurtarmaktır. İnsanlar; kısa vâdeli şu dünya zevkleri içinde âhiretlerini mahvetmesinler, Rab-ül âlemin olan Allah’ı tanısınlar, birbirlerini sevsinler, kardeşçe yaşasınlar. Yaratılış gâyesinin idrak ve şuuruna ersinler, îsar ruhuyla, kardeşini nefsine tercih etsinler. 

27 Eylül 2018 11:32
DİĞER HABERLER