"İman ve ümidin kazandırdıkları..."

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 'Kırık Testi' sohbeti 'herkul.org' internet sitesinde yayınlandı.

Soru: Son yıllarda yaşanan bir kısım amansız ve insafsız hâdiseler, inanan gönüllerin geleceği karanlık görmelerine ve ümitsizliğe düşmelerine sebep olabiliyor. Gelecekle ilgili düşünceleriniz ve beklentileriniz nelerdir?

   Cevap: Geleceği mutlak anlamda sadece Allah bildiği için bu konuda dile getirilen her türlü tahmin sadece şahsî hislerin ve sübjektif kanaatlerin dile getirilmesinden ibaret görülmelidir. Yoksa bir mü’minin iddiayla ve kehanetle işi olamaz. 

Dolayısıyla biz, tarihteki ve günümüzdeki bir kısım hâdiselerden yola çıkarak gelecekle ilgili yorum ve analizler yapsak da bunlar hiçbir zaman kesin ve objektif bilgiler olmayacaktır. Öncelikle bu hususun hatırda tutulmasında fayda vardır.

Bu kısa hatırlatmayı yaptıktan sonra ifade etmeliyim ki, ben ne Türkiye’nin ne de Hizmet hareketinin akıbetini hiçbir zaman karanlık görmedim. Çevremde sadece üç-beş insanın bulunduğu dönemlerde bile bu ümidimi hep canlı tuttum. 

Zaman zaman karışıklıklar olabilir, bir kısım hercümerçler yaşanabilir. Samimi mü’minler bir kısım despotların zalimce muamelelerine maruz kalabilir. Zulmün paletleri altında ezilebilir. Fakat eğer -Akif’in ifadesiyle- Allah’a inanmış, sa’ye sarılmış ve hikmete râm olmuşsanız hiç endişe yaşamamalı ve ümitsizliğe düşmemelisiniz. 

Zira siz endişe etmeye, korkmaya ve ümidinizi kaybetmeye başladığınız anda, beraber yürüdüğünüz insanlarda paniğe sebebiyet verir, onları fikir dağınıklığına düşürür ve tereddüde sevk edersiniz. Sonrasında da kaymalar ve dökülmeler başlar.

NİYEK VE MAKSADIN DOĞRULUĞU

Bir mü’min için asıl önemli olan husus, girdiği yolun ve yöneldiği hedefin doğruluğudur. Eğer siz, Zât-ı Ulûhiyet’i bütün dünyaya doğru bir şekilde duyurmaya çalışıyor, eğitim ve hoşgörü vasıtasıyla bütün dünyada sulh ve selametin hâkim olması için gayret ediyor ve yaptığınız bütün hizmetleri de sadece Allah rızasına bağlıyorsanız doğru yoldasınız demektir. 

Bu, insanı Cennet’e götürecek, rıza ve rıdvana ulaştıracak bir yoldur. Gerisi sizi çok alâkadar etmemelidir. Çünkü siz daha baştan bu niyetiniz, maksadınız ve gayretinizle kazanmışsınız demektir. Bunun ötesinde sizin bu gaye-i hayalinizin gerçekleşmesi, yapılan hizmetlerin meyve vermesi Cenâb-ı Hakk’ın bileceği bir iştir.

Bazen Allah Teâlâ i’lâ-i kelimetullah yolundaki gayretlere büyük kazançlar ihsan eder. Bazen de bilemediğimiz bir kısım hikmetlere binaen yapılan hizmetlerin karşılığını arzu ettiğimiz şekilde göremeyebiliriz. 

Birinci durumda mü’minlerin elde ettikleri başarıları sahiplenmeleri ve kendilerinden bilmeleri ne derece yanlışsa, ikinci durumda da onların karamsarlık ve ümitsizliğe düşmeleri o kadar yanlıştır. Çünkü bize düşen vazife, gaye-i hayalimizi gerçekleştirme adına sebeplere riayet etmektir. Sonuçları yaratmak ise Allah’a aittir.

Öte yandan ümitsizlik, Hz. Pir’in de ifade ettiği üzere, yüce gayelere ulaşmanın önünde büyük bir engeldir. Mehmet Akif de ye’sin nasıl bir bela olduğunu şu ifadeleriyle anlatmıştır:

“Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun,

Ümide sarıl sımsıkı, bak ne olursun.

