İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek ve mânileri def etmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun.
MEHMET ALİ ŞENGÜL- SAMANYOLUHABER.COM
Kâinatta yaratılan bütün güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın cemâlinin bir cilvesinden ibârettir. Allah (cc), bu güzelliklerle kendini insanlara tanıttırmak istiyor. Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfatlarına âyine misâl olan insan da, tanıma gayreti içinde bulunmalıdır.
Allah (cc), perdeyi kapatıp bu güzellikleri alıverse, nîmet nikmete -azaba-, muhabbet musîbete, akıl da çile ve ızdırap veren bir âlete dönüşür.
Mutluluk ve huzur, nîmetlerin devâmına bağlıdır. Âhiret olmasa, bu kadar mükemmel hârika sanatlarla donatılan bu kâinat, husûsiyle insan ve insana emânet edilen maddî mânevî dünyâdan daha değerli, daha kıymetli uzuvlar ve latîfeler israf edilmiş olur.
Bu dünyâdaki nîmetler, âhirette verilecek olanların birer nümûnesi, bir vitrinidir. Asılları âhirette verilecektir. Allah (cc), burada tattırıyor, sevdiriyor, böylece dikkatlerimizi asıllarına çekiyor.
Allah insanı zâyi etmemektedir. Âlemi ervahta insan olarak yaratılan, sperm denilen bir hücrede varlığı muhâfaza edilen, maddî mânevî varlığı ve karakterinin en ince teferruâtına kadar istikbâlini kromozomlarda saklayan Allah, anne karnında insan şeklinde motajlayıp, hârika bir varlık olarak dünyâya gönderiyor, yaşatıyor. İnsan, sonra ölüyor ve nihâyet yine insan olarak haşrolup hesâba çekilecek,ya Cennetle mükâfatlandırılacak veya Cehennemle cezâlandırılacaktır.
Evet insanı hiç yoktan yaratan Allah (cc), onu ölümle bir tohum gibi toprağa verecek, o tohum başka bir âlemde ebedî kalmak üzere yeşerecek, meyve verecektir.
İnsanda birbirinden hârika Allah’ın yarattığı uzuvlar ve lâtifeler ve aynı zamanda, kâinattaki gezegenler ve sistemler arasında müthiş bir alâka ve fevkalâde bir râbıta var. Böylesine mükemmel bir organize mutlaka küllî bir irâdenin, muhteşem bir şuurun eseri olduğunda şüphe yoktur.
Kâinat muhteşem kayfiyetiyle ve insan rûhunda ve bedeninde yaratılmış olan hârika sistemiyle, canlı olarak Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine âyinedarlık yapmaktadır. Kâinat öyle bir saraydır ki, bu sarayı meydana getiren taşların hepsi birbiriyle irtibatlıdır. Tıpkı vücudumuzdaki maddî-mânevî uzuvların birbiriyle münâsebeti gibi.
İşte en küçük âlemden en büyük âleme yâni, mikro âlemden makro âleme kadar böylesine şuurlu râbıtayı, noksansız kusursuz temin eden her türlü noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf olan Cenâb-ı Hakk’tır.
İşte böylesine kudret-i Sonsuz olan Cenâb-ı Hakk’ın (cc), bir kitap gibi yarattığı ve bütün Esmâ-i ilâhiyye’ye ve Sıfat-ı Sübhâniyye’ye ayna yaptığı insan, önce kendisinden başlayarak şu kâinatı çok iyi okuması gerekmektedir.
Cenâb-ı Hak Rûm sûresi 50.âyette; “İşte bak, Allah’ın rahmetinin eserlerine! Ölmüş toprağa nasıl hayat veriyor! İşte bunları yapan kim ise, ölüleri de O diriltecektir. O, her şeye hakkıyla kadirdir.” Ve Âl-i İmran sûresi 190.âyette; “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde düşünen insanlar için elbette birçok dersler vardır.” Buyurmaktadır.
Allah (cc) Mü’minûn sûresinde de insanın mâhiyetini şöyle anlatmaktadır:
“12-Şu bir gerçektir ki Biz insanı süzme çamurdan yaratırız. 13-Sonra onu nutfe (sperm) halinde sağlam bir yere yerleştiririz. 14-Sonra nutfeyi alakaya (yapışkan döllenmiş hücreye), alakayı mudgaya, yani bir çiğnem et görünümündeki varlığa, mudgayı kemiklere dönüştürür, sonra da kemiklere et giydirip, derken yeni bir yaratılışa mazhar ederiz. İşte bak da Allah’ın ne mükemmel yaratan olduğunu bir düşün! 15-Ve bütün bunlardan sonra, siz ey insanlar, ölürsünüz. 16-Sonra büyük duruşma (kıyamet) günü diriltilirsiniz.”
