''Kim ne derse desin; Allah bizimle beraber ve bizden hoşnut ve râzı ise, biz de O’nun yolunda O’nun rızâsına talip isek, ne gam ne keder...''
Mehmet Ali Şengül / samanyoluhaber.com
İnsanın üstün meziyetlere sahip olmasının ilk basamağı inanmaktır, imandır. İnsanın en önemli vazifelerinden birisi ve yaratılış gayesi de; her şeyi yaratan, sisteme koyan Rabbini tanıması ve bilmesi, başkalarına da tanıtıp sevdirmesidir.
Efendimiz (sav), ‘Allah’ı kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin’ (Suyutî) buyurmuşlardır.
Nimetleri külfetleri ile yaratan Allah, kullarını -fert, aile, cemaat ve millet olarak- çok değişik, farklı musîbetler, sıkıntılar ve hastalıklarla imtihana tâbi tutar.
Allah kuluna bazen servet, makam ve muvaffakiyetler lütfeder. Bakalım kulum şükredecek mi, yoksa şımaracak mı? Bazen de elinden her türlü nimetlerini alır. Bakalım isyan mı edecek, yoksa teslim olup sabredecek mi? Zira mülk onundur, mülkünde istediği gibi tasarruf eder. İnsana düşen vazife, sabır içinde şükretmektir.
Dünyada ehl-i imana yapılan zulümler, çekilen çile ve ızdıraplar elbette yüreğimizi yakıyor, canımızı sıkıyor, üzülüyoruz. Nefsimiz mukâbele-i bilmisilde bulunmaya zorluyor. Ne var ki, imanımız, mesûliyet duygumuz; yapılacak her işin dünyadan daha çok ahiret hayatımız adına, ne gibi fayda ve zarar temin edecek ona bakmamızı, hissî ve nefsî hareketlerin -haklı dahi olunsa- insana hiç bir fayda kazandırmayacağı gibi, çok kayıplara sebebiyet vereceğini hatırlatıyor.
Mektubâtta, ‘Cenab-ı Hakk’ın inâyet ve tevfîki, sabırlı insanlarla beraberdir. Çünkü sabır üçtür:
Biri; mâsiyetten -günahlardan- kendini çekip sabretmektir. Bu sabır takvâdır.
İkincisi; musîbetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir.
Üçüncüsü; ibâdet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makâm-ı mahbûbiyete kadar çıkarıyor. En büyük makâm olan ubûdiyet-i kâmile cânibine sevkediyor.’
Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde bu üç sabra ilâve olarak; ‘Dünyanın cazibedâr güzellikleri karşısında Kur’anî çizgiyi korumada, zamanın çıldırtıcılığına karşı, bir de emre itaatteki inceliği kavrayarak, vuslat iştiyâkına karşı sabır’ ifâde edilmektedir.
Binâenaleyh, insanlar bu türlü imtihanlara mâruz kaldıklarında sabredip, tahammül gösterir, katlanır, Allah’a tevekkül ve teslimiyette bulunurlarsa; günahların affına, derecesinin yükselmesine, ruhen olgunlaşıp hâlis bir kul olmasına vesile olur.
Cenâb-ı Hak Bakara suresi 153.ayette, “Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak (aczinizi itiraf edip) Allah’dan yardım dileyin. Şüphe yok ki Allah sabredenlerle beraberdir.” buyurmaktadır.
Allah (cc), hiç bir zaman kendisine samimi gönülden inanan kulunun îmanını zâyi etmez, etmemiştir de. İnanmak, iman etmek mutlaka başarılı olmak demek olmadığı gibi, zafer ve nusretin teminatı da değildir. Dünya bir mektep ve kışla hükmündedir. Mektep imtihansız olmayacağı gibi, kışla da tâlimsiz olmaz.
“...Benim rızâm için hicret edenlerin, vatanlarından sürülenlerin,
Benim yolumda işkenceye, zarara uğrayanların,
Benim yolumda savaşanların ve öldürülenlerin,
Elbette kusurlarını örtecek ve elbette onları Allah tarafından mükâfat olarak içinden ırmaklar akan cenetlere yerleştireceğim. En güzel ödüller Allah’ın yanındadır.” (Al-i İmrân, 195)
Allah’ın şer’i kânunları yanında tekvîni kânunları da vardır. Ehl-i îman olarak müslümanlar, bu her iki kânuna da itaat etmek mecburiyetindedirler. İbâdetlerinde samimi, sebeplere riayetlerde azimli ve dürüst olmanın yanında, tekvîni kânunlara da vâkıf olmak zorundadırlar.
“Ey iman edenler! Allah’ın hukukunu gözetin, onun hukukunu ihlâl etmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda mücâhede edin ki, korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza kavuşasınız.” (Maide suresi, 35)
Kul vazifesini yapmakla mükelleftir. Kulun başarması veya kaybetmesi, bu ilâhi kanuna uygun hareket etmesine bağlıdır. Netice Allah’a aittir. Dilerse aziz eder, dilerse zelil eder.
