Haftalık Haber Dergisi Aksiyon, 27 Mayıs'ın 48. yılında darbenin bilinmeyenlerini, yeni kriptolarını deşifre etti. Derginin kapak dosyası yaptığı habere göre, 27 Mayıs 1960'ta gerçekleştirilen darbe, aslında 25 Mayıs'ı 26 Mayıs'a bağlayan gece gerçekleştirilecekti.
Cuntacıların İstanbul ekibi harekat emrini bile vermişti. Darbenin ve darbecilerin gerçek yüzlerini gün yüzüne çıkaran röportajlarda bir çok sır deşifre ediliyor.
BİR BAŞBAKAN'I İŞTE BÖYLE ASTILAR
TÜRK DEMOKRASİ TARİHİNİN KARA LEKESİ
Derginin haberine göre, Türkeş karşıtı grubun Yassıada'yı havaya uçurmak istedikleri anlatılıyor. Cemal Madanoğlu ile Alparslan Türkeş grubu arasındaki rekabet o kadar uç noktalar ulaşmış ki Türkeş ve ekibi Yassıada'ya karşı Sivriada'da mahkeme açıp İsmet İnönü'yü yargılamayı bile planlamış.
Dönemin MBK üyesi Ahmet Er, ihtilalin yapıldığı ilk günden itibaren bir karşı darbeyi düşündüklerini ifade ederek, "Kuvveti elinde bulundurduğumuz dönem içinde harekete geçseydik karşı grubu tasfiye edebilirdik. Ancak biz başarılı olsaydık Yassıada'yı havaya uçuracaklardı. Adadaki binaların altına tahrip kalıpları yerleştirmişler. Biz onları tasfiye etseydik o tahrip kalıplarını patlatacaklardı" dedi.
Darbeyi yapan ve İstanbul ayağını yöneten Kurmay Yarbay Orhan Kabibay'ın anlattığına göre, Ankara'dan 25 Mayıs akşamı gelen, "Washington'daki Dündar Sayhan'ın oğlu ikmale kaldı" telgrafı ile darbe tehir edilmiş. Ertesi gün ise "Emekli sandığından paranız çıktı" parolası ile 27 Mayıs darbesine kapı aralanmış. Derginin haberine göre, Cumhuriyet Gazetesi'nde 15 Temmuz ile 23 Ağustos 1960'da 'İkinci Cumhuriyet'in İhtilal Meclisi Üyeleri' adıyla darbecilerle bir dizi seri röportaj gerçekleştirilmiş. Cemal Gürsel, Alparslan Türkeş ve 38 kişilik Milli Birlik Komitesi üyesi cuntacı subayla yapılan röportajlar ani şekilde durdurulmuş. Darbenin ve darbecilerin gerçek yüzlerini gün yüzüne çıkaran röportajlarda bir çok sır deşifre ediliyor.
"YASSIADA'DAKİ BİNALARIN ALTINA TAHRİP KALIPLARI YERLEŞTİRMİŞLER"
27 Mayıs'ta ihtilalci subayların Alparslan Türkeş kanadında yer alan Ahmet Er ile yapılan röportajda ise Türkeş karşıtı grubun Yassıada'yı havaya uçurmak istedikleri anlatılıyor. Cemal Madanoğlu ile Alparslan Türkeş grubu arasındaki rekabet o kadar uç noktalar ulaşmış ki, Türkeş ve ekibi Yassıada'ya karşı Sivriada'da mahkeme açıp İsmet İnönü'yü yargılamayı bile planlamış. Dönemin MBK üyesi Ahmet Er, bu mücadele sırasında bir karşı darbe olup olmayacağını, karşı grubu tasfiye etmeyi düşünüp düşünmedikleri sorusunu da bir hayli ilginç şekilde cevaplıyor: "İhtilalin yapıldığı ilk günden itibaren bunu düşündük. Kuvveti elinde bulundurduğumuz dönem içinde harekete geçseydik karşı grubu tasfiye edebilirdik. Ancak biz başarılı olsaydık Yassıada'yı havaya uçuracaklardı. Adadaki binaların altına tahrip kalıpları yerleştirmişler. Biz onları tasfiye etseydik o tahrip kalıplarını patlatacaklardı. Yassıada'nın güvenliğinden sorumlu Yüzbaşı Remzi Oral anlatmıştı bana."
Dergiye göre, Demokrat Parti'nin kurulduğu Celal Bayar'ın memleketi Bursa Umurbey, ihtilalden sonra akıl almaz psikolojik ve fiziki baskılara maruz kalmış. Umurbeyli şahitlerin anlattığına göre, köyün civarı uçaklarla bombalatılmış, alçak uçuş yapan uçaklar yüzünden düşük yapan hamile kadınlar bile var.