Görülüyor ki; insan Rabbini tanımadan kendisini ve kâinatı okuyamaz. Onun için Allah (cc), kullarına Efendimiz (sav) aracılığıyla ilk gönderdiği vahiyde; en büyük düşman olan cehâletten kurtulabilmeleri adına ‘Oku!’ emriyle başlamıştır:
“1-Yaratan Rabbinin adıyla oku, 2-İnsanı yapışkan bir hücreden yaratan. 3-Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. 4-Kalemle yazmayı öğretendir. 5-İnsana bilmediklerini öğretendir.” (A’lak,1-5)
Hz.Üstad; ‘İnsanların en büyük düşmanı cehâlet, zarûret ve ihtilâf’tır’ derken bu gerçeğe işâret buyurmuşlardır. Evet, zarûret ve ihtilâfı cehâlet doğurmaktadır. İnsanlar gerçek mânâda yaratılış gâyelerinden uzak, Allah ve Resûlüllah’a muhâlif, dînin rûhundan mahrum kalmanın neticesinde; atâlete, meskenete, ayrıca misâfir oldukları dünyâda vahdet-i rûhiye içinde hayatlarını kazanmaları gerekirken, zarûrete yânî; fakirlikten maksat ekonomik açıdan başka ülkelere muhtaç hâle gelme, ihtilâfa gelince de müslümanların ve âlem-i İslam’ın birbiriyle uğraşması neticesinde zaafa uğramalarıdır.
Hizmet-i îmâniye ve Kur’âniye’ye gönül vermiş, Allah’a ve Resûlüllah’a ait çok yüce ve kutsî bir dâvâya hizmet veren hasbî, fedâkar ve kahraman arkadaşların arasında da, zaman zaman -arzu edilmediği halde- herkesin kendi doğrularına göre hareket etmeleri neticesinde çok basit şeylere takılmalar, ihtilaflar ve birbirini rencide edip gönül kırmalar olabilir. Olmasın inşâallah..
Ehl-i îman olarak bütün mü’minleri, îman ve Kur’an hizmetinde aynı kaderi paylaştığı arkadaşları ve kardeşlerini, sımsıkı birbirine bağlayacak nûrânî bağlar, Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyân’da, Sünnet-i Nebeviye’de ve Dîn-i Mübîn-i İslâm’da açık ve net olarak bildirilmiştir. Buna rağmen; Kur’ân’a ve dîne olan cehâletimizden ve bizi birbirimize bağlayıp kardeş yapan hakikatleri bilememe, Din-i Mübin-i İslam’ı bütüncül olarak kavrayıp anlayamamadan, âhiret hayâtımız ve mes’uliyetimiz açısından bakamadığımızdan dolayı menfî ihtilâflar oluşmaktadır.
Ehl-i îmanın bu boşluklarından istifâde ederek aralarında ihtilâf çıkaran münâfık ve fesat şebekelerinin tesiri altında kalan bazı mü’minler ve cemaatler, aynı zamanda İslâm âlemi bu vesîleyle birbirine karşı yabancılaşmış, gayz , kin ve nefretin öne çıkmasıyla da, düşman hâline getirilmişlerdir.
Böylesine müslümanları ve âlem-i İslâm’ı ihtilâfa ve zillete mahkum hâle getiren cehâletin en büyük reçetesi, gerçek mânâda Allah ve Resûlüllah’a îman, en küçükten en büyüğüne kadar yapılan icraatların hesâbının sorulacağı büyük mahkemeye, Hâkimler Hâkimi Allah’a hesap vereceği güne inanmayı iz’an haline getirmek ve aynı zamanda bu inancını hayâta uygulamaktır.
Zümer sûresi 9.âyette Cenâb-ı Hak; “De ki: ‘Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Doğrusu ancak akl-ı selim sâhipleri öğüt alır (nasihat dinler)” buyurmaktadır.
Elbette, Allah’ın farklı fıtratta ve kabiliyette yarattığı insanın, yüz hatlarını ve parmak izlerinin bile birbirine benzememesi, insanların da farklı fikir ve düşüncelerle donatılmış olması, mutlaka ayrılığı gerektirmez. Çünkü, insan vücudundaki uzuvların, kainattaki bütün sistemlerin birbiriyle uyum içinde oldukları bir gerçektir.
Müslümanlar arasındaki ihtilâfa meydan vermeme adına şûraya önem verilmesi, mü’minlerin peşin hükümden uzak durup, kader birliği yaptıkları dâvây-ı İslâm’ın zarar görmemesi adına birbiriyle olan münasebetlerinde fevkalâde hassasiyet göstermeleri gerekmektedir.
Üzülerek ifâde etmek gerekirse, dünyâdaki mevcut müslümanların gerçek mânâda birbirlerini tanımadan, yalan ve iftirâ ağırlıklı duyumları esas alarak hareket ettiklerinden dolayı; hayallerde olmayan ve gönülleri târümar eden ifâdelerle, Kâbe’den daha mukaddes mü’minlerin kalpleri kırılmakta, tâmiri zor tahribatlar yapılmaktadır.
