"Geçenlerde uzun bir ayrılıktan sonra gurbetlerde birbirine kavuşan, hasretle sarılan ve herkesin önünde çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlayan iki dostun dudaklarından da aynı anda aynı sözler dökülmez mi!
“İyi ki analarımız sağ değil.”
Harun TOKAK | samanyoluhaber.com
İyi ki Analarımız Hayatta Değil
“Zindanda her gece annemi rüyamda görüyordum, uyanınca da kötü oluyor ve ellerimi kaldırıp dua ediyordum: Allah’ım buradan çıkmadan annemin canını alma!”
Bu yürek yakıcı sözler birkaç gün önce anasını sonsuzluğa uğurlayan Alpaslan Kuytul Hoca’ya ait.
Sürecin yiğit seslerinden biri olan Alpaslan Hoca son zamanlarında annesinin yanında ve hizmetinde oldu.
Hapiste ya da gurbette olanlar için son anlarında anne babaların başucunda olamamaları bir yürek törpüsüdür.
Bugün yüz binlerce insan için pek hazin bir haldir bu.
Ağustos benim için hüzün ayıdır.
Yürek yangınlarım sarı sıcaklarda harlanır.
Tam beş yıl önce bugün köydeki toprak evde anamı, dört yıl önce 25 Ağustos’ta da güzel insan Cemal Uşşak kardeşimi gurbetlerde kaybettim.
On bir yıl birlikte çalıştığımız Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın sürgündeki son başkanı olan Cemal Bey kardeşimin son yazdığı yazı benim basılmayı bekleyen “Anam ve Davam” kitabının ön sözü idi.
“Değerli kardeşim Harun Bey, anasının son günlerinde yanında oldu. Anasını yalnız bırakmadı. Bu belki de bir ömür boyu yanında olamadığı anasına bir özür mahiyetindeydi…
Harun Bey, 2014 yazında annesi yoğun bakıma alındığında, çok sıkıntılı bir şekilde gurbetlerden gitti. Her an yakalanıp hapse götürülme tehlikesi ile karşı karşıya olmasına rağmen kırk dört gün anasının başucundan hiç ayrılmadı.
Annelerin yüzü unutulmayacak bir yüzdür. Evlatlar en çok da o yüzü bir daha göremeyeceklerinden korkarlar. Onların şefkat ve merhametlerini hatırladıkça yürekleri sızlar.
Harun Tokak kardeşimin annesine olan ilgisi onu iyileştirmeye yetmedi. Hatice Ana bir hastane odasında sonsuzluğa yürüdü.
Onun vefat ettiği günün gecesinde bir rüya gördüm.
Rüyamda cennetteyim. Cennet o kadar güzel ki anlatamam. Aklıma ilk anam geliyor.
“O nerde?” diyorum.
“O daha yukarıda bir yerde.” diyorlar.
“Peki görüşemeyecek miyiz?” diyorum.
“Görüşeceksiniz.” diyorlar.
Anladım ki ben de anamı çok özlemişim. Analar özleniyor. Hem de çok özleniyor. En çok da yüzleri ve yürekleri…
Şimdi değerli kardeşim Harun Tokak gibi ben de anasızım.
İkimiz de gurbetteyiz ama ben hem gurbetteyim hem de müzmin bir hastalığın pençesindeyim.
Yad ellerde günlerim anamı özlemek, vatan hasreti ile yanmak ve derdime derman aramakla geçiyor.
Bu gurbette bir şey daha düşünüyorum. O da, iyi ki analarımız hayatta değil, iyi ki ülkemizin içinde bulunduğu bu günleri görmediler.
Değerli kardeşim Harun Tokak annesini defnettikten birkaç gün sonra yine Türkiye’den ayrıldı. İki gün sonra da polisler evini bastı. Aynı ay içinde tam üç kere baskına uğradı evi.
Anaların duaları, meleklerin koruyucu kanatları gibidir.
Analarımız çilemizi dayanılır kılmak için biraz da buruk bir halde bırakıp gittiler.
Bu his sadece bende sanıyordum. İnsan anasının öldüğüne gizli gizli sevinir mi, diyor ve kendimi kınıyordum.
Geçenlerde uzun bir ayrılıktan sonra gurbetlerde birbirine kavuşan, hasretle sarılan ve herkesin önünde çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlayan iki dostun dudaklarından da aynı anda aynı sözler dökülmez mi!
“İyi ki analarımız sağ değil.”
Bu iki dosttan biri sürecin ilk günlerinde annesini sonsuzluğa uğurlayan Karadeniz’in yiğit evladı, değerli kardeşim Hüseyin Kara, diğeri de Harun Tokak kardeşimdi.”
2016 Ağustos’unda aramızdan ayrılan Cemal Uşşak kardeşimin son günlerinde yazdığı son yazı, işte bu önsöz oldu.
Bu sözler henüz basılamayan bir kitabın önsözü olsa da bilgelik çınarının günümüze uzanan görkemli dallarından biri olan Cemal Uşşak kardeşimin son sözleri.
O son sözlerini analarımız ve davamız için söyledi ve gitti.
Ben de o kitabı, o güzel insana şu sözlerle ithaf ettim:
“Bu kitabı, bir hastane odasında o güzel gözleri kapayıncaya dek, şefkatli bakışlarını üzerimizden eksik etmeyen, bana ‘ah yavrum! Niye geldin hem kendini yaktın hem de hastane köşelerinde perişan oldun.’ diye diye giden anama ve bu kitabın ön sözünü yazdıktan sayılı günler sonra gurbet diyarlarında “Ah vatanım!” diye diye vefat eden Cemal Uşşak kardeşime ithaf ediyorum.”