27 MAYIS CUNTACILARININ İLK VE SON RÖPORTAJLARI
'Günlerden pazartesi... Saat 15'e çeyrek var. Küçük bir salon. Ortada salonu boydan boya kaplayan mavi renk bir masa... Etrafında sandalyeler. İkide bir kapı açılıyor ve içeriye her rütbeden subaylar giriyor. Ateşli bir oturumun başlayacağı anlaşılıyor. Gelenlerin hepsi subay, fakat bu askerî bir toplantı değil. Bu görünümü bize verdiren şeyin bir hayalin olduğunu sanmayınız, doğrudan doğruya gözlerimizle gördüğümüz manzaradır. Yalnız Türkiye'de değil, dünyanın hiçbir yerinde böyle subaylar toplantısında görülemeyecek usuller, âdetler var bu salonda. Başka bir yerde ekseriyetin binbaşılarla, yüzbaşıların da olduğu bir içtimaa bir general girerse bütün salon bir hamlede ayaklanır değil mi? Hayır, burada öyle şey yok. Sanki herkes aynı rütbede, herkes aynı masada. Bana bundan bahseden bir yüzbaşı, rütbeler şu gördüğünüz kapının dışında kalır, dedi. 'Koridorlarda rastladığımız zaman askerlik gereklerinin ve terbiyesinin bütün kurallarıyla selamladığımız orgeneral, general ve albaylar burada bize tamamen müsavidirler.
"Nihayet saat ağır ağır üçü vurdu. Şimdi bütün zihinlerde aynı sual dolaşıyor: 'Başkanlık sırası kimde?' Bir binbaşı masanın başına geçti. Yanında iki yüzbaşı (katipler) yerlerini aldılar. Masanın üstünde bir defter var. Herkes bu deftere imza atıyor. Bu devam cetveli gibi bir şey... Bir başka yerde orgeneral, general, albay ve yarbayların katıldıkları bir toplantıya genç bir binbaşının başkanlık ettiğini görebilir misiniz? Bütün nazarları önlerinde bugünkü toplantının gündeminde ve gündem tamamen askerlikle alakası bulunmayan işlerle dolu... Aniden kapı yine açıldı. Tuhaf şey bu sefer gelen bir sivil. Dikkatle bakacak olursanız onu tanıyacak ve hayret edeceksiniz. Bu bir bakandır. Sessizce bir köşeye oturuyor. Kendisiyle yalnız başkan alakadar olmuştur. Diğerleri sanki içeriye girdiğinin dahi farkına varmamışlardır. İşte başkan toplantının açıldığını bildirdi. Evvela bakan konuştu. Subaylar ona sual sordular. Derken subaylar birbirleriyle tartışmaya başladılar. Bir generalin fikri, bir yarbay tarafından reddolundu. Bir yüzbaşı, bir albayın düşüncelerini şiddetle tenkit ediyor. Bir söz alan bir daha istiyor. Biraz sonra yine konuşuyor. Nihayet saatlerden sonra müzakere bitti. Başkan, kabul edenler el kaldırsın, dedi. Eller kalktı ve kanun kabul edildi. Kanun mu ?
"Evet, biz 27 Mayıs'tan beri millet adına Türkiye'nin mukadderatına hâkim bulunan bir heyetin toplantısındayız. Heyet Milli Birlik Komitesi, yer eski Büyük Millet Meclisi binasının ikinci katındaki Bütçe Encümeni Salonu. Mülga Millet Meclisi'nin yerini alan Milli Birlik Komitesi'nde idari sistem, eskiye nazaran büyük değişikliğe uğramıştır. Evvelce 14 komisyon hâlinde çalışan Meclis'te şimdi yalnız iki daire var. Evvelce üç kişiden teşekkül eden başkanlık divanını şimdi vazifeli üç subay işgal etmektedir."
Cumhuriyet Gazetesi'nin 27 Mayıs darbecilerini temize çıkarmak için ihtilalin kahramanları (!) ile yaptığı 'İkinci Cumhuriyetin İhtilal Meclisi Üyeleri' başlıklı röportajlar serisi bu hikâye ile başlıyor. Röportajlar, 15 Temmuz ile 23 Ağustos 1960 arasında yayımlanıyor. 'Milli Birlik Komitesi'nin gizli içtimaına girersek neler görürüz' başlıklı ilk yazıyı kaleme alan isim Cevat Fehmi Başkut. Herkes asker olmasına karşın rütbelerin işe yaramadığını, generalin yüzbaşıya müsavi olduğunu anlatan bu sahneler darbecilerin hâli pürmelâlini ortaya koyuyor. Darbeyi yapan birkaç general, çoğu albay, binbaşı, yüzbaşı rütbesindeki cuntacıların Cumhuriyet Gazetesi'nde yayımlanan ilk ve son röportajları ihtilalcilerin tartışılmayan yüzünü gözler önüne seriyor adeta.
Söyleşileri Yaşar Kemal, Ecvet Güresin ve Cevat Fehmi Başkut yapmış. Milli Birlik Komitesi'nin (MBK) gizli toplantılarından birini tasvirle başlayan röportajlarda askerlerin 27 Mayıs'a giden yolda yaşadıkları, dünya görüşleri ve planları anlatılıyor. Türkçe ibadet, çarşaf, Atatürk devrimleri, darbenin haklılığı gibi konuları işleyen, düşüklerin (sabık iktidar mensuplarının) sözde ayıplarının deşifre edildiği bu röportajlar 13 Ağustos'ta aniden kesiliyor. Sonra 23 Ağustos'ta Kurmay Yüzbaşı Ahmet Er ile yapılan röportajla sona erdiriliyor.
AYRI DÜNYALARIN İNSANLARI!
Röportajların detaylarında yer alan bilgilere göre, ihtilal öncesi Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanlığı yapan Albay Osman Köksal, 22 Mayıs'ta Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ı öldürmek için makamında beklemiş. Kurmay Yarbay Orhan Kabibay'ın itiraflarına göre, 27 Mayıs'tan önce 25-26 Mayıs gecesi ihtilal girişimi yaşanmış; ama Ankara'dan gelen emirle darbe bir gün ertelenmiş. İhtilali tehir parolası hayli ilginç: "Washington'daki Dündar Sayhan'ın oğlu ikmale kaldı."