“De ki: ‘Ey mülk ve hâkimiyet sahibi Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden onu çeker alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil kılarsın. Her türlü hayır yalnız Senin elindedir. Sen elbette her şeye kadîrsin.” (Al-i İmran suresi,26)
Müslümanın maddî mânevî üstün ve muvaffak olmasını sağlayan, kalbini nurlandıran imanın yanında, kafasını aydınlatan ilimle mücehhez hale gelmesi, aynı zamanda birlik ve beraberlik ruhu, ahlâk ve fazilet sâhibi, îtimât ve güvenilir olması, adâletle muâmele etmesi, âile ve toplumun huzurunu sağlayan ıslahcı rol oynaması, şefkatli, merhametli, tatlı dil güler yüzle muâmelede bulunması, sulhun ve cihan barışının temsilcisi olması gibi vasıflarla da mücehhez bulunması gerekmektedir.
Evet her halükârda îman, Allah’a teslimiyeti ve sabırlı olmayı gerektirir. Bunlar korunması gereken en büyük cevherler ve değerlerdir. Rabbimiz inanan sâlih kullarına, eğer müstakim olurlar, vazifelerini hakkıyla ifâ ederlerse onlara zafer ve muvaffakiyet vâd etmiştir.
Üstünlük; sadece maddi başarıda veya savaşta üstünlük değildir. İnsanlar için en önemli huzur kaynaklarından birisi de moral üstünlüğü, âile ve toplumda ahlâk ve fazilet üstünlüğüdür.
Allah’a ve âhirete inanan yönetici ve idarecilerin üstün meziyet ve fazilet sahibi olabilmeleri, hiç bir zaman raiyyetlerine karşı, intikamcı olmamalarına, zulüm etmemelerine; şefkatli, merhametli ve âdil olmalarına bağlıdır.
Bu meziyet ve faziletlere sahip tüccarlar ise, hırs gösterip halkı yalan beyanlarla aldatmazlar. Fakirin, garibin, yetimin hakkına tecavüz etmezler. Aksine onların yanında yer alır, haklarını korumaya çalışır ve onlara yardımcı olurlar.
Bu insanlar âlimler ise, hakkı temsil ve tebliğ etmekle mükelleftirler. İlmini maddî manevî hiç bir şeye âlet etmezler. Muhtaç gönüllere hakikatleri duyurmak, hidayetlerine vesile olmak için koşturur, fedakârlıkta bulunurlar.
Cenab-ı Hak Saf sûresi 2 ve 3.ayetlerde, “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?” “Yapmayacağınız şeyleri söylemek, Allah’ın en çok nefret ettiği şeylerdendir.” buyurmaktadır.
Evet âlimin gerçek vazifesi, insanları avlamak, aldatmak değil; samimiyet ve ihlâsla iman erkanını ve din-i mübin-i İslâm’ın hakikatlerini insanların gönlüne ve ruhuna duyurmak olmalıdır. Bunun için tebliğ ettiği hakikatleri, kendi vicdanında da duyması gerekmektedir.
Bu insanlar fakirler ise, Allah’ın haklarında takdir ettiği hallerine şükreder, kendilerine yardımcı olup ellerinden tutanlara, ihtiyaçlarını giderenlere duâ ederler.
Aynı zamanda; meşrû yollarla helâl kazanç sağlamaya çalışır, izzetiyle onuruyla yaşarlar. Kimseye el açıp dilencilik yapmaz, zekât- sadaka verecek duruma gelme gayreti içinde bulunurlar.
Bu üstün meziyet ve güzelliklere sahip ferdinden ailesine kadar bütün bir toplumun ve milletin; huzur, güven, emniyet ve barış içinde olmaları mukadderdir.
Allah (cc), dünyaya zelzele ve depremler zarar vermesin diye, dağları -çadır kazığı gibi- yeryüzüne çakmıştır. Aynen bunun gibi, içtimâi sarsıntılarla da insanlık, hususiyle ehl-i îman zillet ve sefâlet içinde perişan olmasın, îmanda zâfa uğramasın, âhiretlerini yitirmesinler diye sabredip dayanmaları, kâmil îmanla gönüllerini donatmalarını sağlamak için; peygamberleri ve en son Nebiler Sultanı olan -yanılmaz ve yanıltmaz- Hz.Muhammed (sav)’i rehber olarak göndermiştir.
Allah (cc), hükmü kıyamete kadar devam edecek, dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacak âlemşûmül bir mesaj olarak Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyan’ı da Efendimiz (sav) ile göndererek, O’nu temsil ve tebliğ yapmak üzere örnek yapmıştır.
Böylece inananlar, Kur’an ve Resûlüllah’ın rehberliğinde şeytan ve küfür saltanatına boyun eğmesinler.. Hakkı tutup kaldırsınlar.. Yıldırım gibi tepelerine inen musibetlere karşı dişlerini sıksınlar.. Dik durup geriye adım atmasınlar.. Ahiretlerini de dünyaya feda etmesinler..
Unutmayın! “İnsanı Biz yarattık. Onun için, nefsinin kendisine neler fısıldadığını, neler telkin ettiğini de Biz pek iyi biliriz. Çünkü Biz ona (insana) şahdamarından daha yakınız.” (Kâf sûresi, 16) buyrulmaktadır.
Kim ne derse desin; Allah bizimle beraber ve bizden hoşnut ve râzı ise, biz de O’nun yolunda O’nun rızâsına talip isek, ne gam ne keder...
“Allah iman edenlerin yardımcısıdır, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır...” (Bakara sûresi, 257)