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar,

Me’yus olanın ruhunu, vicdanını bağlar.”

Bu yüzden geleceği karanlık görmek, geleceği gerçekten karanlık hâle getirebilir ve kemalâta giden yolları yürünmez kılabilir.

Evet, pek çok âyet ve hadisin de müjdesiyle biz inanıyoruz ki gelecek aydınlıktır. Yaşanan bela ve musibetler ise bu aydınlık geleceğe ulaştıran yoldaki gelip geçici bir kısım fırtınalardır. 

Bu itibarla yeryüzünü Ye’cüc ve Me’cüs sarsa, bunlar her şeyi tarumar etse, yıkmadık ve devirmedik hiçbir şey bırakmasalar bile, Allah’ın izni ve inayetiyle, biz yine de sonunda bir tamir ve ıslahın vuku bulacağına inanırız/inanmalıyız. Bizim ayakta durabilmemiz, yolumuzda yürümeye devam edebilmemiz ve böylece Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilmemiz adına böyle bir iman ve ümit çok önemli birer güç kaynağıdır.

Ebu Süfyan, Mekke fethedildiğinde bir sahabenin o günkü hâline bakıyor, bir de işin bidayetini düşünüyor; Peygamber davasının bir kadın, bir çocuk ve bir köleyle başladığını ve sonrasında o günkü ihtişamına ulaştığını söyleyerek hayretini ortaya koyuyor. 

Hakikaten Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve etrafındaki fakir ve zayıf durumdaki çok az sayıda sahabe çok kısa bir süre içerisinde büyük başarılar elde etmişlerdi. Hiç şüphesiz bu başarının arkasındaki -sebepler açısından- en önemli dinamikler de iman, ümit, azim ve kararlılıktı. 

Onlar yürüdükleri yola çok sağlam inanmış, karşılaştıkları bir kısım bela ve musibetler karşısında ümitlerini hiç kaybetmemiş, hiç duraksamadan doğru yollarında yürümeye devam etmiş, inandıkları davayı başkalarına anlatabilme adına her fırsatı değerlendirmiş ve sürekli mefkûrelerine bağlı yaşamışlardı. Neticede Cenâb-ı Hak da onları inkisara uğratmamıştı.

Peygamber yolunun yolcuları her zaman bir kısım bela ve musibetlere maruz kalabilirler. Kendilerinden ve kendi çıkarlarından başka hiç kimseyi gözü görmeyen bir kısım tiranların baskı ve zulümleri altında ezilebilirler. 

Fakat başkalarının mekanize birlikleri, uçakları, topları, gülleleri, onların dayandıkları güç kaynağı karşısında çok cılız şeylerdir. Dışarıdan gelen bu tür saldırı ve tecavüzlerin bir davaya gönül vermiş insanları yollarından alıkoyması ve onların başlatmış oldukları hizmetleri bitirmesi çok zordur. 

Yeter ki içteki ahenk korunabilsin, birlik ve beraberlik şuuru canlı tutulabilsin. Yeter ki içte bir çözülme ve bozgun vetiresine girilmesin. Dolayısıyla eğer bu konuda endişe edilecekse kendimizden etmeliyiz.

Konuyla ilgili Hazreti Bediüzzaman’ın şu mealde sözler söylediği nakledilir: “Bana deseler ki Rusya mekanize birlikleriyle sizin üzerinize geliyor. Ben bacak bacak üstüne atar, Zübeyir bana bir kahve yap, derim. Fakat bana deseler ki içte arkadaşlar arasında bir kırılma ve çatlama var. İşte o zaman bana odama kapanıp ağlamak düşer.”

Bu açıdan biz eğer bir şeyden endişe duyacaksak kendi kıvamımızı kaybetmekten endişe duymalıyız. Sürekli, “Konumumuzun hakkını verme adına acaba gereken performansı ortaya koyabiliyor muyuz? Acaba yapılması gereken hizmetler adına layıkıyla bir fedakârlık ve adanmışlık ruhu taşıyor muyuz?” demeli ve kendimizi muhasebeye tâbi tutmalıyız. 

