KAR YAĞMAYAN ÜLKE

Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, yeni köşe yazısını 'Kar yağmayan ülke' başlığıyla kalema aldı.

KAR YAĞMAYAN ÜLKE
Sibirya’nın küçük bir köyünde, pencereden kar tanelerinin dansını izleyen yaşlı bir kadın küçük torunu Olga’ya güzel gözleriyle uzun uzun baktı.
Çektiği her bir acının yüzünde oluşturduğu o kırışıkların arasından birkaç damla yaş süzüldü. 
‘Ah kızım, ben görür müyüm bilmem ama…’ dedi.
Sustu… 
Gözlerini bir yere doğru dikti.
‘Güzel Olga’m! Sen bir gün hiç kar yağmayan bir yerde yaşayacaksın’ dedi.
Olga büyüdü. Sarışın, soylu bir kız oldu. Bir yaz günü halası, “Olga, biz Türkiye’ye tatile gidiyoruz. Haydi, sen de gel.” dedi.
Antalya o mevsim çok güzeldi.
Derinlere doğru uzayıp giden portakal bahçeleri, güneşin parlak ışıklarında uçsuz bucaksız Akdeniz, başını göklere uzatmış vakur bir insan gibi duran Toroslar…
Olga, karın beyaz sessizliğinde büyümüş bir kızdı. Soğuk, onun için ev demekti. Ama yıllar sonra, güneşin yıl boyu eksik olmadığı, çocukların karda değil kumda oynadığı bir ülkede, babaannesinin sözünü hatırladı. O anda anladı ki bazen kader, insanı ısıtmak için kardan uzağa götürür.
Kar yağmayan bu ülkeye yazgılı olduğunu düşündü.
Ama bu nasıl olacaktı?
Antalya’da görev yaptığım yıllarda Akdeniz Üniversitesi’nde ihtisas yapan genç bir doktor vardı.
Uzun boylu, fiziği düzgün bir gençti. 
Saçları kestane rengiydi. 
Gözleri uçsuz bucaksız bir Akdeniz.
Bahçelere bahar getiren bir gülümsemesi vardı.
O günlerde kar-kış ve terörün kasıp kavurduğu Doğu’ya tayinim çıkınca o genç doktorla irtibatım kesildi.
Bir daha görüşemedik.
Aradan neredeyse kırk yıl geçti.
Sıcak bir yaz akşamı telefonum çaldı.
Sıcak bir gülümseme düştü ekrana.
“Tanıdın mı beni?” dedi. ‘’Ben, Doktor Halim.”
Yüzündeki o tatlı gülümseme aynen duruyordu.
Lakin o kestane rengi saçlar gitmiş. Başının ön kısmında bir orman yangınından geriye kalan birkaç yanık dal gibi seyrek birkaç tel kalmıştı.
“Seni kaybettik.” dedim. “Nerelerdeydin?” 
“Çok uzun hikâye.” dedi.
 “Olsun.” dedim. “Ben uzun hikâyeleri daha çok severim.”
“İhtisas bitince bir evlilik yaptım.” dedi. ‘‘Fakat o evlilik yürümedi. Olaylara farklı açılardan bakıyorduk.
Bu hayatta bir daha hiç mutlu olamayacağım diye düşündüm.
Sanki gök kubbe üzerime çökmüş gibiydi.
Duam şuydu: ‘Ya Rabbi! Beni aratma. Bir gün karşıma çıkarsa, bu, diyeyim.’
İhtisas bitince Kemer’de özel bir hastanede çalışmaya başladım. 
Bir yaz günü hastaneye, çocukları rahatsızlanmış olan Rus bir aile geldi.
Çocuğun annesinin yanında yirmili yaşlarda Olga adında sarışın, alımlı bir kız da vardı.
Mutluluğun bana çok yakın olduğunu, yanımda, yöremde olduğunu hissetti kalbim.
Benim ilgimden memnun olmuş olmalılar ki, giderlerken beni kaldıkları otele davet ettiler.
Olga’nın eniştesi spor hocasıymış. Fatih Terim gibi bir adamdı.
Benim ailesiyle ilgilenmemden çok memnun olduğunu söyledi.
Bana kartını verdi.
Birkaç gün sonra da Rusya’ya döndüler.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bir gün Olga’nın eniştesini aradım.
‘Ben Olga ile daha yakından tanışmak istiyorum.’ dedim.
Hiç beklemediğim bir cevap verdi:
‘Ben konuşayım. Kabul ederse niye olmasın?’
Olga bir gün beni aradı, ‘Ben geliyorum.’ dedi. 
Kalbim göğüs kafesinden taşmaya başladı.