Allah (cc), imtihan yurdu olan dünyâda insanları vahdete ircâ etme adına, Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyân’ı ve Efendimiz’i (sav) rehber olarak takdir ve tâyin etmiştir.
Allah (cc), Âl-i imran sûresi 103, 104 ve 105.âyetlerde;
“Hepiniz toptan, Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın. Allah’ın sizin üzerinizdeki nîmetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi birbirine ısındırmış ve onun lütfu ile kardeş oluvermiştiniz.”
“Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O kurtarmıştı. Allah size âyetlerini böylece açıklıyor, ta ki doğru yola eresiniz.”
“Ey müminler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği yayıp kötülükleri önlemeye çalışan bir topluluk bulunsun. İşte selâmet ve felâhı bulanlar bunlar olacaklardır.
Kendilerine kesin delillerin gelmesinden sonra bölünüp ihtilâfa düşenler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azap vardır.”
Ve yine Âl-i İmran sûresi 133 ve 134.âyetlerde;
“Rabbiniz tarafından bir mağfirete, genişliği göklerle yer kadar olan ve müttakîler için hazırlanmış olan bir cennete doğru yarışırcasına koşuşun! O müttakîler ki, bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyi davrananları sever.”
Ve Mutaffifin sûresi 26.âyette de; “...İşte yarışacaklarsa insanlar, bu cennet devletine konmak için yarışsınlar!” buyurmaktadır.
Yanılmayan ve yanıltmayan Rehber-i Ekmel Efendimiz (sav) de; “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir” (Bu beyân-ı Peygamberî dinin fer’î/ fürûat kısmına aittir.) (Aclûni) buyurmuşlardır. Burada ki ihtilâf, menfî mânâda değil, müsbet ihtilaftır. Yâni, ehl-i îmanın kitap-sünnet çizgisindeki yaptıkları hizmetlerde birbirlerine engel olmadan, kin, hased ve düşmanlık yapmadan, birbirini tahrip etmeden; sırât-ı müstakîmde, Hakk’a hizmette, İslamî hakîkatleri muhtaç olanlara ulaştırmada, her mü’minin kendi meslek gurubu, anlayışı içinde istişâre ile hareket ederek yarışmaları mânâsınadır.
Birbiriyle uğraşan ve boğuşanlar, hiçbir zaman müsbet harekette bulunamazlar. Hizmet etmek istedikleri dâvâya da faydalı olacakları yerde zarar verirler. Velhâsıl; mü’minler insaflı olur. Mü’min kardeşlerinin eksik ve kusurlarını deşifre ederek gıybet etmek değil, müsbet yönlerini görerek, fark ettirmeden eksik ve kusurlarını sohbet-i cânanla tamir etmeye çalışmalıdırlar.
Hz.Üstad, “Ey ehl-i îman! Zillet içinde esâret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifâde eden zâlimlere karşı, ‘Müminler ancak kardeştir’ meâlindeki âyet-i kerimenin kal’a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassün ediniz (sığınınız). Yoksa ne hayatınızı muhâfaza ve ne de hukûkunuzu müdâfaa edebilirsiniz. Malûmdur ki, iki kahraman birbirleriyle boğuşurken, iki çocuk ikisini de dövebilir. Bir mîzanda (terazide) iki dağ birbirine karşı müvâzenede bulunsa (tartılsa), bir küçük taş müvâzenelerini bozup onlarla oynayabilir, birini yukarı, birini aşağı indirir.”
“İşte ey ehl-i îman! İhtiraslarınızdan, husûmetkârâne (düşmanca) tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayât-ı içtimâiyenizle alâkanız varsa, ‘Mü’minin mü’mine münâsebeti taşları birbirine destek olan sarsılmaz bir binâ gibidir.’ meâlindeki hadiste belirtilen düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız. Sefâlet-i dünyeviyeden ve şekâvet-i uhreviyeden (dünyada sefâletten ve âhirette azaptan) kurtulunuz.” (Mektubât) buyurmaktadır.
Hz.Üstad İhlas Risalesi’nde de şöyle nasihat etmektedir: “Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.
Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm, (Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse o başka.(Yusuf ,53) demesiyle, nefs-i emmâreye itimad edilmez. Enâniyet ve nefs-i emmâre sizi aldatmasın.
İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek ve mânileri def etmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun.
BİRİNCİ DÜSTURUNUZ; Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.
Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.
İKİNCİ DÜSTURUNUZ; Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir.
ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ; Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz.
DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ; Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir.”
Malum olduğu üzere on beş günde bir okunması tavsiye edilen İhlâs Risâlesi’nin tamamı, 20 ve 21. Lem’alar’dan okunabilir.