İtiraflar cuntacıların birbirlerinden ne kadar ayrı dünyalarda yaşadıklarını gösteriyor. Ayrıca, Demokrat Parti ve onun siyasi kadroları hakkında nasıl kin kustuklarını da... Röportajlardan ihtilal planlarının 1954'ten itibaren yapılmaya başlandığı da anlaşılıyor. Aksiyon tarihin tozlu raflarında kalmış bu röportajları arşivlerde araştırınca şu gerçekler ortaya çıktı.
Yaşananları anlamak için önce o dönemde olanları hatırlamak lazım. Biliyorsunuz 27 Mayıs ihtilalinden sonra çok partili siyasi hayat kesintiye uğradı. Başbakan Adnan Menderes ile bakan arkadaşları Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edildi. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun ile Demokrat Partili bakanlar ve milletvekilleri Yassıada'da yargılandı. Çoğu haksız yere hapsedildi.
"AĞA CEMAL: ÇARŞAF TÜRK KADINI İÇİN YÜZ KARASI, TÜRKÇE KUR'AN ŞART"
Ülkeyi 27 Mayıs 1960 - 25 Ekim 1961 tarihleri arasında MBK yönetti. Komitenin başında Orgeneral Cemal Gürsel, Korgeneral Cemal Madanoğlu ve Kurmay Albay Alparslan Türkeş vardı. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne mensup 38 kişilik subaylar grubu söz konusu komite içinde yer aldı. İktidara el koyan askerler, ülkeyi bu komitenin aldığı kararlar doğrultusunda yönetmeye çalıştı. Girişte bahsi geçen toplantı da MBK'nın yüzlercesini yaptığı toplantılardan sadece biriydi.
Bu kısa bilgilerden sonra mezkûr röportajlarda yer alan görüşlere geçildiğinde; Cevat Fehmi Başkut'un Orgeneral Cemal Gürsel'le yaptığı mülakatın giriş cümleleri şöyle: "Devlet ve Hükümet Başkanının inkılaplar, çarşaf, Türkçe Kur'an hakkında düşünceleri, merak ve itiyatları, kendi ağzından hayat hikâyesi." İşte, orduda 'Ağa Cemal' olarak tanınan Cemal Gürsel'e yöneltilen sorular ve Gürsel'in verdiği cevaplardan bazıları:
-İnkılâplar mevzuunda düşünceniz?
Arkada bıraktığımız devrede inkılâpların geri gittiğine inanıyorum. En büyük fenalık da zaten bu olmuştur.
-Dini istismar edenlere verilen tavizler için ne diyorsunuz?
Buna artık asla meydan vermeyeceğiz. Anayasa projesini hazırlayan profesörlere vazife verirken mutlaka bu istismarı önleyici hükümler koymalarını bilhassa rica ettim.
-Ya çarşaf?
Çarşaf, Türk kadını için bir yüz karasıdır. Türk kadınının güzel yüzünü saklaması için bir alın karası bulunduğunu sanmıyorum. Dünya önüne temiz yüzü ile çıkmak onun hakkıdır. Tarih boyunca kahramanlar doğurmuş, büyük evlat yetiştirmiş, büyük tarihî hadiseler yaratmıştır. Kimden ne korkusu vardır ki yüzünü saklamak ihtiyacı duyuyor. Çarşafın namus ile de alakası yoktur. Türk kadınlarından rica ederim, kendilerine yakışmayan bir kıbalde gözükmelerine meydan vermesinler, yüzlerini saklamasınlar.
-Türkçe Kur'an için fikriniz...
Türk milleti Kur'an'ı kendi dili ile öğrenmesini bilmelidir.
Cemal Gürsel, ihtilal öncesinin kudretli Kara Kuvvetleri Komutanı olduğunu hatırlatıp bakın neler anlatıyor: "Kara Kuvvetleri Kumandanlığı'nda iken bu hususta (ağalık) daha selahiyetli olarak ordu menfaatlerini korumağa ve bu uğurda mücadeleye devam ettim. Fakat çok şey yapamadığımı itiraf ederim, çünkü idare orduya arkasına çevirmiş vaziyette idi. Ordunun dertlerini duyan azdı ve hükümet buna hiç aldırmıyordu. Nihayet bildiğiniz gibi kurtuluş anı geldi, biz esasen hazırdık, teşkilat kurulmuştu. Şahsen ben, artık başka imkân olmadığı kanaatine varmadan bu işe ordunun karışmasını istemiyordum, genç arkadaşlarımın teşebbüslerini durduruyordum. Kayseri hadiselerinden sonra üniversite hadiseleri, daha evvel basına yapılan feci baskı ve hapisler esasen fikirleri hazırlamıştı. İşler öyle bir noktaya vardı ki, benim orduyu bu işe sokmamak yolundaki fikrime rağmen, ordunun müdahalesi olmadan memleketin kurtulmasına imkân görmediğim için arkadaşları vazifelerinde serbest bıraktım. Ve tamam zamanı gelince de vazifelerini yaptılar."
