''Biz bilemiyoruz hangi kapının hayırlı olduğunu. Mahkeme kapısının önünde herkes sırasını bekliyor. Biz de bekliyoruz. Muhacire kadının sevimli çoğunun cıvıltıları salondakileri neşelendiriyor. Arada bir kapı açılıyor ve görevli sıradakini çağırıyor. Bir avukat, bir tercüman bir sığınmacı giriyorlar içeri. Sadece yürekler değil yüzler de yangın yeri. Ürkek ve tedirgin bakışlar. “Ya ilticam kabul edilmezse! Nereye giderim, nereye sığınırım”
Harun Tokak / samanyoluhaber.com
Kara Gün Geçer Babam Hey!
Sabah kalkıyorum. Yoğun bir gün beni bekliyor. Bugün tanık olarak bir muhacire kadının iltica duruşmasında bulunacağım. Dışarısı kararsız bir sonbahar havası, sisli ve bulutlu. Güneş görünmüyor. Göründüğü günlerde de erken kayboluyor. Buğulu penceremden apartmanın önündeki geniş avluyu dolduran palamut ağacını seyrediyorum.
Her gün biraz daha kendisini ölümün soğuk kollarına bırakan insan gibi cansızlaşıyor. Kızıla boyalı titrek son yapraklar ayrılık temalı hüzzam türküleri söylüyor.
Ya yaz boyunca öyle miydi?
Gür yapraklarla bezeli dallarda kuşlar cıvıldaşırdı. Sabah akşam kuş sesinden geçilmezdi. Sıcak yaz günlerinde kendisine sığınan herkesi gölgelerdi. Şimdi bütün yaprakları gün be gün onu yalnızlaştırıyor. Yuvasız insanlar gibi o da sığınacak bir yer arıyor.
Az sonra siyah bir araba görünüyor. Hızlı adımlarla iniyorum merdivenleri.
Sabah trafiği İstanbul’u aratmayacak kadar yoğun.
Yarım saat kadar sonra duruşma salona varıyoruz.
Gördüğüm şu ki Müslüman ülkeler bir sel gibi Batıya akıyor.
“Ben bir mülteciyim” diyor Şebnem Ferah.
“Bütün hayallerin sonsuzluğa ve sona erebildiği bir yerdeyim.
Yüreğime sığındım. Burada savaş çıksa bile ölen yok.
Kendi yüreğimden başka sığınacak yerim yurdum yok.”
Evet, kendi ülkesindeki bütün hayallerini bırakıp gelen insanlar.
Hocaefendi'nin “ben ülkemin yol kenarlarındaki kahvehanelerini bile özlüyorum dediği” gibi kim bilir bu insanlar doğup büyüdükleri toprakların nelerini özlüyorlardır. Geride ne hasretler, ne özlemler, ne hatıralar bırakarak gelmişlerdir. Can havliyle çoluk çocuk bir bota dolacaksın, bir yandan denizin dalgaları diğer yandan “battı batacağım” korku dalgalarını bin bir meşakkatle aşıp geleceksin ve yabancısı olduğun bir kapıda kabul bekleyeceksin.
Dudaklarımda hep o dua, “Ey kapıları açan Allah’ım! Bize hayır kapılarını aç”
Mescid-i Nebevi ’deki Cibril kapısının kanatlarında görmüştüm bu duayı.
Biz bilemiyoruz hangi kapının hayırlı olduğunu.
Mahkeme kapısının önünde herkes sırasını bekliyor.
Biz de bekliyoruz. Muhacire kadının sevimli çoğunun cıvıltıları salondakileri neşelendiriyor.
Arada bir kapı açılıyor ve görevli sıradakini çağırıyor.
Bir avukat, bir tercüman bir sığınmacı giriyorlar içeri. Sadece yürekler değil yüzler de yangın yeri. Ürkek ve tedirgin bakışlar.
“Ya ilticam kabul edilmezse! Nereye giderim, nereye sığınırım”
Bugünlerde Avrupa, tarihinde hiç olmadık kadar bir iyilik hareketine kapılarını aralıyor.
Zihinlerde hep aynı soru…
Müslümanlar neden bir İslam ülkesine değil de Avrupa ülkelerine göç ediyorlar?
Cevabı çok basit ve çok zor bir soru.
Mülteciler daha çok Suriye, Irak, İran, Afganistan, Fas, Mali, Somali, Pakistan, Bangladeş gibi ülkelerden.
Bunların tamamı Müslüman nüfuslu, bazıları Şeriat ile yönetilen ülkeler.
Peki, bu ülkelerden kaçan Müslümanlar neden başka Müslüman ülkelere değil de çoğu Hristiyan nüfuslu Batı ülkelerine yerleşmek istiyor?
Raşid en Gannuşi bu soruya samimiyetle cevap arayanlardan. Gannuşi, Tunus’taki En-Nahda, Diriliş hareketinin lideri. Hareketi temel olarak Müslüman Kardeşler’in bir kolu kabul ediliyor.