Bilhassa yazlar, bizim kuşak için biraz annemiz, biraz köyümüz, biraz da çocukluk anılarımızdı. Kendimizi bulmaya, çocukluklarımızı yaşamaya giderdik.
2015’in 14 Ağustos’u benim için tam bir hicran oldu.
Bir cenaze arabasında ruhanilerin rengi olan yeşil örtülerin arasındaki anamla köyümüze dönüyoruz.
Yine yollar…
Bu defa, köyümün yolları…
Anam ve Ali Ağabeyimle beraber ‘koza’mıza, anamızın bizi ilk defa gurbete uğurladığı toprak eve dönüyoruz.
Köylerde hasat mevsimi.
Göz alabildiğince uzayıp giden tarlalarda anızlar yaz güneşinin taze ışıkları altında ipil ipil parlıyor.
Ateşe verilmiş tarlalarda alevler ateşin engel tanımayan muzaffer orduları gibi önüne gelen her şeyi yutuyor, kül ediyor.
Ateş hayata karşı yürüyor.
Kör ve sağır ateşin önünde anızlarla birlikte topraktaki canlılar ve her canlıda saklı duran muhtemel gelecek de yanıyor.
Bir ömür boyu üç kardeş, anamızı hep o toprak evin önünde; dinelmiş, beyaz yaşmağının ucuyla göz pınarlarında biriken yaşları silerken hatırlarız.
İlk gurbetimize öyle uğurlamıştı bizi. Şimdi beraber çıktığımız bu hüzünlü, sessiz seferde, kâh uzayıp giden kâh kendi üzerine kapanır gibi kıvrılıp dönen yollara dalıp giderken kardeşlerimle aynı şeyleri düşündüğümüzü hissediyordum.
Sadrımızda tükenmiş yılların bitmeyen hüznü, yollarda biteviye yanan anızlar…
Otların arasında harabe haldeki Kabaklar İstasyonunu geçip son tepeyi aştığımızda önce köy camisinin minaresi göründü, sonra yavaş yavaş tamamlanan bir resim gibi yemyeşil vadiye yayılmış bütün bir köy…
Bir zamanlar sesimize ses veren karşı dağlar, güneşe her sabah bağrını açan yamaçlar bütün heybetiyle karşımızdaydı.
Hatıralar göklere fırlatılan havai fişeklerin ışıkları gibi salkım salkım dökülüyordu üzerimize.
Köyüm, bütün tabiat güzelliklerinin dağa taşa aksettiği, etrafındaki yeşil ormanların yardımıyla daha güzelleştiği; ancak ‘köy mütehassıslarının’ seçebilecekleri ve köy tutkunlarının zevk alacağı bir yeşillik ve manzara beldesiydi.
Köyün girişindeki kabristanlığa vardığımızda başını göklere uzatmış servilerin arasındaki babamın mezarının yanı başına Nazife Halam’ın oğlu Şaban taze bir mezar kazıyordu.
Anızlar hızla yanıyordu.
Köy tenha idi. Yaz sıcağında yüzen köyün sokaklarında hiçbir canlı yoktu. Taş döşeli dar sokakları geçerek toprak evimize vardık.
Anam, babamın vefatından sonra yirmi yıl boyunca cemaati çekilmiş mabetlerde yalnız eriyen mumlar gibi bu toprak evde bir başına yaşamıştı.
Son kez bakmak, biraz dinlenmek için “Burası benim cennetim.” dediği toprak evinin bahçesindeydi.
Bu toprak evin kerpiçlerini kendi elleri ile kesmiş, çamurunu kendi elleri ile karmış, taşını omuzlarında taşımıştı. Her taşında, her kerpicinde emeği vardı. Evin önündeki bahçede olan her bir fidana eli değmişti. Koca bir ömür bu evde, bu sokakta geçmişti.
Üç kardeş, köye her gelişimizde yeniden çocuk olur, köy adeta yeniden kurulur; kağnılar, trenler, tozlu yollar iç dünyamızdan geçer, hatıralar denizinde yüzer, köyün eski saffetli günlerinin sütünü içerdik.
Her yaz, eski güzel günlerin o acı tatlı anıları, kendilerine mekân edindikleri cansız eşyaların içlerinden, mezarlarından kalkar gibi dirilir ve hepsi bir bir karşımıza dikilirdi.
İşte bu çocukluk anılarımızın sergilendiği toprak evin ışığıydı anamız…
Sanki bin yıldan beri hep yanıp duran bir ışık.
Köyde kaba kuşluktu. Karşı harabe evin çatısında bir baykuş muttasıl ötüyordu.
Az sonra köyün minaresinden ağustos güneşinin taze ışıkları altında, saniye saniye bütün bir köyü hüzünden bir şal gibi örten, ara sıra yeisle incelen, bazen tevekkül ve teslimiyetle ağırlaşan, yaralı bir ses yükselmeye başladı.
Ortanca oğlu Anamın salasını okuyordu.
Alevlerin tutuşturduğu o ses, yarıya inmiş bir bayrak gibi o gün bugün o köy minaresinde asılı duruyor.
Şimdi dudaklarımdan yine o sözler dökülüyor:
İyi ki analarımız hayatta değil, yürekleri dayanmazdı yaşadıklarımıza.