Oysa Alparslan Türkeş'in 1994'te ortaya çıkan hatıralarında bu durum çok farklıdır. "İhtilal tamamlanmış, ancak lideri yoktu. İşte bu boşluğu doldurmak için birtakım kimselerde gayretler baş gösteriyor, boşalan Çankaya Köşkü için yeni bir sahip aranıyordu. İhtilalcilerin karargâh olarak kullandıkları Harp Tarihi Dairesi'ne gelen bir telefon arayışın örneklerindendi. Madanoğlu, İnönü'yü alarak Çankaya Köşkü'ne götürmek, bütün subayları da toplamak istiyordur. Ama Türkeş'in bunu duymasından sonra plan suya düşer. İzmir'de emekliliğini bekleyen Cemal Gürsel lider olarak seçilir. Ve derhal 27 Mayıs günü oraya bir uçak kaldırılır. İzmir'deki uçağa binen Gürsel 24 gün önce çıkarttığı orgeneral üniformasını giyer ve silahını kuşanıp genç ihtilalciler ile Ankara'ya gelmek üzere yola koyulur. İhtilalciler de başsızlıktan böylece kurtulur."
"TÜRK CAMİSİNDE TÜRKÇE KUR'AN OKUNUR!"
O gün Başbakanlık Müsteşarlığı koltuğunda oturan ancak aralarındaki anlaşmazlık nedeniyle 13 Kasım 1960'ta Hindistan'a sürgüne gönderilecek olan Alparslan Türkeş röportajı yapılan ikinci kişi olur. Darbenin bildirilerini radyo yayınıyla duyuran Türkeş, röportajında memleketin en önemli meselesinin maarif olduğunu söylüyor ve Köy Enstitüleri'ni eleştirip soruları cevaplıyor:
-Ya Halkevleri, daha eskiye gidersek Türk Ocakları?
Halkevleri açık bulundukları devirde faydalı olmakla beraber tam beklenileni veremediler. Politika cereyanlarına karıştılar. Bir nevi mebusluk fideliği oldular. Türk Ocakları'na gelince biraz evvel Hamdullah Suphi Bey buradaydı. Türk Ocakları'nın takviye ve inkişafına çalışılmasını istiyor. Bence bu ocaklar da ömürlerini tamamlamışlardır. Şimdi biz bunların yerine halkı aydınlatmak üzere Kültür Ocakları kurmak istiyoruz.
-İnkılâplar? Atatürk inkılâpları onun ölümünden sonra yerlerinde saymış olsalardı, belki de bu davayı (maarif) şimdiye kadar halletmiş olacaktık?
Atatürk inkılâpları yerlerinde saymadılar, gerilediler. Din, kıyafet ve en mühimi zihniyet sahasında gerilediler.
-Kıyafet derken Türk kadınını o utanılacak kılığa sokan çarşafı kastediyorsunuz değil mi?
Son zamanlarda Anadolu'yu hiç dolaştınız mı? Çarşafın nasıl kapkara bir yangın halinde bütün yurdu sardığını gördünüz mü?
-Yalnız kıyafet ve zihniyette mi geriledik?
Hayır Türkçecilikte de... Türkçecilik bu millete Atatürk'ün en büyük en faydalı hediyelerinden biri idi. Evvela ezanı Arapça okutmakla buna ihanete başladılar.
-Ya Kur'an'ın Türkçeleştirilmesi teşebbüsleri? Sabıkların baltaladıkları bu teşebbüslere taraftar mısınız?
Mutlaka... Türk camiinde Türkçe Kur'an okunur, Arapça değil.
-Politikacıların dini istismar edenlere taviz vermelerinin bu millete büyük zararlar getirdiğine kanisiniz değil mi?
Şüphesiz... Tarih boyunca bu böyle oldu. Son devirde ise her iki parti de (DP, CHP) aynı şekilde taviz yolunu tuttular.
27 MAYIS HAREKETİ 1957'DE OLABİLİRDİ
Röportajın devamında, Türkeş darbe ile ilgili bir itirafta bulunuyor: "27 Mayıs hareketi 1957'de olabilirdi. Doğrusu başka herhangi bir memlekete benzeyeceğimiz düşüncesi bize tiksinti veriyordu. Onun için böyle bir harekete girişmek için son dakikayı, bütün ümitlerin ortadan kalkmasını bekledik."
Röportajlarda yer alan bilgilerden biri de 27 Mayıs'ı organize eden rütbelilerden Kurmay Yarbay Orhan Kabibay'ın anlattıkları. 27 Temmuz 1960 tarihli röportaja göre Kabibay, darbenin aslında 25 Mayıs'ı 26 Mayıs'a bağlayan gece yapılacağını anlatıyor. Ecvet Güresin'in yaptığı röportaj şöyle başlıyor: "25 Mayıs sabahındayız. Saat 9'u biraz geçiyor. Genç bir kurmay yarbay Kadıköy'deki evinde sabırsızlıkla bekliyordu. Aslında ev kız kardeşinin evi idi. Ankara'dan gelen ziyaretçilerle bu evde buluşmayı ve haberleşmeyi oradaki telefonla temin etmeği daha uygun bulmuştu. Orhan Kabibay o gün de bir ziyaretçi bekliyordu. Kabibay, arkadaşı vasıtasıyla beklenen haber geldikten sonra yapacaklarını kafasında bir kere daha planlaştırırken kapı çalındı. Kurmay Albay Muzaffer Yurdakuler idi gelen. Beklenen günün geldiği adeta gözlerinden okunuyordu. İki arkadaşın konuşması çok kısa sürdü.