Malum, Arap Baharı denilen ve demokrasi getirecekken daha çok yıkım ve baskıya yol açan akım 2010 sonunda Tunus’ta başladı. Ve tek başarılı örneği de Tunus oldu.
Tunus’taki seçimleri Gannuşi önderliğinde En-Nahda tek başına kazandı ve ilk başta İslam Devleti ilan edildi. Ama sonra Gannuşi dedi ki, biz bu baskı rejiminden laiklerle, demokratlarla el ele çıktık, barış içinde istikrar için birlikte yönetmeliyiz. Ve iktidarı gönüllü olarak muhalefetle paylaştı. 2015’teki Nobel Barış ödülünü işte bu projeye öncülük eden “Diyalog Dörtlüsü” aldı.
Keşke ülkemizdeki siyasal İslamcılar da “biz bugünlere bize destek veren demokrat ve laiklerle birlikte geldik” diyerek onları susturacaklarına iktidarlarına ortak etselerdi. Başörtülü milletvekilleri meclis salonundan kovulurken kol kanat geren demokrat kadınların kolunu kanadını kırmasalardı. Yaptıklarına yapacaklarına bin pişman etmeselerdi.
Ömründe ilk defa bir iftar yemeğine katılan Mehmet Altan, salondaki her kesimden insanı görünce “işte Türkiye fotoğrafı” demişti.
Keşke o fotoğrafı paramparça etmeselerdi. Türk aydını, iftar akşamlarındaki ve Abant Toplantılarındaki buluşma ve konuşmalarla üç yüz yıllık tedrici bir çöküşün, ufuksuz ve rüyasız kıldığı bir kültür coğrafyasının, bir kez daha pırıl pırıl, göz alabildiğince geniş ve evrensel bir hayat hamlesinin eşiğinde olduğunu hissetmeye başlamıştı. Ve ufuklarına vuran bu güzel rüyayı selamlamaya durmuşlardı.
Keşke, üç günlük dünya saltanatı için bu rüyaları bu sevdaları yıkmasalardı.
Heyhat!
Gannuşi, Ankara’daki bir toplantıda göç meselesine de değinmişti.
“Ortaçağ'da Avrupa’da yaşayanlar İslam ülkelerine göç ediyorlardı. Bugün maalesef Müslümanlar diktatör rejimlerden Avrupa ülkelerine göç etmektedirler. Onlar İslam’dan küfre yönelmiyor, zulümden adalete sığınıyorlar. Mekke’deki sahabeler, zulümden kaçarak Habeşistan’daki yönetime sığınmışlardı. Hz. Peygamber onlara Habeşistan’da halkına zulmetmeyen bir kralın olduğunu söylemiştir. (..) Allah bu dünyayı adalet dengesiyle yaratmıştır. Biz adaleti, eşitliği, özgürlüğü, kadın haklarını, azınlık haklarını sağladığımız oranda İslam’ı anlamış, ona hizmet etmiş oluruz. Bu demokrasi anlayışımız bizim için yeterlidir.”
Duruşma salonunun kapısı sık sık açılıyor.
Çıkanlara bir şey sormaya gerek yok. Yüzler her şeyi anlatıyor.
Sanki mahşer…
Kimi yüzler abus kimi sevinçli.
Sıra bize geliyor.
Muhacire hanım içeri giriyor. Ben sevimli yavru ile dışarıda bekliyorum.
Apartmanın önündeki geniş avluyu dolduran palamut ağacını düşünüyorum.
Her gün biraz daha kendisini ölümün soğuk kollarına bırakan insan gibi cansızlaşan palamut ağacını.
Sıcak yaz günlerinde herkesi gölgeleyen görkemli ağaç şimdi kendisi sığınacak bir yuva arıyor.
Gurbette yine akşam oluyor. Biz hala mahkeme salonundayız. Sonbahar güneşi erken kayboluyor. Hava erken kararıyor. Kararan sadece hava değil, bu mevsim umutlar da kararıyor.
Kapı açılıyor. Avukatı ve tercümanıyla birlikte muhacire kadın kapıda görünüyor.
Hiçbir şey söylemesine gerek yok… Yüzler her şeyi anlatıyor.
Karar olumsuz…
“Allah’ım! Sen bize hayırlı olan kapıyı aç” demekten, O’na iltica etmekten başka çaremiz yok. Onun açtığı kapılar güzeldir. Peygamberler de insanlığın en hayırlıları en güzelleri değil mi? Zira her bir peygamber cennete açılan bir kapı.
Böyle zamanlarda insanları teselli etmekte kolay olmuyor.
Fatih Kısaparmak’tan yardım alıyoruz…
“Ağlama naçar babam
Kara gün geçer babam hey
Bir kapıyı kapayan
Gene açar babam”