Ehl-i iman arasında hissedilen ve benim âfet-i hamse (beş âfet) olarak nitelendirdiğim beş sinsi hastalığa temas etmek istiyorum. Bu âfetlerin her biri ruha tuzak ve kalbi öldüren amansız marazlardır.
Bütün müminlerde hatta tarikat ve tasavvuf gibi kudsî müesseselerin nurani havasını ve tertemiz meltemlerini vicdanlarında, ruhlarında duyan kardeşlerimizde de gördüğümüz
birinci afet şudur:
Bir kısım büyüklere ait meziyetleri ve faziletleri anlatmakla iktifa edip, başkalarının kahramanlıklarını destanlaştırıp, öyle olma duygu, düşünce, hamle ve gayretinden mahrum yaşamaktır. Yani evliya menkıbeleriyle müteselli olup evliya olma duygu ve düşüncesinden mahrum olmaktır ki, aslında bu maraz, zelil olmuş milletlerin maruz kaldığı bir aşağılık duygusu hastalığıdır.
Evet, bir millet geçmişine ait değerleri kaybetmiş ve dilencilik durumuna düşmüşse, sadece "Kahramanlar yaratan bir ırkın ahfadıyız" diyerek atalarıyla övünür. İşin doğrusu onlar övünülecek kimselerdir ama yalnız onlar ile övünüp onlar gibi olmaya çalışmamak çok ciddi bir aldanmışlıktır. Rica ederim, böyle olanlar kendilerinin ne olduklarını ve onlar gibi ne tür hizmetlere imza attıklarını hiç düşünmezler mi? Tekrar ifade etmekte fayda var; bu durum, zelil olan millet ve toplulukların aşağılık duygusu adına mahkûmiyetlerini itirafın ifadesidir. Bu husus, hem bizi hem de başkalarını ilgilendiren bir afettir. Zühd, takva, ihlâs ve samimiyetle gece ve gündüz çırpınan her fert mutlaka hayran olduğu, hayranlıkla destanlarını anlattığı insanların durumunu kazanmaya çalışmalıdır. Binaenaleyh sadece Hz. Fatih, Yavuz ve Kanuni gibi zatlarla müteselli olup da dünya muvazenesinde onlar gibi yerlerini alma cehd ve gayretinden mahrum olmak, sefil nesillerin kırık tesellilerinden ibarettir.
İkinci bir afet de, büyüklerin büyüklüğünü teslim etmeme hastalığıdır. Hatta bu maraz bazen öyle bir raddeye ulaşır ki, insan kendisini o büyüklerin seviyesinde görmeye başlar. Evet, gururun ve kendini beğenmişliğin bir ifadesi olarak kendisini tıpkı o büyükler gibi görme marazı da bugün ayrı bir âfet olarak müminleri tehdit etmektedir. Mesela, Allah'ın veli kullarını ve âlimleri kendisi gibi görme ve "ihtimal ki Şâh-ı Geylânî de, Nakşibendî de, Ebû Hanîfe de benim gibi adamlardı" deme cüretinde bulunmanın ifadesi olan sözler bu tür bir hastalığın sözlere yansımış ifadeleridir. –Hafizanallah- kendisini beğenme hastalığı, birinci âfetin diğer ucunda olan, ona tam olarak ters ama öldürücü diğer bir hastalıktır. Böyle düşünen kimse, büyüklerin füyûzâtından ebediyyen mahrum kalır ve bir adım ileriye gidemez.
