İnsanlık aleminin mürebbisi Kur'an ve Yusuf aleyhisselam...

''Biz bugün evlatlarımıza iman-ı tahkîkiyi bir Burhân-ı Rabbanî olarak sunmak, takva ihlası da öğretmek zorundayız. Yoksa onları fitnelerden ve fettanlardan kurtarmamız mümkün olmayacaktır. ''
Abdullah Aymaz / samanyoluhaber.com

Yusuf  Suresine dikkat edecek olursak pek çok dersler çıkarabiliriz: Bir kere sure kıssaların en güzeli ile arz-ı endam ederken çocuk yaşındaki Hz. Yusuf  Aleyhisselam'ın bir rüyası ile başlıyor. Rüyada kendisine on bir yıldız, Güneş ve Ay secde ettiklerini görüyor. Her bir peygamber gibi babası Yakup Aleyhisselam kendisine anlatılan bir rüyanın ne mânâya geldiğini çok iyi bildiği, insan fıtratını ve bilhassa oğullarının fıtratlarını, da çok derinden fark ettiği için tedbiren: “Evladım, sakın bu rüyanı kardeşlerine anlatma!” diye ikazda bulunuyor… Burada alarm şeklinde ibretli bir ders var: İnsanları hasede, fesada, maraza ve garaza sevk edecek şeylerden uzak durmamız lâzım. Veya imkân varsa, sahip olduğumuz imkân ve nimetlerden yakınlarımıza, komşularımıza veya aynı kulvarda yürüdüklerimize pay ayırmamız gerekmekte…

Kıssanın devamında kardeşleri babalarının peygamber olduğunu bildikleri halde aralarında “Yusuf ile öz kardeşi, babamıza daha sevimli geliyor. Pek belli ki, babamız bu işte yanılıyor” diyerek kendi çokluklarına güvenip kardeşleri Yusuf’u öldürme dahil bir tuzak kurarak babalarından uzaklaştırmak istiyorlar. Ama içlerinden birisi onlara doğrudan karşı çıkmayarak, Yusuf’u kurtarmak için akıllara uygun gelecek bir teklifte bulunup, bir kuyu dibine bırakmanın uygun olduğunu ve gelip geçen kervanların zaten onu alıp uzaklara götüreceğini söylüyor. Kitleler Psikolojisi isimli kitap yazarı, bir hatırasını anlatarak bu hususa izah getiriyor ve  diyor ki: 

“Çocukluğumda şahit oldum. Paris'te, bir seyyar satıcı hakkında ‘Bu hâin, vatanımıza ihanet ederek, devletimizin gizli sırlarını ve haritalarını satıyor!’ diye bir lâf çıkarıyorlar. Galeyana gelen, algı operasyonu tesirindeki insanlar linç etmek için üzerine saldırdılar. Aslında gizli bir şey yapmıyor, her yerde açıktan satılan şeyleri satıyordu bu mağdur kişi… Durumu kavrayan Paris’in meşhur bir avukatı halkın karşısına çıkıp onları bu vatanseverliklerinden dolayı övdükten sonra zavallı satıcının elinden tuttu: ‘Artık merak etmeyin, bu hâin, adaletin pençesine düştü. Siz işlerinize bakın. Çok teşekkür ederim. Şimdi ben onu mahkemeye çıkarıp gereken cezayı verdireceğim!’ dedi. Halk dağılınca onu bir mahkemeye götürdü. Soğukkanlılıkla olanları anlattı. Hakim gerçekleri görünce bir müddet sonra adamı salıverdi. İnsanların da gerginlikleri gitmiş, gerçeği görecek hale gelmişlerdi. Eğer o avukat halkın karşısına çıkıp ‘Siz yanılıyorsunuz, bunun yaptıklarında bir şey yok!’ deseydi ikisini birlikte linç ederlerdi. Çünkü onlar, galeyana gelmiş kitle psikolojisinin söz dinlemez emirleriyle hareket ediyorlardı.”