Eğer bu konularda bir eksiğimiz varsa onun telafisine çalışmalıyız. Bizi öncelikle ilgilendirmesi gereken asıl mesele budur. Bunun dışındaki can yakıcı hâdiseler gelip geçicidir. Bunları çok fazla önemsemeye gerek yoktur. Fakat -Allah muhafaza- kurt gövdenin içine giriyor, damarlarımızı kesiyor ve oradan kanımızı emiyorsa işte o zaman bize oturup ağlamak düşer.

Ne var ki biz bazen asıl odaklanmamız gerekli alanı unutup çok fazla aktüaliteye dalıyor, günlük meselelerle çok fazla meşgul oluyoruz. Bunlar da bizde dağınıklık hâsıl ediyor. Hâlbuki Hz. Pir, “İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa ancak nura (yapılacak hizmetlere) kâfi gelir.” (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 131) demiştir. 

Bu açıdan inanmış gönüllere düşen vazife, bütün himmetlerini, yapmaları gerekli olan hizmetlere teksif etmektir. Onlar burada kusur etmemeli ve ihmale sebebiyet vermemelidirler. Çünkü nasıl ki biz, bizden öncekilerin eksik, kusur ve ihmalleri neticesinde meydana gelen boşlukları doldurmada çok zorlanıyorsak, bizden sonraki nesiller de bizim bıraktığımız boşlukları doldurmada çok zorlanacaklardır. Bu sebeple de arkamızdan, “Allah atalarımızın müstehakkını versin!” diyeceklerdir.

Sonraki nesiller arasında yâd-ı cemil olmanın ve rahmetle anılmanın yolu, günümüzde üzerimize düşen vazifeleri arızasız kusursuz yerine getirebilmektir. Eğer biz bu konuda üzerimize düşeni yaparsak onlar da, “İki ayakları bir kap içinde olduğu hâlde hiç durmadan canhıraşane mücadele etmişler. Allah onlardan razı olsun!” diyeceklerdir.

Şuna kat’iyen inanmalıyız ki eğer biz sağlam bir iman ve ümit ile yolumuza devam eder ve üzerimize terettüp eden vazifeleri bihakkın yerine getirirsek Allah da kendisine inananları yalnız bırakmayacaktır. 

Zira O, Yüce Beyanında şöyle buyurmuştur:  “Gevşeklik göstermeyin, tasalanmayın; eğer iman ediyorsanız üstünsünüz.” (Âl-i Imrân Sûresi, 3/139) Âyet-i kerimenin de ifade ettiği üzere Allah’a iman edenler daha başta üstünler demektir. Potansiyel olarak böyle bir üstünlüğe sahip olan insanlar, eğer azim ve kararlılıklarını devam ettirirlerse pratikte de bu üstünlüğü elde edebilirler.

Aynı şekilde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sevr sultanlığına sığındıklarında Hz. Ebû Bekir’e, 'Tasalanma, Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe Sûresi, 9/40) demiştir. Bu sebeple Allah bizimle beraber olduktan sonra gam u tasaya gerek yoktur. 

Önemli olan duyguda, düşüncede, iz’anda, kabulde hep maiyyet-i ilâhiye çerçevesi içinde bulunabilmektir. Eğer bu gerçekleştirilebilirse Allah (celle celâluhu) da bu teveccühe teveccühle karşılık verecek, böyle bir maiyy.et mülâhazası karşısında sizi yalnız bırakmayacak ve maiyyet teveccühüyle mukabele edecektir.

ALLAH HAKINDA HÜSN-Ü ZANDAN AYRILMAMA

Öte yandan herkesin maruz kalınan bela ve musibetleri öncelikle kendi şahsı, sonrasında da mesul olduğu alan çerçevesinde ele alıp değerlendirmesi gerekir. Yani şunu diyebilmelidir: “Şu anda hırpalandık, ırgalandık ve sarsıldıksa bu, bizim yüzümüzdendir. İhtimal ki Allah’la münasebetlerimiz açısından hata ve kusur yaptık.” 

Allah hakkındaki hüsn-ü zannımızı koruyabilmemiz adına meselelere böyle bakmamız çok önemlidir. Zira biz biliyoruz ki O (celle celâluhu), kullarına zerre miktarı zulmetmez.