"Kabibay hemen telefon başına geçip birkaç görüşme yaptı, randevular verdi, sonra beraber çıktılar ve Kadıköy'den Köprü'ye gittiler. Köprüde onları üçüncü bir subay bekliyordu; Binbaşı Orhan Erkanlı. Evvela Harp Akademisi'ne daha sonra Sıkıyönetim Komutanlığı'na, Taksim ve Beyazıt Asayiş Komutanlıkları'na gittiler. Konuşmaları belki çok kısa sürüyordu. Zaten yapılacak hareketler evvelden kararlaştırılmış olduğu için uzun boylu konuşmağa müzakere etmeğe de ihtiyaç yoktu. O gece yarısı yani 25 Mayısı 26 Mayısa bağlayan gece Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline alacaktı."
GERİSİNİ ECVET GÜRESİN VE ORHAN KABİBAY ŞÖYLE KONUŞUYOR:
-Peki sonra ne oldu yarbayım?
Uğradığımız yerlerde gerekli tedbirleri yani harekâtın 25 Mayısı 26 Mayısa bağlayan gece yapılması için gereken tertipleri aldıktan sonra Orhan Erkanlı bizden ayrılarak kıtasının başına gitti. Biz de Yurdakuler'le birlikte Harbiye binasına geldik. Bu sırada arkadaşlardan biri bize Ankara'dan şöyle bir mesaj aldığını bildirdi: "Washington'daki Dündar Sayhan'ın oğlu ikmale kaldı."
Bu kötü bir haberdi. Zira daha evvel harekâtın tehir edilmesi ihtimaline karşılık hazırladığımız parola idi bu. Fakat yapacak bir şey yoktu. Birkaç saat evvel dolaştığımız yerlere süratle bir kere daha giderek durumu izah ettik, Orhan Erkanlı'ya haber verdik. Velhasıl harekâtı durdurduk. Teessür umumi idi. Bu teessürü akşam uçakla Ankara'ya hareket eden Albay Yurdakuler görmüştü. Kendisine eğer çok vahim bir sebep yok ise, harekâta 26 Mayısı 27 Mayısa bağlayan gece yarısından sonra saat 4'te mutlaka başlamamız gerektiğini bildirttik. Ertesi gün hem telefon hem kurye ile haber bekleyecektik. Gece eve saat 1'de gittim ve ertesi sabah telefon başında beklemeğe başladım. Saat 12.35'te santral memuru Ankara'dan beni aradıklarını bildirdiği ve karşıda konuşan Albay Muzaffer'in sesini aldığım zaman duyduğum heyecanı tasavvur edemezsiniz. Elindeki normal muhavereden bana aynen şöyle dedi:
-Orhancığım senin emekli sandığından istediğin parayı alıp, telledim. Yarın mutlaka eline geçmiş olacak. Miktarı 2730 liradır. Her ne kadar 2740 lira idi ise de on lirasını telgraf için kestik. Kusura bakma, cimriliğim tuttu.
Ben de şöyle cevap verdim:
-Herhalde bugün telgrafı alırım. Yarın para mutlaka elime geçmeli, çünkü ihtiyacım var.
Muzaffer Yurdakuler devam etti:
-Haa bir şey daha var. Eskişehir'deki bizim havacının da parasını aldım ve seninkiyle beraber gönderdim. Miktarı seninki kadardır. Ben kendisine vakit bulup haber veremeyeceğim, sen lütfen haber ediver.
-Merak etme, şimdi onu bulur parasının yolda olduğunu söylerim.
İHTİLAL PAROLASININ SIRRI!
Sevinç içindeydik. Konuşmamızın sonunda o İstanbul'daki arkadaşlara ben Ankara'dakilere selamlarımızı söylüyor, böylece iki grup olarak birbirimize muvaffakiyetler diliyorduk. Ankara ile görüştükten sonra arkadaşları telefonla aradım, kendilerine (Son olarak girdiği lisan imtihanını muvaffakiyetle geçtiği) haberini veriyordum ki bu da bir parola idi. Bu işler bitince karşıya (Avrupa yakası) geçtim. Bir gün evvel dolaştığım yerleri yeniden dolaştım ve bildiğiniz gibi o gece netice alındı.
Gazeteci Güresin'in kritik bir sorusu başka bir gerçeği daha aydınlatmaya yetiyor aslında: "Ankara ile yaptığınız telefon konuşmasında Emekli Sandığı'ndan alınan 2740 lira ile kesintili olan 2730 liranın manası nedir?" Cevabı Yarbay Kabibay şöyle veriyor: "Bu konuşmada parayı telledim sözü harekata karar verildiğini, 2740 liranın 2730'a inmesi de 27 Mayıs saat 4'te yapılacak olan harekatın saat 3'e alındığını göstermektedir."
İhtilalin bir gün tehir edildiği ifşaatı Kurmay Yüzbaşı Kamil Karavelioğlu ile genç eşi Fatma'nın Yaşar Kemal'e verdikleri röportajda da yer alıyor. Fatma Hanım'a "İhtilalden ne zaman haberdar oldunuz?" sorusu yönelten Yaşar Kemal, ummadığı bir cevapla karşılaşıyor: "26 Mayıs'ta söyledi. İhtilal o gün olacaktı. Benimle vedalaşırken, gidip de gelmemek var, dedi. Ben soğukkanlılıkla karşıladım. Memleket için bir insan her şeyini verebilmeli." Ve Yüzbaşı Karavelioğlu ekliyor: "26'sında olmadı ihtilal, 27'ye tehir ettik."
