[Cuma Karaman] İslam ülkeleri gerçeği

Dünyanın neresinde olursa olsun insanlar, temel ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri iyi, rahat ve insanca bir yaşama kavuşmaya doğal ve karşı konulamaz bir istek duyarlar.

CUMA KARAMAN 

Dünyanın neresinde olursa olsun insanlar, temel ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri iyi, rahat ve insanca bir yaşama kavuşmaya doğal ve karşı konulamaz bir istek duyarlar. Bu ihtiyaç ve isteklerini en kolay karşılayabilecekleri coğrafyalara, ülkelere ve toplumlara meylederler. Günümüzde en temel hak ve özgürlüklerin, ilim, bilim, sosyal adalet ve refahın en ileri olduğu ülkelerse belli. Bu ülkelere akın akın insanların göçüne kaynaklık eden söz konusu niteliklerden mahrum ülkelerin hangileri olduğu da. Öyle ki, bugün dünyanın en can alıcı problemlerinin başında gelen göçmen ve mülteci sorunu hangi ülkenin, hangi toplumun ne olduğunu gözler önüne seren bir turnusol kâğıdı niteliğinde. Göç hareketlerinin yönü, yani çıkış ve varış noktaları, hangi medeniyet havzasının ne durumda olduğunun adeta bir röntgen filmi niteliğinde.

Diğer pek çok konuda olduğu gibi göçmen ve mülteci sorunu konusunda da maalesef, en berbat görüntüyü İslam ülkeleri vermekte. İşin daha kötüsü bu berbat görüntü karşısında şapkayı çıkarıp önlerine koymak, neyi yanlış yaptıklarına dair bir öz eleştiri yapmak yerine, bu ülkelerin yönetici elitleri ya hala siyasi cambazlık peşinde koşmakta ya bu devasa sorun karşısında üç maymunu oynamakta ya da suçu başkalarına atıp abuk sabuk bahaneler uydurmaktadırlar. Hukuksuzluk, keyfilik ve yozlaşmada sınır tanımayan İslam coğrafyasının yönetici klikleri ve ruhsuz entelijansiyası kendilerini sorgulamak yerine uydurdukları “dış güçler” teranesiyle kitleleri aldatıp günü kurtarma peşindedirler. Mukaddes aylarda bile kan ve göz yaşının eksik olmadığı, savaş, kaos ve iç savaşların kanlı bir muharebe meydanını andıran İslam coğrafyasının mevcut halinin, mukaddes aylarda kan dökmenin yasak olduğu cahiliye döneminin bile gerisine düştüğünü iddia etmek hiç de abartı olmayacaktır.

Bütün insanlarda ortak olan adil ve müreffeh bir toplumda iyi bir eğitime, güvenli, huzurlu ve mutlu bir hayata kavuşma özlemine cevap verme bakımından 57 İslam ülkesinin vahim durumu ortada. İnsani gelişmişlik, adalet, demokrasi, şeffaflık, hak ve özgürlükler düzeyini ölçme adına yapılan bütün araştırmalarda, oluşturulan tüm indeks ve sıralamalarda insan onuruna yakışır bir yaşam kalitesinden en mahrum olan ülkelerin, üzerinde oturdukları onca zengin doğal kaynağa rağmen, halen İslam ülkeleri olması üzerinde çok ciddi düşünülmesi, tartışılması gereken ciddi bir soruna işaret etmektedir. Bu coğrafyalardaki gayriinsani koşulları, hak ve özgürlüklerin ne tür yöntemlerle ihlal edildiğini tek tek sıralamaya kalksak inanın sayfalar yetmez. İnsani olan her konuda berbat bir karneye sahip olan bu coğrafyanın temel sorunları ise bellidir: Demokrasi yerine diktayı, çoğulculuk yerine tek tipleşmeyi, rasyonel düşünce yerine safsatayı, gerçekler yerine hamaseti, hukuk ve adalet yerine keyfiliği, öz eleştiri yerine temelsiz böbürlenmeyi, hak yerine gücü vs. tercih etmek. Daha da beteri, hangi ideolojik meşrepten olursa olsun bu yanlışları, adaletsizlikleri, ilkelliği sorun edip adalet, eşitlik, hak ve özgürlük talebini yükseltenlerin terörist olmakla ve ihanetle suçlanıp her türlü eza ve cezaya maruz bırakılarak seslerin susturulması…