Evet, biz katiyen Ebû Hanife, Şâfiî, Mâlikî veya Hanbelî olamadığımız gibi, Şâzelî, Bedevî, Ahmed Rufâî, Şâh-ı Geylânî, Nakşibendî ve İmam Rabbanî de değiliz ve olamayız. Bunların içinden Şâh-ı Geylânî, İmam Kerhî ve İmâdî gibi bazı büyük müceddidlerin tasarrufları vefat ettikten sonra dahi, Allah'ın izniyle Efendimiz'in vesâyâsı altında hâlâ devam etmektedir. İhtimal mana âleminin bu sultanları ruhaniyetleriyle bizim başımızı okşamakta, bize dayanak olarak ellerini sırtımıza vurmakta ve bir dest-i teşvikle bizi hep hizmete doğru teşvik etmektedirler. Binaenaleyh bir insan için, kendini, tasarrufları -Allah'ın inayet ve izniyle- asırlarca devam eden kimselerle müsavi görmesi kadar büyük bir gaflet ve dalâlet olamaz. Herkes burada da haddini bilmeli ve "onlar başka bir iklimin adamları, biz başka bir iklimin adamlarıyız" demelidir.
Bir diğer afet de şudur: İnsanlar her hizmete, her yüce davaya, her kudsî mefkûreye önce şevkle sahip çıkarlar, onu tahakkuk ettirmek için çeşitli vesilelere başvururlar. Mesela, yüce duygu ve düşünceleri gönüllere yerleştirmek ve hâkim kılmak için durmadan çalışır ve bu uğurda müesseseler açarlar. Hazırladıkları mekânlarda iman adına halkın imdadına koşarlar, bir itfaiye memuru gibi nerede bir yangın varsa onu söndürmek için durmadan didinir dururlar; derken, gayet ulvî, hasbî ve diğergâmlık içinde başlatılan bu hizmet ve gayretler, bir müddet bu şekilde devam ettikten sonra, O'na giden yolda kullanılan sebeplerin vesileliği unutulur, bunlara 'maksûdun bizzât' olarak bakılmaya başlanır ve onlar birer esas olarak ele alınır; böylece insanlar hedeften ve gayeden saptırılmış olurlar. Şöyle ki, dinî duygu ve düşüncenin serpilip gelişmesi için açılan müesseselerde o vazifenin yapılamamasına, o kudsî ve ulvî vazife gerektiği şekilde eda edilmemesine karşılık, hâlâ bir kısım müesseseler açılmakta ise, hayatî fonksiyonlarını yitirdiğinden dolayı bu müesseselerin vesile olmaları unutulmuş ve bu vesileler birer gaye yerine konulmuş demektir. Vesilelere gaye diye tapmak da mü'mini bitiren bu beş âfetten biridir. Bu âfet de Allah yolunda koşturan kardeşlerimizi daha evvel başkalarını yaraladığı gibi yaralamış, adeta bir hançer gibi sinelerine saplanmış sayılır. Bu afete karşı da ciddi bir teyakkuza ihtiyaç vardır.
Bir diğer âfet de, Cenab-ı Hakk'ın rızasını kazanmak için hizmet eden mü'minlerin kendi ilim, idrak ve bilgilerine güvenip müstakilen hareket etmeleridir. Kendisinden başka ilim, irfan ve düşünce kaynaklarına müracaat etmeden, hususiyle de ihtisasa saygılı olmadan, 'ben, bana yeterim' düşüncesi ile hareket etmek öyle bir âfet ve gaflettir ki, hele bu insan, birkaç insanın da uhrevî hayatını temsil ediyorsa, hem kendini zarara sokar, hem de onlara zararlı olur. Yani hem kendisinin mahvına ve kaybetmesine, hem de onların dalâlete sürüklenmesine sebep olmuş olur.
1- Şeytan, insanlara hep benzer yollarla gelmiş ve onların ayaklarını kaydırmıştır. Buna tarih, bütün canlılığıyla şahittir.
2- Günümüz hakikat erleri şeytanın bu tuzaklarını iyi bilmeli ve bunlara karşı tedbirlerini çok öncesinden almalıdır.
3- Birinci ve belki de en büyük afetimiz; geçmişlerin menkıbelerini nakletmekle yetinip, onlar gibi olmaya çalışmayışımızdır.