Darbecilerin bilinmeyen yanlarından biri de kadrolaşmalarıydı. Bunu da Kurmay Yarbay Suphi Karaman deşifre ediyor. Yaşar Kemal'in 10 Ağustos 1960 tarihli yazısı şöyle başlıyor: "Kurmay Yarbay Suphi Karaman Genelkurmay'ın Erkan Şubesi Başkanıdır. Bu iş önemli bir iştir. Çünkü generallerin ve kurmayların tayinlerini yapar. Bu şubenin daha önceki başkanı Kurmay Albay Osman Köksal'dır. Osman Köksal Muhafız Kıtası Komutanlığına tayin edilince, ondan boşalan yere Suphi Karaman getirilmiştir. Osman Köksal'ın Muhafız Kıtası Komutanlığı'na tayini çok önemli bir olaydır. Suphi Karaman'ın da Erkan Şubesi Başkanı olması çok önemli bir iştir. Genelkurmay'ın can alıcı noktalarından birisidir. Milli Birlikçilerin kilit noktalarına getirilmeleri gerektir. Bu da Suphi Karaman eliyle sağlanabilir."
Yaşar Kemal'in bu tespitleri yersiz değildir. Karaman'ın dönemin Milli Savunma Bakanını tayin ve terfilerde nasıl aldattığını anlattığı anısı da bir hayli ilginç. Adnan Menderes'i yanılttığı söylenen Ethem Menderes'in aldatıldığının işaretlerini veriyor. "İşkence gören Samet Kuşçu'nun ihbar ettiği, sonradan beraat eden 9 subaydan birisi olan Kurmay Albay İlhami Barut bir yıl sonra bazı ailevi sebeplerden dolayı İstanbul ve yakınlarından bir yere tayinini istiyor. Suphi Karaman'ın bu arkadaşını tayin ettirmesi gerektir.
Ama bu nasıl olacaktır? Zor iştir. Çünkü bu dokuz subayın her biri damgalanmış ve düşüklerin (DP iktidarı) gözünden düşmüşlerdir. Suphi Karaman 35 kişilik bir kurmay tayin listesine İlhami Barut'un da adını yazıyor. Listeyi vekile götürüyor. Vekil listeyi imzalıyor. Fakat Suphi Karaman biliyor ki, İlhami Barut'tun İstanbul'a tayinini düşükler haber alırlarsa, kendisi için iyi olmayacak, düşüklerin ona güvenleri sarsılacak. Halbuki sarsılmaması gerektir. Bakan imzayı çaktıktan sonra, 'Bir dakika Vekil Beyefendi' diyor Karaman. 'Size bir sözüm var. Bu listedeki bütün subaylar, az önce de arz ettiğim gibi hakları olan yerlere verilmiştir. Bunların içinde bir de 9 subaydan biri olan Kurmay Albay İlhami Barut vardır. O da haklı olarak İstanbul'a verilmiştir, ama biliyorsunuz 9 subaydan bir tanesidir. Onun için bunu sizin tasvibinize arz ediyorum. Ne dersiniz?' Bu sözler üzerine Bakan Ethem Menderes masaya ellerini dayıyor: 'Çok teşekkür ederim yarbayım. İşte bizim, sizin gibi kıymetli subaylara ihtiyacımız var. Hatırlattığınız için teşekkür ederim. Öyleyse İlhami Barut'u İstanbul'dan uzaklaştıralım.'
Daha önce Adapazarı için Barut ile Karaman anlaşmışlardır. Hemen oracıkta Suphi Karaman Barut'un tayinini Adapazarı'na yapıverir. Yolcu memnun, hancı memnun. Üstelik Bakanın Suphi Karaman'a sarsılmaz güveni var. Karaman bakana öyle bir güven veriyor ki, adı demokrata çıkıyor. İşin aslı 27 Mayıs'tan sonra anlaşılıyor. Kurnaz cuntacı Yarbay röportajın sonunda 'en çok şaştığınız olay?' sorusuna şöyle cevap veriyor: Düşük Ethem Menderes'in Osman Köksal'ı Muhafız Kıtası'na atamasına, beni de Erkan Şubesi Başkanı yapmasına."
ÜÇ YIL ÖNCE KARARLARIMIZI ALMIŞTIK
Hakikaten şaşılacak hadisedir. O, Erkan Şubesi Başkanı Alparslan Türkeş ve ekibini de aldatarak aralarında Cemal Madanoğlu, Sıtkı Ulay, İrfan Baştuğ'un yer aldığı 7 komite üyesini terfi ettirecektir. Kavga büyüyünce Türkeş ve ekibindekiler 13 Kasım'da birer birer yurtdışına sürgüne gönderilecektir.