Hukuk önünde eşitlik, gelir paylaşımında adalet ilkelerinin esamisinin okunmadığı İslam ülkelerinin ekserinde saygın vatandaşlığın gerektirdiği onurlu konumlandırmanın yerine lider kültü ve tapıcılığı ikame edilmiş, düşürüldükleri durumu kavramaktan aciz hale getirilen kitlelerin payına ise muktedirlere kulluk ve kölelik düşmüştür. Adeta sürüleştirilmiş bu kitleler mabutlaştırdıkları lidere mutlak itaati bir ibadet; keyfine göre iyi, güzel ve doğru dediklerini mutlak gerçek; kötü, çirkin, yanlış veya yalan dediklerine ise sorgusuz sualsiz düşmanlığı sadakatlerinin remzi olarak görür hale gelmişlerdir. Liderin keyfine göre iyi, güzel, doğru veya tam tersine kötü, çirkin ve yalan söylemi her an değişse bile bu tuhaf durumda bir değişiklik gözlenmemektedir. İlahlaştırılan liderin birbiriyle çelişen her söz ve davranışı, salim kafayla düşünme hasletini yitirmiş kitleler arasında aynı derecede yüksek bir teveccühle karşılanır olmuştur. Aldanmaya dünden teşne olan bu kitleleri aldatarak duruma göre üretilen yalanların peşinden sürüklemek çocuk işi haline gelmiştir.

Bu gidişatın vardığı yer ise açıktır: Yalanlara bilerek alkış tutan, apaçık zulmü savunan, hırsızlık, yolsuzluk ve usulsüzlüğe dini kılıflar bulan, gasp ve talanı ganimet gören, cinayet ve katliamı Cihad sayan, ihaneti vatanseverlik diye alkışlayan, mafyalaşmayı ve çeteleşmeyi devlet idaresi sanan, cehaleti iliklerine kadar yaşayan, menfaat ve çıkarı için her yolu mübah gören, bu zavallı haline bakmaksızın dini ve milli değerlerin tek temsilcisi olduklarını iddia eden, bu iddialarına rağmen hiçbir ahlaksızlıktan geri durmayan, taassup, bağnazlık ve yobazlığı marifet sayan, tüm hal ve tavırlarıyla Orta çağ zihniyetini örnek alan, geri kalmışlıklarının sebebini kesif cehaletlerinde, hadsiz yozlaşmalarında değil de “dış güçler”de arayan ve tüm bunların ancak akıl ve ruh sağlığını yitirmiş bir toplumda olabileceğini kabul etmeyen tımarhanelik bir toplum...

Haksızlıkların, hukuksuzlukların ve ahlaksızlığın zirve yaptığı ülkelerin, doğru ve yanlışın liderin keyfine göre belirlendiği ülkeler olması bir tesadüf değildir. Peki bu çok boyutlu ve derin sorunun üstesinden gelebilmek için ne yapılmalı? Elbette ki bu sorunun kolay bir cevabı yok. Ama, ne yapıp edip yaşadığımız bu çağda en azından dini inançlarımızı, mezhepsel farklılıklarımızı, etnik kimliklerimizi ve kültürel aidiyetlerimizi, ideolojik tercihlerimizi ve yaşam tarzlarımızı bir çatışma ve kavga sebebi olmaktan çıkarmayı başarmalı, evrensel kabul görmüş hak ve özgürlükler konusunda uzlaşmalıyız. Çatışmalarıysa fikir tartışmaları çerçevesinde tutmalı ve karşıt fikirdekileri düşman belleme yerine içselleştirilmiş bir çoğulculuk yaklaşımıyla herkesi oldukları gibi kabul ederek kucaklamalıyız. Fikre karşı ancak ve ancak fikirle mücadele dışında bir yol bilmemeliyiz. Tıpkı Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Zira, medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. ”

Ancak, şurası da bir gerçek ki, ikna ilmi birikimi olanların bir meziyetidir. İcbar ise, ilim ve irfandan mahrum olanların başvuracağı bir yoldur. Din, özü itibarıyla ikna metodu üzerine müesses olduğu için, demek ki, ilim/bilim ve irfanda derinleşmek esastır. Bu ihtiyacın gereklerini göz ardı ederek girişilecek kaba tebliğ ve irşadın, bugün pek çok örneğinde gördüğümüz gibi, zulüm, katil ve kıtala dönüşmesi işten bile değildir. Tebliğin en doğru ve en etkili yolu ise temsildir. Temsilse ancak güzel ahlak ve hasletlerle bezenmekle olur. Yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında (fert planında) cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk (ahlaklanma) ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ile muvazzaftır (görevli ve sorumludur). ” Üstad, bilindiği üzere, maddi kılıcın kınına girdiğinin da altını çizmiş ve yıkıcı düşüncelere karşı ilimle mücadele etmeyi tavsiye etmiştir.

07 Şubat 2022 16:10
DİĞER HABERLER