Antalya Havaalanında çiçeklerle karşıladım onu.
‘Ailenle tanışmak istiyorum.’ dedi.
Tabi benim ailem muhafazakâr bir aile.
Birlikte yemek yedik. Annem Olga’yı çok sevdi.
Ertesi gün Olga bana, ‘Yemekte içki yoktu.’ dedi.
‘Bizde olmaz.’ dedim.
‘Rus kızlar evleneceği erkekten üç şey ister.’ dedi: ‘İçmeyecek, sadık olacak, şiddet göstermeyecek.’
‘Ya, benim hayalim de bu.’ dedim. 
Olga Rusya’ya geri döndü.
Bir ay sonra yazdı: ‘Kabul ediyorum.’
Ve Olga, ‘Mavi Rüyalar Ülkesi’ Antalya’ya gelin geldi.
Benim kendi dinimi yaşadığımı görünce o da kendi dinine sarıldı.
Bir keresinde İstanbul’a gidince, ‘Kiliseye gitmek istiyorum.’ dedi. 
Eminönü’nde bir Süryani kilisesine götürdüm.
Mumlar dikti, dualar etti. 
Karşılıklı saygı, eşimin çok hoşuna gitti.
Antalya’da yabancılarla ilgilenen bir derneğe gidip gelmeye başladı.
Her defasında bana ‘Sen de gel.’ diyordu.
‘Çay-pasta ikram ediyorlar. Herkes kendi kültürünü seslendiriyor/sergiliyor.’
Bir keresinde birlikte gittik. Baktım, bizim arkadaşların organizasyonu. 
Dernek daha çok yabancı, mağdur kadınlarla ilgileniyordu.
Acı hikâyeler vardı. Her biri bir film olurdu.
Dernek bunlara yardım ediyordu.
Arkadaşlara, ‘Eşim Hristiyan ama bizi sever.’ dedim.
Hiç yadırgamadılar, mütevelliye bile aldılar. 
Olga’nın babası, biz evlenmeden biraz önce içkiden vefat etmişti. Annesi Valentina Hanım yalnız yaşıyordu.
‘Annen yanımıza gelir mi?’ dedim.
‘Konuşayım.’ dedi.
Kayınvalidem kabul etti. 
Ben tabii öz annem gibi davranıyordum, ‘mama’ diyordum.
Bir gün eşime, ‘Senin başka kimsen var mı?’ dedim.
‘Anneannem var.” dedi. ‘Komi Cumhuriyeti'nde yaşıyor.’
İlk defa duyuyordum. 
‘Orası neresi?’ dedim.
‘Sibirya’da.’ dedi.
‘Yaa, göndersinler; ben masraflarını karşılayayım.’
‘Çok yaşlı.’ dedi. 
‘Olsun.’
Anneannesi de geldi. Yaşlı, sekseninde bir kadındı. Zor yürüyordu.
Baktım, dişleri yok zavallı kadının. Dişlerini yaptırdık. Üstünü-başını bir güzel tekmil hâle getirdik.
Sonra gitti.
Bir gün eşime, ‘Yahu şu sizin memleketinizi ben de bir görmek istiyorum.’ dedim.
Birlikte Moskova’ya uçtuk. Moskova’dan kalkan tren bizi Sibirya bölgesindeki Komi Cumhuriyeti’ne taşıdı.
Bu uzun tren yolculuğu tam yirmi iki saat sürdü.
Kasım ayı idi. Hava çok soğuktu. Her taraf bembeyaz kardı.
Bir ahtapot gibi bütün kollarıyla buz gibi Sibirya topraklarını saran Viçegda Nehri muhteşem görünüyordu.
Anneanne bizi görünce dünyalar onun oldu.
Ev çok küçüktü. Bir ara traktör gibi bir şey çalıştı. 
‘Korkma, buzdolabı.’ dediler.
Soğutuyor mu, ısıtıyor mu belli değildi.  
Eşime ‘Bu böyle olmaz. Bu kadıncağızın yattığı yer belli değil, kalktığı yer belli değil.’ 
Buzdolabı aldık. Çamaşırlarını elde yıkıyormuş, çamaşır makinesi aldık.  
Tabii ne eşim ne de diğerleri buna bir anlam veremiyordu.
Anneanne İkinci Dünya Savaşı’na katılmış, ortak komünlerde çalışmış, çocuklarını yetiştirememiş.  Dört oğlu da alkolikti. İkisiyle tanıştım. Ben orada on beş gün kaldım. Diğer ikisi hiçbir zaman ayılmadıkları için göremedim.
İki hafta sonra döndük.
Paskalya ve Christmas bayramlarında eşim annesiyle evde mumlar yakıyor, pastalar kesiyordu.