MBK Genel Sekreter Yardımcısı Binbaşı Orhan Erkanlı "Bir gün böyle bir ihtilalde yer alacağınızı düşündünüz mü?" sorusuna doğrudan ve net bir cevap veriyor: "Evet. Bilhassa son zamanlarda bu maksatla kendimi ve kendime yakın olanları ihtilal fikriyle yetiştirmiştim." Ya 27 Mayıs'ın anlamı nedir? Bu soruya cevabı ise şöyle : "1954'ten sonra iktidarda bulunmuş olan zümre milletin bütün haklarını çiğnedi. Milleti aldattı. Memleketi iktisadi ve sosyal alanda felakete sürükledi. Manevi değerler unutuldu ve unutturuldu. Devlet kurumu tam bir parti kurumu haline getirildi. Memlekette tek organize güç olan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin her vesileyle gururu kırıldı, tarihimizin en asil mirası olan üniforma, taşıyanları utandıracak hale getirildi. Üniversiteye karşı girişilen tertiplerle ilmin başı ezilmek istendi. Ve köylü uyuşturuldu. Emperyalistlerin Uzakdoğu ve Afrika'da tatbik ettikleri metodlarla halk istihsal olmaktan çıkarıldı. Bu ve bunun gibi sebeplerle 27 Mayıs devriminin platformu hazırlandı. Millet zulme karşı isyan hakkını kullanmaya hazırdı. Onun özü, ruhu ve en büyük garantisi olan TSK bu hakkı kullandı."
Oysa manzara tam tersineydi. Ülkede ekonomik atılım başlamıştı. Köylünün yüzü gülüyordu. Cuntacılar ise halk adına hareket etme hakkını halka rağmen kullanıyorlardı.
İlginç röportajlardan biri de Yüzbaşı Rıfat Baykal'ın cuntacıların nasıl organize olduklarını anlattığı satırları barındırıyor.
-27 Mayıs gibi bir ihtilalde vazife alacağınızı evvelden hiç düşündünüz mü Yüzbaşım?
Biz daha üç sene evvel gidişi gördük ve arkadaşlarla aramızda kararlar verdik. (27 Ekim 1957'de DP yüzde 47,7 oy ile 424 milletvekili çıkarmış, tekrar iktidara gelmişti.) Nisan 1960 hadiselerinden evvel teşkilatımız kurulmuştu. Bence nisan hadiseleri (öğrenci olayları) vuku bulmasa da hareket olacaktı. O ayın hadiseleri yalnız işi tacil etti, o kadar... Ankara'da Personel Okulu'nda karargâh bölük kumandanı idim. Vazifem dolayısıyla arkadaşlar arasında daha rahat irtibat temin ediyordum. İhtilal gecesi muhtelif sınıflardan 9 arkadaş benim evimde toplandılar. Saat üçte emrimdeki kuvvetleri silahlandırdım. Arkadaşlara makineli tabancalar dağıttım ve tam üçte plan mucibince Dikimevi'ne doğru hareket ettik. Dikimevi ile Sıhhiye arasının kontrolü bana verilmişti. Yol üstünden tıbbiyelileri de kaldırdım. Bize iltihak ettiler ve plana göre sahada vazifeye başladık. Saat 4'te Ankara düşmüştü. Saat 8'de benim saham dâhilinde bulunan Tevfik İleri'nin evine gittim. Evinden çıkması için haber yolladım. (Yukarı gelsin) demiş. Kendisine evinden çıkması için iki dakika mühlet verdim. Bir buçuk dakika dolmadan soluk soluğa kapıdan çıktı. Milletin bizi nasıl karşılayacağını biliyorduk. Buna yüzde yüz emindik. Ama tepki görsek dahi onu kıracak kuvveti elimizde bulunduruyorduk."
1954'TEN İTİBAREN YAPILAN GİZLİ TOPLANTILAR!
Tank Binbaşı Muzaffer Karan ise harp okulu talebeleriyle işbirliği yapan tanklarla bakanları evinden alan bir başka isimdi. İhtilal girişimleri onun ifadeleriyle ta 1954'lere dayanıyordu: "1954 yılından itibaren bunların yanlış yola saptıklarını, siyasi ihtiraslarından başka bir şey düşünmediklerini ve Atatürk'e düşman olduklarını fark ettim. Ve o zamandan beri çeşitli arkadaşlarla gizli toplantılar yaparak bunun düzeltilmesi yolunu aradık. Hafiyeler tarafından takip edildik, mimlendik. Böyle ufak tefek şeyler bizi yıldıracak yerde azmimizi artırdı."
Kumanda ettiği birliğin işini 5 Ağustos tarihli röportajda Karan şöyle anlatıyor: "Ankara Zırhlı Birlikler Okulu Tank Taburu ile teması vardı. Bütün tabur personeli bu hareket için önceden hazırlanmıştı. O gece taburla birlikte harekâta katıldım. Tank taburu Ankara'nın her yerinde vazife aldı. Bu taburda 20 tank vardı. O gece piyadeyle ve Harp Okulu talebeleriyle işbirliği yaptık. Celal Bayar'ın tevkifine kadar tanklarla bütün vazifelere katıldım." Tank Binbaşı bununla da yetinmeyip darbe geleneğinin süreceğini şöyle dile getiriyor: "Gençlik ve ordu böyle bedbaht kimselerin (DP'liler) başında daima Demokles'in kılıcı gibi asılı duracaktır."
Evet gerçekten de öyleydi. 27 Mayıs ihtilali öncesinde en çok kullanılan yine gençler olmuştu. Özellikle Ankara ve İstanbul'daki öğrencileri yönlendirmek için vazifeli subaylar vardı. Bunlardan biri Binbaşı Şefik Soyuyüce idi. 29 Nisan 1960'ta gençleri yakından görmek için İstanbul Üniversitesi'ne giden Soyuyüce, "Bizi bu zulümden kurtarmayacak mısınız?" diyenlerin sözlerine çok ağlamış o gün: "Oradan uzaklaşırken gençlerin intikamının alınması ve artık milletin kurtarılması anının geldiğine karar verdim. İstanbul bölgesinin asayiş birliği Kurmay Başkanı olarak 2 Mayıs 1960 günü o zamanın Merkez Komutanı Binatlı ile aramızda geçen hadiseler, gençlerle irtibat kurmak için gayretler, hele 26 Mayıs 1960 günü üniversite senato toplantısına verilen dilekçelerin alınması vazifesinin yapılışı ayrı ayrı hayatım boyunca unutamayacağım birer maceradır."