Ayrıca hâdiseleri değerlendirirken doğru bakış açısını yakalama ve meseleleri arka planlarıyla birlikte ele alma da çok önemlidir. Bazen hakkımızda şer gibi görünen olaylar, bizim için pek çok hayırlar vaat ediyor olabilir. 

Mesela Cenâb-ı Hak bunları bizim için birer keffaretü’z-zünûb yapar ve böylece bizi günah kirlerinden arındırır; bizi ırgalamak suretiyle gözümüzü açar ve doğruları daha iyi görmemizi sağlar; bizi gerçek tevhide ulaştırır; kendisine karşı teveccühümüzü tamamlamaya sevk eder.

Allah, yolunu şaşırmış veya gaflete düşmüş olanları uyandırmak ve kendilerine getirmek için bazen onlara iğnenin ucuyla dokunur, o yetmiyorsa çuvaldızın ucuyla dokunur, o da az geliyorsa bir mızrağın ucuyla dokunur. 

Bazen çok daha ağır şeylere de müptela kılar. Bunların her biri birer şefkat tokadıdır. Biz bu tür hâdiseleri sadece zahiri yönleri itibarıyla değerlendirecek olursak onların aleyhimizde olduklarını zannedebiliriz. Hâlbuki Allah, bunlarla gözümüzü açar ve bizi uhrevî felâketten muhafaza buyurur.

Biraz daha açacak olursak, Cenâb-ı Hak, kendini salan, adanmış olduğunu unutarak dünyaya talip olan ve kendi hesaplarının arkasına düşen mü’minleri, zahirî yüzleri itibarıyla acı olan bir kısım bela ve musibetlerle sarsar. 

Böylece onları yeniden asıl vazifelerine sevk eder. Yani bunların her biri, kalbî hayatla ilgili bir yerde dağınıklığa düşmüş insanlara yapılan tembihlerdir. 

Bir mü’min gerek zelzele, fırtına, sel, kuraklık gibi tabiî âfetleri, gerekse düşmanlık duygularına kilitlenmiş bir kısım insanların yapmış olduğu zulüm ve gadirleri birer tembih (uyarı) olarak anlamalı ve gereken dersi almaya çalışmalıdır.

Aslında Allah’ın mü’minlerin hata ve kusurlarını ahirete bırakmayıp bu tür musibetlerle onları daha dünyada iken arındırması onlar için büyük bir nimettir. Bu açıdan mü’minlere düşen, kendilerine yapılan bu tür ikaz ve tembihleri birer iltifat ve ganimet gibi görmek, kendilerini ıslaha çalışmak, tavır ve davranışlarını düzeltmektir. 

Şöyle düşünmelidirler: “Biz bir çamurda dolaşıyorduk. Bizi irşat ve terbiye eden Zât, kulağımızdan tuttu, bizi çamurdan dışarıya çıkardı ve bir daha orada dolaşmamamızı tembihledi.”

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ''Mü’minin durumu şayan-ı takdir ve şaşırtıcıdır! Zira her hali onun için bir hayırdır. Bu durum sadece mü’mine hastır, başkasına değil: Memnun olacağı bir şeye mazhar olsa şükreder ve bu onun için hayır olur. Onu dağidar edecek bir duruma maruz kalırsa da sabreder, bu da onun için hayır olur.” (Müslim, zühd 64) şeklindeki sözleriyle, bela ve musibetlerin bile mü’min hakkında nasıl bir hayra dönüşeceğini ifade buyurmuştur.

Dolayısıyla mü’min, ister bir kısım muvaffakiyetler elde etsin, isterse bir takım sıkıntılara maruz kalsın; her hâlükârda kazançlı çıkma yolları ona açıktır, onun için bir kayıp söz konusu değildir. 

Buna mazhar olmanın tek şartı, onun, Allah ve hadiseler karşısında “mü’min duruşu”nu koruyabilmesidir. Asıl kaybedecek olan ehl-i dalâlettir, ehl-i nifaktır, ehl-i küfürdür, ehl-i zulümdür. 

Onlar dünyadaki suri başarılarına aldansalar ve değişik komplolarla dünyada üstünlük elde etseler de burada da ötede de ızdıraptan kurtulamayacak ve kayıp üstüne kayıp yaşayacaklardır.

06 Eylül 2019 13:16
DİĞER HABERLER