Yusuf Aleyhisselam'ı kuyunun dibine atma konusunda görüş birliğine varıp onu oraya bıraktılar. Yatsı vakti babalarına ağlaşarak geldiler. Ellerinde Yusuf’un gömleği… Sahte bir kana bulanmış olarak babalarının önüne koydular ve ‘Biz yarışma yaparken  Yusuf’u kurt yemiş’, dediler. Kur’an-ı Kerim “bi demin kezib” yani “yalancı bir kan ile” tabirini kullanıyor… Adlî tıp açısından çok mühim. Suçlular, gerginlikle, heyecanla mutlaka kendilerini ele verecek bir suç delili, bir iz bırakırlar. Onlar,  Yusuf Aleyhisselam'ın gömleğini bir kana bulayıp getirmişlerdi. Sanki kurt kibarca, hiç parçalamadan gömleği bir kenara bırakmıştı. Yırtık-pırtık bir şey olmayınca basiretli baba Peygamber Yakup Aleyhisselam'ın bunu hissetmemesi mümkün değil ki, “Hayır! Sizi nefisleriniz aldatmış ve bu işe sevk etmiş!” diye onlara cevap verdi. 

Mısır’a varınca köle pazarında satıldı. Onu alan vezir, hanımına “Ona güzel bak. Belki bize bir faydası olur veya onu evlat ediniriz.” dedi. Bu noktada Cenab-ı Hak, kuyuya atılmanın, köle gibi satılmanın asıl hikmetini beyan ederek: “Böylece Yusuf’u o ülkede biz temkin edip müknet verdik.” Yani “Onu oraya böylece  yerleştirip imkân veren Biz’iz Biz…” buyuruyor. “Allah Teala iradesini yerine getirmekte, her zaman mutlak galiptir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Yusuf Suresi, 12/21) Zâhiren şer gibi görünen süreçlerde, büyük hayırlar, lütfî cebirler vardır. Bazı Emevî  insanlarının ve amcaoğullarından bazı Abbasîlerin zulüm baskıları olmasaydı acaba Âl-i Beyt Seyyid ve Şerifler, Mekke ve Medine gibi, babalarının, dedelerinin yerlerini ve oralarda binlerce kat sevap kazanma imkânlarını bırakıp da dünyanın dört bir yanına dağılırlar mıydı? Kim gitmek isterdi? Gidilmeyince de dünya karanlıklardan nasıl aydınlığa  çıkacaktı? Bu ve benzeri süreçler hep güzelliklerin güneşin doğup battığı her yere ulaşması için birer fırsattır…

“O, kemal çağına (30-40 yaşlarına) geldiğinde kendine hüküm ve ilim verdik” (12/22)  Hüküm adamı ayrıdır, ilim adamı ayrıdır. Hz. Yusuf Aleyhisselam'a her iki özellik verilmiş.

“Derken, bulunduğu evin  hanımı, Yusuf’a sahip olmak istedi ve kapıları kapatarak ‘Haydi yaklaş bana!’ dedi. Yusuf  “Allah’a sığınırım!” dedi. “Doğrusu senin kocan olan efendimin  çok iyiliğini gördüm. Hıyanet ederek zâlim olanlar iflah olmazlar”. dedi. (12/23)

Bu arada Yusuf Aleyhisselam'ın ‘Rabbimin bürhanını görmesi” söz konusu ediliyor, çeşitli rivayetler var ama Kur’an açıkça beyan etmemiş. Gerçek şu ki, Cenab-ı Hakk'ın peygamberlere ihsan ettiği ismet (günahtan masum olma) sıfatı, bu davranışın iğrençliğini aynel yakîn (gözle görür) derecede göstermiştir… O, bir Peygamber Allah’ın koruması altında… Karşısında bir kadın var… Bugün lise ve üniversitelerdeki gençlerin karşısında benzeri daha çokları var… Bunların “burhânı” ne olacak?.. Onlara da bir “Burhân-ı Rabbânî gerekiyor… Yusuf Aleyhisselam aynı zamanda “muhlasîn” dan. (12/24)

Biz bugün evlatlarımıza iman-ı tahkîkiyi bir Burhân-ı Rabbanî olarak sunmak, takva ihlası da öğretmek zorundayız. Yoksa onları fitnelerden ve fettanlardan kurtarmamız mümkün olmayacaktır. Nur Suresinin 34. Âyetinde ele alınan nurlardan  ve 36. Âyetinde beyan edilen evlerden istifade etmek, onları koruyucu serâlara almak mecburiyetindeyiz. Yunus Suresinde de Hz. Musa ve Hz. Harun Aleyhisselamlara “Mısır’da evler hazırlayın… Evlerinizi kıble eyleyin” (10/87) buyruluyor. Bu evler namazgâh olacak, yönleri kıbleye doğru olacak. Ayrıca “kıbleten” kelimesinin bir mânası da “matmah-ı nazar”  yani nazarları üzerine çekecek, güzel ve câzip olacak… Hem maddeten hem mânen… Yoksa nesiller korunamaz.  

14 Mayıs 2018 11:20
DİĞER HABERLER