Böylece evliliğimizin üzerinden tam beş yıl geçti.
Bir gün yine eşime, ‘Müslüman olmanı gönlüm arzu eder ama asla zorlamam. Dinim bunu menediyor.’ dedim.
Bana, ‘Bunu ikide bir deyip duruyorsun. Bana bir kitap ver.’ dedi.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Sonsuz Nur kitabının Rusçasını verdim.
Onu çize çize okudu.
Bir gün bana, ‘Ben düşündüm, taşındım, Müslüman olmaya karar verdim.’ dedi.
‘Bak, beni memnun etmek için Müslüman oluyorsan olma. Yarın bana kızarsın, vazgeçersin.’
‘Vazgeçmem.’ dedi.
Abdest aldı.
‘Dua et! Çünkü geçmişe ait her şey silinecek. İslam’a girerken senin bu ilk duan çok önemli.’ dedim.
Biz namazları cemaatle kılmaya başladık. Evde Kur’an sesleri yankılanmaya başladı. 
Bir gün kayınvalidem, ‘Ben de sizinle namaz kılmak istiyorum.’ dedi. 
Biz namaz kılarken o da bizimle yatıp kalkıyordu.
‘Sen Müslüman olmadığın hâlde kıldığın bu namazların mükafatını göreceksin.’ dedim.
Bir sabah baktım, ağlıyordu.
Bir şey oldu diye korktum.
Rüyasında ne gördü ne duydu bilmiyorum.
‘Ben Müslüman olacağım.’ dedi.
Başını o gün örttü, bir daha hiç açmadı.
Bir gün haber geldi: ‘Anneanne hastaneye yatırıldı.’ 
Kayınvalideyi gönderdik.
Eşime, ‘Annene söyle; sorsun, bakalım anneanne Müslüman olur mu?’
Üç gün sonra kayınvalide aradı: ‘Tamam, kabul ediyor.’ dedi.
Anneanne vefat etmeden önce abdest almış, kelime-i şehadet getirmiş.
Oğulları kilisede tören yapmak istemişler.
Kayınvalide karşı çıkmış: ‘Annem Müslümandı. İslam âdetlerine göre defnedilecek.’
Her hafta evimizde tıp fakültesi talebelerine yemek veriyorduk.
Bir gün kayınvalide, ‘Niye yapıyorsun bunu?’ dedi.
‘Allah rızası için.’ dedim. ‘Dün benim elimden tuttular. Ben dinimi öğrendim, okudum. Bugün sıra bizde. İyilik böyle yayılır. Bazı şeylerin karşılığı bu dünyada olmaz.’
Yirmi iki sene oldu evleneli.
‘Keşke!’ dediğim hiçbir şey olmadı.  
Eşim çocuklarımızın iyi bir Müslüman olmaları için elinden gelen her şeyi yaptı. 
Çocuklarımız tam istediğim gibi yetiştiler.
Mutlu bir hayatımız var. 
Eşim bir gün, ‘Halim, biliyor musun, insan hep güzeli arar, güzelin peşinden koşar. Ben senin yüreğindeki o güzelliği gördüm. O güzelliğin peşine düştüm. 
Her gün seni daha çok sevdim ve seninle geçirdiğim her anın değerini biliyorum. Sen benim için özel bir insansın. Seni dinlemek, seninle konuşmak bana mutluluk veriyor. Seni seviyorum ve her zaman seveceğim.’
‘Ben de öyle.’ dedim. ‘Seninle karşılaştığım o güne hep şükrediyorum. Artık dünyada bir daha mutlu olamayacağım diye düşündüğüm sisli-dumanlı ufkuma bir güneş gibi doğdun.’
‘Halim, biliyor musun anneannem beni çok severdi. Diğer torunlarından ayırırdı. Bir ömür boyunca her türlü acının otağını kurduğu, lâkin hiçbir mutluluğun kapısından içeri girmediği o kadın benim mutluluğumu gördü.
Bir gün bana o güzel gözleriyle uzun uzun baktı.
Çektiği her bir acının yüzünde oluşturduğu o kırışıkların arasından birkaç damla yaş süzüldü. 
‘Anneanne, niye öyle ağlıyorsun?’ dedim.
‘Ah kızım, ben görür müyüm bilmem ama…’ 
Sustu… 
Gözlerini bir yere doğru dikti. Ne gördü, bilemiyorum.
Bana, ‘Sen bir gün hiç kar yağmayan bir ülkeye gideceksin.’ dedi.
Sonra da ilave etti:
‘Ve de çok mutlu olacaksın.’
12 Ekim 2025 10:09
DİĞER HABERLER