İhtilal günü Sıdık Sami Onar ile rektör Nail Kubalı'yı Ankara'ya gönderen isim de Soyuyüce'dir. Öğretim üyeleriyle birbirlerine sarılıp ağlayacaklardır Yeşilköy Havalimanı'nda. Çünkü ihtilal onların da eseridir: "Esasen ihtilal biz teşebbüs etmeden başlamıştı. Çünkü memur, üniversite öğretim üyeleri ve gençlik bu ruhu evlerden dairelere, üniversitelere, oradan halk kitleleri arasına, caddelere, meydanlara intikal ettirmiştir. Ve bize gerek ihtilalin kolay yapılmasını ve gerek milletin buna sempati ile bağlanıp bizleri desteklemesini sağlamışlardır."
Kurmay Yarbay Ahmet Yıldız da üniversite bahçelerinin kahramanlarındandır. Hatta Ankara'daki cunta ekibi son toplantısını 26 Mayıs gecesi, günlerdir olayların çıktığı Ankara Üniversitesi bahçesinde yapacaktır. Üniversite ve bahçesi sıkıyönetimin kontrolü altında olduğu için ihtilalci subaylar son görüşmeyi burada yapmayı faydalı bulmuşlar. Subaylar yavaş yavaş ağaçların altında, bahçenin en karanlık yerinde toplanıyorlar. Bu toplantı son toplantı. Günlerden beri konuşulmuş, karara varılmış planın teferruatı bir daha gözden geçirilecek. Öyle yapılıyor. Plan konuşması son bulunca arkadaşlar, sınıf arkadaşları, ideal arkadaşları helalleşiyorlar. Gidip de gelmemek var, gelip de görmemek var. Yarın belki hiçbiri sağ kalmayacak, karıları dul, çocukları öksüz kalacak. Belki de inandıkları işi başaracaklar, memleket iyi bir yarına götürülecek.
ALBAY KÖKSAL: "EMİR VERSE BAYAR'I VURACAKTIM"
"Yukarıya çıkarken karar verdim. Bayar bana böyle bir iş yapmamı emrederse, daha emrin sonu gelmeden derhal tabancamı çekecek ve kendisini vuracaktım. Bu kararla evime uğradım, tabancamı doldurdum." Bu sözler Albay Osman Köksal'a ait. 21 Mayıs günü, yani ihtilalden neredeyse bir hafta önce Celal Bayar'ı vurmaya karar verişini ve yapacaklarını anlatıyor. Darbeden önce Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Kumandanıydı Albay Köksal. Darbede Bayar'ı tevkif eden de o oldu. Köksal, Genelkurmay Erkan Şubesi'nden atandığı Köşk'te hiç huzurlu değildi. Başından itibaren hem Cumhurbaşkanı'nın hem de hükümetin talimatlarını dinlememe onun için adeta gurur vesilesiydi. Cumhuriyet Gazetesi'nin 18 Temmuz 1960 tarihli neşriyatında şu cümleler ona ait:
"22 Mayıs günü Riyaseticumhur Muhafız Alayı subaylarına mahsus lojmanlarından birinin küçük salonunda inkılâp tarihinin belki de yazmayacağı, ehemmiyetsiz gibi görünen, fakat hakikatte çok manalı, çok alaka çekici bir konuşma geçmişti. Siz buna 27 Mayıs İhtilali dramının en karakteristik sahnelerinden biri de diyebilirsiniz. Salonda albay üniformalı, orta boylu bir subay aşağı yukarı gezinmektedir. Yüzünün rengi hafifçe atmıştır. Heyecanlı mıdır? Onun vermiş olduğu kararı kim verse heyecanlanır. Evet, belki heyecanlı, fakat telaşlı değildir. Ağır adımlarla salonun kapısına doğru yürür, açar eşine seslenir. Şimdi salonda ikisi karşı karşıyadırlar:
-Sana biraz para bırakmak istiyorum.
Param var istemem.
-Canım bu da yanında bulunsun. Zaten yanımda topu topu 50 liram var. Al sende kalsın.
Akşama gelmeyecek misin?
-Tabii geleceğim.
Osman ne yapmak istiyorsun?
-Hiçbir şey.
Fakat biraz evvel tabancanı doldurdun.
-Dolu bir tabanca boş bir tabancadan daima daha iyidir.
Şimdi nereye gidiyorsun?
-Tabii vazifeye.
Ama nereye?
-Her zamanki gibi...
Mukaleme burada kesiliyor. Albayın eşinin dudaklarında acı bir gülümseme yapışıp kalmıştır. Kadının yüzünden ayrılmayan albayın ısrarlı bakışlarıysa sanki ona veda ediyor gibidir. Kadın belki her şeyi anlamamış, fakat şüphelenmiştir. Belki hıçkıra hıçkıra ağlamak için kendini güç tutmaktadır. Albay hakikaten vazifeye mi gidiyor? Evet, şüphe yok, bu da vazife, hem de tarihî bir vazife... Bütün bir milletin mukadderatını değiştirecek bir va